21. Yüzyılın İlk Yarısında, Nüfusumuza Bağlı Olarak Bizi Bekleyen Fırsat ve Tehditler

Devletlerin gücü, onları var etme ve yüceltme konusunda kararlı olan vatandaşlarından gelir, Devlet vatandaşıyla varolur. Buradan hareketle, 21. yüzyılın ilk 25 – 40 yıllık süreci itibariyle, Türkiye’nin genç nüfusu üzerine, değerli dostum Can F. Gürlesel’in büyük bir özveri ile hazırladığı; Türkiye’nin Kapısındaki Fırsat, 2025’e Doğru Nüfus, Eğitim ve Yeni Açılımlar adlı çalışmasından derlediğim bir takım bilgilerle konuyu dikkatinize sunacağım.

Türkiye, nüfus yapısının iç dinamiklerine bağlı olarak önümüzdeki 25 – 40 yıllık süre içerisinde çok önemli bir fırsat penceresi içine girmekte, hatta son bir kaç yıldır girmiş bulunmaktadır. Bu konuyu biraz daha açarak neden elimizi çabuk tutmamız gerektiğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Tüm toplumlar, 100 – 200 yıl arasında değişen aralıklarla demografik dönüşümler geçirir. Nüfus biliminde “demografik geçiş süreci” olarak adlandırılan bu dönüşümler üç evrede gerçekleşir ve her evrede farklı nüfus özellikleri gözlenir. Birinci dönemin en temel özelliği; hızlı nüfus artış oranlarıdır. Buna bağlı olarak 0 – 24 yaş gurubun, yani eğitim çağı nüfusunun toplam nüfus içindeki oranı yüksektir. İkinci dönemde, nüfus artış hızı yavaşlama eğilimine girer. Bu aşamada çalışabilir nüfusun (15 – 64 veya 24 – 55 arası) toplam nüfus içindeki payı en yüksek seviyededir. Üçüncü dönemde ise, nüfus artış hızı sıfırlanır ve gerileme başlar. Bir diğer deyişle nüfus azalmaya ve yaşlanmaya başlar.

Türkiye bir süredir, demografik geçiş sürecinin toplumlar icin “Fırsat Penceresi” olarak nitelendirilen ikinci evresinde bulunmaktadır ve bu süreç en az 25 yıl daha sürecektir. Türkiye’de nüfus artış hızı

beklenenin üzerinde yavaşlamış durumdadır ve bu sayede eğitimde ilk kez niceliği değil niteliği ön plana çıkartmak ülkemiz için artık mümkün hale gelmektedir. Nüfus artış hızının yavaşlaması, nüfusun azaldığı anlamına gelmiyor. Türkiye nüfusu 1970 yılında 35.6 milyon iken, 2000 yılında 67.8 milyona ulaştı. Nüfusumuz elbette artmaya devam ediyor ancak eskisi kadar hızlı değil. Buna bağlı olarak nüfus içerisindeki farklı yaş guruplarının toplam nüfusa olan oranı da değişiyor ve bize fırsat

penceresini açan olgu da bu durumdan kaynaklanıyor. Türkiye’de çocukların toplam nüfusa oranı azalıyor ve 2000 yılından bu yana ülkemiz hızla artan bir genç ve yetişkin nüfusa sahip oluyor.

Türkiye, çalışabilir nüfusun toplam nüfus içindeki payının en üst noktaya ulaşacağı 2000 – 2025 yılları arasında “Fırsat Penceresi” adı verilen bu demografik süreci yaşayacaktır. Yaratacağı çalışan nüfus potansiyeli nedeniyle, bu dönem ekonomik büyüme için en uygun koşulları taşıyor, ve bu yüzden toplumların hayatında “Fırsat Penceresi” olarak adlandırılıyor.

Ülkemizde 2000 – 2025 yılları arasında nüfus artış hızı yavaşlamaya devam edecek. Demografik öngörüler, Türkiye’de nüfusun 2025 yılında 90 milyona, 2050 yılında 98 milyona ulaşacağına işaret ediyor. Türkiye’de 2000 – 2025 yılları arasında genç nüfusun mutlak olarak artışı önce duruyor. Bir dönem sonra ise genç nüfus, hem mutlak hem de toplam nüfus içindeki pay olarak azalıyor. Türkiye 2025 yılından sonra genç nüfuslu bir ülke olmaktan çıkmaya başlayacak. Dolayısıyla, genç nüfus politikalarının yerini yetişkin nüfus politikalarına bırakması gerekecek.

Uzunca bir süredir Türkiye’deki iç dinamiklerin ve yönelimlerin hemen hemen tamamı Avrupa Birliği üyelik süreci çerçevesinde şekilleniyor. Bu nedenle, Avrupa Kıtasının bu süreç içerisinde nasıl bir demografik süreç yaşadığına da bakmamız, kendimizi ona göre konumlandırmamız ve planlarımızı bu bilgiler ışığında yapmamız gerekmektedir. Avrupa kıtası, Türkiye’den farklı bir değişim süreci yaşıyor. Avrupa ülkeleri demografik süreçlerinin üçüncü ve son aşamalarını yaşıyorlar. Yani Avrupa’nın nüfusunun artması durduğu gibi artık nüfusun yenilenmesi için ihtiyaç duyulan, “net yenilenme oranı” da kritik eşiğin altına düşmüş durumda ve artık Avrupa’da nüfus gerileme sürecine girdi. Bu süreç en az 100 yıl devam edecek. Tüm Avrupa ülkelerinde, genç ve yetişkin nüfusun toplam nüfus içindeki payı giderek azalırken, yaşlı nüfusun payı artıyor. 2002 yılında 25 Avrupa Birligi ülkesinin toplam nüfusu 453.4 milyon iken, demografik öngörülere göre 2025 yılında 456 milyon olucak ve 2050 yılında 400 milyona düşecek. Avrupa kıtası, nüfusunda mutlak azalma ve yaşlanma sürecini önümüzdeki 50 yılda yaşayacak. Bu demografik süreç, Birliğin siyasetini, ekonomisini, sosyal yapısını ve güvenliğini etkileyecek. Türkiye, demografik süreç olarak Avrupa’nın 50 yıl gerisinden gelmekte ve üzerinde dikkatle durmamız gereken Türkiye’nin büyük fırsatı da buradan kaynaklanmakta. Nüfus artış hızının yavaşlamasına karşın, Türkiye genç ve yetişkin nüfusa, yani “çalışabilir” nüfusa sahip olacak. Bu potansiyeliyle Türkiye, Avrupa’nın nüfus süreçlerinin yaratacağı gereksinimleri 50 yıl boyunca, iyi eğitimli, katma değer yaratma gücü yüksek, birikimli nüfusu ile karşılayabilecek durumda olacak.

Sonuç olarak 21. yüzyılın ilk yarısı, nüfusunun demografik yapısı itibariyle, Türkiye ve Türk Gençliği için büyük fırsatların ve daha parlak bir geleceğin kapısını açmaktadır. Avrupa’da hüküm süren nüfus eğilimleri, bu fırsatları daha da yüksek seviyeye taşımaktadır. Ancak önünde açılan bu fırsat penceresini en iyi şekilde değerlendirebilmesi ve her toplumun demografik geçiş süreci içerisinde ancak bir kez yakalayabildiği bu hızlı büyüme sürecini en verimli şekilde yönetebilmesi için, Türkiye’nin dikkatle takip etmesi gereken konular vardır. Bunların başında da yurttaşlarına kaliteli ve rekabet gücü yüksek bir eğitim sunmak gelmektedir. Doğal olarak 21. yüzyılda Türk gençliğinin en çok ihtiyaç duyduğu ve beklediği şey, yüksek kaliteli ve yaygın eğitim politikaları ve doğru yatırım ve istihdam olanaklarıyla, güvenli bir geleceğe ulaşabilmek arzusu olacaktır.

Sahip olduğumuz bu genç ve çalışabilir nüfusun, hayalimizdeki büyük, aydınlık ve güçlü Türkiye özlemi doğrultusunda büyük bir fırsat olduğu gibi, çağdaş ölçülerde, rekabet gücü yüksek, kaliteli ve yaygın eğitim politikaları ile destekleyemezsek, bir diğer deyişle eğitim sistemimizi bu ihtiyaçlarımıza göre yeniden ve süratle tasarlayamazsak, bu fırsat rahatlıkla bir tehdite dönüşebilir ve doğal olarak sunduğu fırsatlar ölçüsünde, geleceğimiz için büyük bir tehlike olabilir.

Bu konuyu daha iyi anlamak için özellikle, yakın zamanda büyük şehirlerde hepimizin gündelik hayatına yerleşmiş durumda olan, korku ve endişe ile izlediğimiz tinerci, kapkaççı, ev hırsızları ve güpegündüz herkesin ortasında bayan sürücülerin otomobillerinin arka camını elindeki buji ile kıran ve göz açıp kapayana kadar arka koltuğa dalıp çantasını kapıp kaçan hırsızlık için özel olarak eğitilmiş ve yönlendirilmiş 16 – 17 yaşlarındaki doğudaki köylerden getirilmiş çocukları aklınıza getirin. Her biri bizim vatandaşımız olan ve en az bizler kadar bu coğrafyada insanca yaşama hakkına sahip olan bu çocuklar, devletin şefkatli, güvenli ve eğitici ellerine ulaşamadıkları için, hırsızlık ve gasp olaylarına karıştırılmakta, örgütlü suç çetelerine çaresizce ve zorla sokulmakta, hatta bir sonraki süreçte şehir terör eylemleri ile karşımıza dikilebilecek bir potansiyel tehditle çoğalmaktadırlar.

Bütün devletlerin özellikle yakalamaya ve en verimli şekilde yaşamaya çalıştığı bu fırsat penceresi, basiretsiz, sorumsuz ve beceriksiz davranmaya devam edersek, tehdit penceresi haline dönüşecek ve dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul’umuzda hepimiz, 3 – 4 metrelik üzeri dikenli tellerle çevrili duvarlar içine hapsolarak, bireysel güvenliğimiz için devlet dışı alternatiflere yönelmek zorunda kalarak, şehir hayatının her türlü güzelliğini tüketen bir paranoya içinde sürekli arkamızı kollayarak ve birbirinden şüphelenen ve korkan, mutsuz, umutsuz, endişeli ve en tehlikelisi, bir diğerinin acısı ve sorunlarını hiç umursamayan ilgisiz ve bencil şehir insanları olarak hayatımızı sürdürmek zorunda kalacağız. Tıpkı yolsuzluklar ve gelir dağılımındaki uçurumdan dolayı, Latin Amerika ülkelerinin uzun bir süredir yaşamak zorunda kaldığı ve artık bu yaşam biçiminin gündelik ve sıradan hale dönüştüğü gibi.

Anadolumuzun öz değerleri, yüzyıllardır süregelen komşuluk kültürümüz, insan ilişkilerimiz ve geleneksel paylaşımcı sosyal hayatımızla büyük bir çelişki gösteren bu birbirinden kopuk, güvensiz ve kapalı süreci ve geri döndürülemez üzücü sonuçlarını bu asil millete yaşatmaya hiçkimsenin hakkı yok…

Aklımızdan çıkarmamamız gereken en önemli şey, geçmişimiz gibi geleceğimizin de ortak olacağı düşüncesi olmalı. Gündelik süreçlerde nasıl görünürse görünsün, uzun dönemde ya hepimiz kazanacağız, ya hep birlikte kaybedeceğiz.

ALİ NASUH MAHRUKİ
www.nasuhmahruki.com
[email protected]