Açık Mektup

Aziz ve Yüce Türk Milleti;

Uzunca bir süre, bu tür bir kitabı (VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR) kaleme alıp almamak arasında tereddüt yaşadım, çünkü konuşarak değil, yaparak-üreterek kendimi ifade etmeyi daha doğru buluyorum. Hayatım boyunca da bu yönde hareket ettim. Adımlarını her zaman planlı atan bir insan olarak hayatım genel anlamda gayet iyi giderken, geçtiğimiz 6-7 yılda “1999 Gölcük (Kocaeli) Depremi sonrası” o kadar saçma sapan ve üzücü şeyle boğuşmak zorunda kaldım ki, gerçekle sahte, iyiyle kötü, doğruyla yanlış arasında sürekli kandırmacaların, sahteciliklerin, ikiyüzlülüklerin olduğu çirkin, ucuz ve bir o kadar da onursuz bir oyunun içinde buldum kendimi ve bir türlü de çıkamadım. Bu saatten sonra bunu ne kadar istesem de çıkabileceğimi zannetmiyorum. Bunu yapacak imkânım olduğu halde, damarlarımda dolaşan kanla bana aktarılan sorumluluk anlayışım her zaman baskın çıkıyor.

Allah izin verirse önümüzdeki yıllarda sizlerle yolumuz daha çok kesişecek. Bu nedenle, bu süreçte hepimizin kafasını karıştıran bu kör dövüşünün içinde yaşananları, olabildiğince nesnel bir şekilde, bir de kendi gözlerimle sizlere aktarmam gerektiğine karar verdim. Özetle bu kitap; daha yirmili yaşlarımdayken bu güzel ülkeye ve bu ülkenin yüce ruhlu insanlarına adamaya karar verdiğim hayatımın bir kesitini ve kirli bilgiyle iyice karıştırılmış bir dönemin tanıklığını en açık haliyle sizlerle paylaşmak için kaleme alındı.

Bir önyargıyı değiştirmenin atomu parçalamaktan daha zor olduğunu biliyorum. Böyle bir beklentim yok, herkes istediğini düşünmeye, istediğine inanmaya devam edebilir. Ben sadece yapılması gerektiğine inandığımı yaparım, bunun yansımalarının ne olacağına hayat karar verir. Bana sadece dingin bir iç huzuru ve kendime saygı kalır. Eğriyle doğrunun birbirine bu kadar karıştığı-karıştırıldığı bir dünyada, insanın kendisiyle barışık olmasından daha büyük bir ödül düşünemiyorum.

Kadim düşünce sistemlerinde insanın bu sınav dünyasında yaptığı yalnız yolculukta, sadece kendisine karşı değil, bütün dünyaya, insanlara, evrene karşı da sorumlu olduğu, sorumluluk taşıması gerektiğinden bahsedilir. Yakın zaman filozoflarından, Sartre, Proust ve Levinas da benzer kurgularla; varoluşu itibarıyla tekil olan ama özünde taşıdığı sevgi ve bilgelikle her şeye karşı evrensel bir sorumluluk taşıyan bir varlık olarak yeniden tanımlar insanı. İşte bu satırların yazarı da hayatı tam böyle algılıyor; yıllardır izlediğiniz mücadelemin asıl sebebi budur…

“M. İlin ve E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu adlı ünlü kitaplarını Gorki’ye anlatırken şöyle der; ‘Şimdi, uçsuz bucaksız uzayı gözünüzün önüne getirin. Yıldızların, bulutsuların doldurduğu uzayı. Bu devler devi bulutsulardan birinde, güneş alev alev yanıyor. Güneşten gezegenler kopuyor. Küçücük bir gezegende madde canlılaşıyor, kendi bilincine varmaya çalışıyor. Bunun sonucunda ortaya insan çıkıyor.’

İşte ben de kendimi, kendi bilincine varmaya çalışan bir insan olarak algılıyorum. Bütün çabam, bütün uğraşım, hatta yaptığım her şey, hep bunun için. Ben kimim, ben neyim, neden ben, nasıl ben, ne zaman ben…”

Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi – 1997, sayfa 13

On yılı aşkın bir süredir sayısız kuruma verdiğim, liderlik ve takım çalışması konularını işlediğim seminerlerimde bile ilk vurguyu, kişinin kendini tanıması üzerine yaparım. Herkese önerdiğim bu sağlıklı başlangıcı, kendi hayatımda da büyük bir dikkat ve ciddiyetle uygulamaya özen gösteririm.

20 yaşında, Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nde okurken, dağcılık ve diğer doğa sporlarıyla tanışmıştım. Okul yıllarında akademik eğitimimin dışında kalan zamanlarımda çok yoğun biçimde dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, bisiklet gibi sporlarla ilgilenmiştim.

Dağcılık ve diğer doğa sporlarıyla tanıştıktan sonra geçirdiğim 4 yılı kendimi tanıdığım ve yeteneklerimi, sınırlarımı, kapasitemi iyice öğrendiğim, yaşamdan ne beklediğimi, ne yapmak istediğimi çözümlemeye ve anlamaya çalıştığım bir dönem olarak görüyorum. Başlangıç olarak en önemli olduğunu düşündüğüm nokta; kişinin kendini tanıması. İnsanın yeteneklerini, kuvvetli ve zayıf taraflarını, beklentilerini, kendisini mutlu ve mutsuz edecek şeyleri, gelecekle ilgili hayallerini kendi içine yapacağı yolculuklarla keşfetmesinin ve yeteneklerini geliştirme ve iyileştirme çabalarını bilinçli ve planlı bir şekilde gerçekleştirmesinin ve sürekli olarak öğrenen, değişen ve gelişen bir varlık olarak bunu düzenli olarak tekrar etmesinin ilerleyen süreçlerde büyük bir rekabet avantajına dönüşeceğine inanıyorum.

Üniversiteden mezun olduğum gün, kişisel kariyerimi ne yöne çevirmemin beni daha mutlu edeceğini, ne yaparsam, ne üretirsem kendimi daha tamamlanmış hissedeceğimi ve hangi alanlarda başarılı olma şansımın daha yüksek olduğunu daha 24 yaşındayken, bugünküne yakın bir şekilde çözümlemiş durumdaydım. Çok iyi bir üniversitede, çok iyi bir eğitim aldığım halde, dışarıdan bakan bir gözle değerlendirildiğinde kendi adıma büyük bir risk alarak ve o güne dek Türkiye’de hiç kimsenin göze alamadığı, ilerleyen yıllardaki başarılara imza atmama yol açacak olan kariyer planımı yüksek ve zorlu dağlara çevirme kararım bu bilinç sayesindedir.

Yunan filozoflar, 2800 yıl önce inşa ettikleri Delphi’deki Apollon tapınağının girişine “kendini bil” öğüdünü yazmışlar. Kişinin kendini bilmesi çok önemli. Ancak bu aşama sağlıklı bir şekilde geçirilirse, kişi yaşamıyla ilgili seçimlerini en doğru şekilde yapabilir. Elbette ki Sokrates’in dediği gibi; “Bir insanın kendini tanıma uğraşı ömür boyu devam eder.” Dolayısıyla insanın kendisiyle barışık olması ve kendisini sürekli ve düzenli olarak gözlemlemesi çok önemli. Ancak bu sayede iyi olduğu tarafları öne çıkarabilir, güçlendirebilir, o kadar iyi olmadığı taraflarını da değiştirebilir, daha iyi yapabilir. Sürekli olarak karşılaştığımız karar verme ve seçim yapma süreçlerinde yeteneklerimizi, beklentilerimizi ve hedeflerimizi iyi bildiğimiz ve bunların arasında mantıklı bir denge kurabildiğimiz sürece sonucun başarı olarak çıkma olasılığı çok daha fazla olacaktır.

Bu işin bireysel kısmıydı.

Akıllı bir varlık olan insanoğlu şöyle bir çevresine baksa, bütün yaratılmış olanların aslında bir plan dahilinde ve birbiriyle ilişkili olarak varolduğunu görecektir. Bugün okyanusta yaşayan ve besin zincirinin en alt halkalarından biri olan küçücük krill’lerin, okyanus yüzeyindeki ısının değişimine bağlı olarak azalmaları, peşi sıra tetikleyeceği diğer gelişmelerin sonucunda, bu besin zincirinin en üst noktasında yer alan insanoğlu için bile bir felakete yol açabilecektir. Veya Amazon’da yaşayan bir kuş türünün ya da Afrika’da yaşayan küçük bir memeli türünün soyunun tükenmesi, beraberinde pek çok sorunu da kalan türlere getirecektir. Çünkü doğa rastgelelikle değil kurallarla ve olasılıklarla belirli bir sistem dahilinde işler ve bu sistem milyonlarca yıllık evrim süreci sonucunda bugünkü noktaya ulaşmıştır. Sistem içerisinde meydana gelebilecek herhangi bir aykırı değişim, beraberinde başka beklenmedik değişimleri de getirecektir. Bunların bize etkisi olumlu olabileceği gibi, bugünlerde gündemimize giren küresel ısınma sorununda olduğu gibi ölümcül de olabilecektir.

Varolan her şey, başka her şeyin de varoluşuna katkıda bulunur ve varolan her şey aslında diğer varolan şeylerle birlikte varolur ve her şey doğrudan ya da dolaylı bir diğeriyle etkileşim içerisindedir. Yaşamı, doğayı ve evreni her zaman bir bütün olarak algıladım ve bu bütün içinde, o bütüne ait diğerlerine eşdeğer bir parça olarak kabul ettiğim kendi yerimi bulmaya, anlamlandırmaya çalıştım. Birlikte varolanlar ve karşılıklı olarak birbirlerini var edenler ancak birlikte ilerlerse, büyürse, gelişirse anlamlı bir bütünlükten söz edilebilir. Yoksa sürecin bir tarafı hep eksik ve zayıf kalır; bu eksik kalan taraf daha sonra çok ama çok büyük temel sorunlara yol açabilir.

Bugün ülkemizde ve dünyada yaşanan birçok sorunu bu basit mantıkla bile açıklayabiliriz. Türkiye’nin doğusu ve batısı arasında yaşam standardı ve kalitesi değerlendirildiğinde, son 50 yılda uygulanan yanlış politikalar yüzünden büyük bir uçurum olduğu görülür. Bu sonuç büyük kentlere, önlenemez bir göç, büyük ve ciddi toplumsal sorunlar taşır. Trafik sıkışıklığı, kalabalık nüfus ve sokakların temizliğindeki sıkıntılar bunların en basitiyken, şiddet, gasp, kapkaç, tecavüzler, sistemdeki boşlukların yarattığı rüşvet ve yolsuzluk konuları daha ciddi sorunlar olarak karşımıza çıkıyor. Hatta daha ileriye gidersek, ülkemizin en büyük dertlerinin başında gelen terör belası bile, zamanında bu basit mantığa aykırı uygulanan politikalar yüzünden bir türlü çözülemiyor.

Aynı şekilde bugün dünyamız da bunun daha büyük ölçekteki bir yansıması ile boğuşuyor. Yüzyıllardır ellerine geçen her fırsatta kendi benzerleri dışındaki her milleti sömürmeyi bir devlet politikası olarak uygulayan batı dünyası, bugün kendi yarattığı asimetrik tehdidin önlemini nasıl alabiliriz diye kara kara düşünüyor ve bulabildiği tek çözüm de; ne yazık ki en iyi bildiği konu olan daha fazla güç, daha fazla baskı ve daha fazla şiddet kullanmak oluyor. Bu durum da doğal olarak kendi karşıtını da aynı ölçekte hırslandırıyor, güçlendiriyor ve süreci daha fazla içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bu kaotik kısırdöngünün sorumluluğunu üzerlerinden atabilmek de “medeniyetler çatışması” adı verilen zorlama bir teoriye düşüyor.

Konfiçyüs, “insanın insana iyilikçi ilgisini” çok özel bir yere koyar. Ancak bu ilgiyi, bu sorumluluğu hissedersek ve gereklerini yerine getirebilirsek, önce yakın çevremizde ve kendi toplumumuzda sonra da bütün insanlık içinde sevgiyi, barışı, anlayışı, hoşgörüyü ve karşılıklı sorumluluk anlayışını güçlendirebiliriz. Böylece kendimizden sonraki kuşakların daha sağlıklı, daha huzurlu, daha mutlu olmasını sağlayabilir ve insanlığın daha ileriye gitmesine yardımcı olabiliriz.

Sağlıklı, akılcı, sağduyulu bir toplumda yaşamak isteyen aklı başında her insan, yaşadığı toplumun gelişmesi ve ilerlemesi için çaba gösterir. Karşılığını da, sadece kendi dünyasının değil çevresinin de güzel olmasıyla alır. İçi de dışı da güzelliklerle çevrilir.

Bu da işin toplumsal, küresel kısmıydı…

Biyolojide, minimum yasası veya sınırlayıcı etkenler ilkesi olarak geçen Liebig Kanunu’na göre; çevrede yeterli miktarda bulunmadığı zaman biyolojik gelişimi sınırlayan maddelere “sınırlayıcı etken” adı verilir. Buna göre bir bitkinin gelişmesi için gerekli kimyasal maddeler arasında hangisi bitki için gereken minimum miktara en yakın değerdeyse o maddenin büyümeyi sınırlayıcı etkisi görülecektir. Bir diğer deyişle, bir organizmanın sağlıklı yaşaması için gereken girdilerden en eksik olan, eksik olmayan diğerlerinin ne kadarlarının kullanılabileceğini belirler. Bu yasa; toplumsal hayatı da yaşayan, değişen ve gelişen bir organizma olarak değerlendiren sosyologların da ilgisini çekmiş ve toplumsal hayatla ilgili konularda da kullanılmış.

Kişisel kanaatim olarak bir ülkenin A’sı ne ise Z’si de odur, o olmak zorundadır. Trafik konularında, yolsuzluk ve rüşvetin yaygınlığı konularında, eğitim sorunları konularında, sosyal güvenlik ve sağlık sistemleri konularında, hukukun hızı ve etkinliği konularında, kaçak yapılaşma veya kaçak elektrik kullanımı konularında, medyamızı esir eden magazin ve televole kültürsüzlüğü gibi konularda dünya sıralamasında yerimiz, hepimizin bildiği ve utandığı konumdayken, örneğin afet zararlarının azaltılması ve afetlere hazırlık konularında, son 6-7 yılda yapılan bütün iyi niyetli çabalara ve muazzam kaynak aktarımlarına rağmen, Japonya veya Amerika gibi olmamızı beklemek hayalperestlikten başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bir organizmada bütün bileşenler birbiri ile doğrudan veya dolaylı etkileşim içindedir. Sadece biri üzerinde kurgulanan, diğerlerinin çok ötesinde bir ölçekte iyileştirme veya dönüştürme çabaları, diğerleri göz ardı edildiği sürece başarılı olma şansına sahip değildir, olsa bile başarısının sürekliliğini sağlama ve sürdürülebilir kılma şansına sahip değildir. Hırsızlık, yolsuzluk, rüşvet gibi konuları veya medyadaki kontrolsüz büyüyen televole ve magazin programlarını veya eğitim ve sağlık sorunlarımızı veya tinerciler ve sokak çocuklarını veya aile içi şiddet konularını birbirinden bağımsız, birbiriyle ilgisiz konular olarak ele alıp, sadece kendi çerçevelerinde değerlendirirsek ve çözüm çalışmalarını da bu sınırlılıkla yapmaya kalkarsak büyük bir yanılgıya düşeriz. Bir sistem, belirli bir alanda yer alan ve birbiri ile doğrudan veya dolaylı ilişki içinde bulunan unsurlardan oluşur. Sistemin güvenilirliği kendisini oluşturan unsurların güvenilirliğinin bileşkesidir.

Topumsal hayatı ve toplumsal hayatın her alanını da benzer şekilde bir sistemin parçaları olarak ele almamız ve herhangi birinde çözüm veya iyileştirme çabalarını değerlendirirken de, diğerleri ile olan ilişkilerini ve etkileşimini de göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu anlamda bakıldığında, ülkemizin çok ciddi ve uzun süredir devam eden artık kronikleşmiş sorunları olduğunu ilk başta kabul etmemiz ve çözüm arayışlarımızda da kendimizi kandırmaktan dikkatli bir şekilde sakınmamız gerekmektedir. Bugün başbakanı, bakanları yüce divanda yargılanan ama her nedense zaman aşımı gibi garip bir gerekçeyle veya sürekli çıkartılan aflarla son anda paçayı kurtaran, silahlı kuvvetlerinin en üst düzey paşası yolsuzluk yüzünden cezaevine düşen, milli savunma bakanı hapiste olan, yolsuzluk ve rüşvette dünya sıralamasında başlarda yer alan, birçok milletvekilinin ancak dokunulmazlık zırhıyla aramızda dolaşabildiği, 24 saat magazin ve futbol bombardımanına maruz bırakılan, 16-17 yaşında beyni yıkanmış çocuklara siyasi cinayetlerin işlettirildiği bir toplumda, sorunlarımızı sadece göründüğü yerde ve göründüğü kadarmış diye algılayarak bir yere varamayacağımızı anlamamız gerekmektedir.

Hepimiz daha iyi yaşam koşulları istiyoruz, buna elbette ki hakkımız var. Bunun için çaba da gösteriyoruz, ancak sadece istemek ve sorunları tek boyutlu, sadece göründüğü yerde ele alıp çözmeye çalışmak bu isteğimize kısa dönemde ulaşmamıza ne yazık ki olanak vermeyecektir. Türkiye’nin sorunları ne yazık ki kısa dönemde çözülemeyecek kadar ciddi ve köklüdür. Asla çözümsüz değildir, sadece çözecek niyete ve iradeye ve elbette ki zamana ihtiyaç duymaktadır.

Bu nedenle de sorunlarımıza bütüncül bakış açısı ile bakmalı, sistem içerisinde, sadece o anda patlak veren yeri geçici olarak yamamaya çalışmaktan vazgeçip, sistemin bütününü ele geçirmiş olan hastalıklarla doğrudan mücadele etmemiz gerekmektedir. Aksi taktirde, depremde hasar gören bir binanın sadece sıvasının yenilenip, ana taşıyıcı yapısının aynı kırıklarla ancak bir sonraki depreme kadar dayanabileceği, son derece hassas ve kırılgan iç yapısı ile tesadüfen ayakta kalan dışarıdan sağlam görünen ama içi çürümüş bir binadan farkımız olmayacaktır.

Türkiye bundan daha iyisine layıktır. Ülkemizi çağdaş medeniyetler seviyesinin üzerine çıkarma konusunda gerçekten kararlıysak, doğanın yasalarını ciddiye alarak hareket etmemiz gerekmektedir. Öncelikle gelişmemizi, düzelmemizi sınırlayan, her türlü engelle, her birini ciddiye alarak ve sorunlarımızın köküne inerek mücadele etmeliyiz.

Binlerce yıllık Anadolu görgüsünden süzülerek gelen birlikte yaşama kültürünü, Anadolu’nun bağrından yetişmiş ermişlerin, Yunus’ların, Mevlana’ların; “yaradılanı sevdik yaradandan ötürü” öğretilerini ve ailemden getirdiğim kentli olma kültürünü, tarih boyunca fedakârlığın ve cesaretin eşsiz örneklerini vermiş asil milletimin değerleriyle birlikte akılcı ve çağdaş bir vizyonla harmanlayınca, kendi dışımdaki şeylere karşı da sorumluluk taşımam gerektiğini kavradım. Kendimden ve yakın çevremden başlayıp, bütüncül bakış açısı, sevgi, saygı ve empati ile beslenen bu sorumluluk anlayışını öncelikle ülkeme, tanıdığım-tanımadığım bütün milletime, hatta bazen başka ülkelere ve onların milletlerine kadar da yansıtabildim.

Ve bundan da hep büyük mutluluk duydum…

Varlığımızın tekil olmasına rağmen sorumluluğumuzun evrensel olduğuna inanıyorum. Diğer canlılardan farklı olarak sahip olduğumuz aklımız gereği, küresel hatta evrensel bir sorumluluk taşımamız gerektiğini düşünüyorum.

Bence en doğrusu yaşama güçlü bir kişisel farkındalıkla başlamak ve kendini iyice tanıyıp, yeteneklerini, sınırlarını öğrendikten sonra, doğanın ve sistemin işleyişini kavramak ve sonra da bu sistemin içinde, kendi yerinin farkına varmak olmalı. Böylece kişinin, kendi olmaktan çıkıp, doğa dediğimiz sistemin bir parçası olduğunu algılayarak, gerçek konumunun idrakine varmasının en doğrusu ya da en kolayı olduğunu düşünüyorum. Bugüne dek izlediğim yol bu oldu. Önce okuyarak düşünsel, duygusal planda yolculuklara çıktım, sonra dağlara tırmanarak fiziksel ve ruhsal sınırlarımı geliştirdim ve güçlendim, ardından otostopla, motosikletle, tekneyle veya o an için işlevsel her türlü ulaşım aracıyla uzun seyahatler yapıp dünyayı ve insanları, kültürleri daha iyi tanımaya gayret ettim; sonunda da kendim, kendi ülkem ve kendi insanım için, sahip olduklarımla neler yapabileceğimi bulmaya çalıştım.

Bu süreçte sizlerin de izlediği gibi, 1996 yılında, daha 20’li yaşlarımızdayken dağcı arkadaşlarımla birlikte AKUT’u (Arama Kurtarma Derneği) kurduk ve bugüne dek birçok önemli iş de başardık. 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi sonrasında, ülkenin dört bir yanından gelen gönüllüleri de organize ederek gerçekleştirdiğimiz arama ve kurtarma ve yardım dağıtımı çalışmaları sonucunda, 220 vatandaşımızı enkazların altından çekip almayı başarmış ve ilk günlerin o korkunç karmaşıklığında, dünyanın dört bir yanından gelen yardımların tasnif edilmesi, depolanması ve dağıtımı çalışmalarını da aynı ciddiyet ve disiplinle sağlamıştık. Başlangıçta her şey çok iyiydi, hatta bir peri masalı gibiydi. Koşulsuz bağlı olduğumuz devletimizin örgütlü sisteminin hazırlıksız yakalandığı ve büyük bir zafiyete düştüğü bu süreçte, bir avuç gönüllü, hiçbir yerden çağrı, yönlendirme, izin, onay, vs. beklemeden, kendi inisiyatifimizle haberi alır almaz, kitlesel bir afete dönüşme olasılığını çok yüksek olarak hesapladığımız depreme bütün imkân ve kabiliyetlerimizle müdahale etmiş ve bu zor zamanında devletimizin ve milletimizin yanında olabilmiştik.

Sonrası çok ama çok zor, tehlikeli, acı dolu, hayatımızda ilk kez yaşadığımız ve bir daha da asla yaşamak istemediğimiz korkunç bir deneyim oldu hepimiz için. Allah o günleri bir daha kimseye yaşatmasın…

Ortalık biraz durulunca afetin boyutları daha iyi anlaşıldı ve bizim gencecik yüreklerimizle başardıklarımızı görünce, yediden yetmişe asil milletimiz bizi öyle bir bağrına bastı ki, yorgunluğumuzu, yaralarımızı, acılarımızı her şeyi unuttuk. Göğsümüzü gere gere, gururla söyledik AKUT’lu olduğumuzu. Mutluyduk, huzurluyduk, gururluyduk. Milletimizin bize en çok ihtiyaç duyduğu zamanda koşa koşa gitmiştik enkazlara ve bütün bunları sadece doğru olduğuna inandığımız için yapmıştık. Devletimizin en sıkıştığı günlerde onun yanında olmanın onurunu, bugün bile her AKUT’lu yüreğinin en derininde bir gurur abidesi olarak saklar.

İlk günlerde her şey çok iyi gitmişti. Koşulsuz yardımseverliğimiz ve çalışkanlığımız, her seviyedeki insanlar tarafından, Başbakanımız sayın Bülent Ecevit, Genel Kurmay Başkanımız sayın Hüseyin Kıvrıkoğlu ve Cumhurbaşkanımız sayın Süleyman Demirel dahil takdir edilmiş, alkışlanmıştı. Hatta gönüllü çabalarımız o kadar büyütüldü ki, yaptıklarımızla bizi “kahraman” diye bile nitelendirdiler. Oysa biz sadece, herkesin yapması gerektiğine inandığımızı yapmış, zor zamanında vatanımız için, milletimiz için elimizden gelen çabayı göstermiştik. Bunu da alkışlanmak, ödüllendirilmek veya takdir edilmek için değil, doğru olan o olduğu için yapmıştık.

Hayatı basit denklemlerle anlamaya, anlamlandırmaya çalışan sıradan insanlardık aslında. Bize göre, başı sıkışana yardım etmek, insan olmanın gereği olarak herkesin görevi ve sorumluluğudur. Bizim de başımız sıkışsa, diğerlerinin bize el uzatacağına inanarak yaşarız hayatımızı. O gün için bizim imkânlarımız uygundu, biz yardım ettik, yarın bizimki uygun olmaz, bizim yardıma ihtiyacımız olur, bize de başkaları sahip çıkar diye düşünürüz. Bizim denklemimiz bu kadar içten, bu kadar sade ve bu kadar basitti aslında. Ama işin içine çıkar hesapları ve on yıllardır alt kimliklere bölünmek için uğraşılan yurdumun birbirine düşürülmüş, cahil bırakılmış, yoksul, garip, aslında tertemiz ve iyi niyetli ama kandırılmış insanları da bir tarafından girince, ne büyük bir yanılgı içine düştüğümüzü yıllar sonra anlayabildik; hayat o kadar basit değilmiş ne yazık ki…

Hayatın bu kadar basit olmadığını; karşılıksız yardımseverliğin, gönüllülüğün, hatta can kurtarmanın bile, aslında her zaman hoş görülecek bir davranış olmadığını kavramamızın ne kadar zaman aldığını ve bütün ön kabullerimiz ve inandığımız değerlere rağmen, bunu kabul etmenin ne kadar üzüntülü ve zor bir süreç olduğunu tam olarak ifade edebilmem çok zor. Yıllardır AKUT’un karşısına birçok kaynaktan çıkartılan engelleri ve gerekçelerini herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermeden, aramıza katılan yeni gönüllülere anlatmakta ne kadar zorlandığımızı size anlatamam. Bir yandan bu süreçler nedeniyle devletimize karşı yapılabilecek hak etmediği yakıştırmaları engellemek, bir yandan devletimizin gücüne sırtını dayayarak bunu yapanları ayırmak ve sorumluluğun kişilere ait olduğunu anlatmak ve bu çok önemli farkı her seferinde vurgulamak için azami gayret sarf ediyoruz. Üzülerek söylüyorum ki, bütün özenimize rağmen bazen başarılı olduğumuz konusunda da tereddütlerim var.

İnşallah bu kitaptan sonra…

Sadece bu konuya dikkat çekmek için; “Devlet ve Devlet’in Yöneticileri” başlıklı bir makale bile yazmıştım, aşağıda bu makalemi sizlerle paylaşmak istiyorum;

Büyük önder Atatürk’ün bizlere armağan ettiği, birinci vazifemiz olarak onu sonsuza dek korumak ve kollamak görevini verdiği ve her zaman en kıymetli hazinemiz olarak tanımladığımız cumhuriyetimizi temsil eden devletimizin, son 50 yılda kırmadığı, haksızlığa uğratmadığı, şu veya bu sebeple canını yakmadığı neredeyse bir tek namuslu vatandaşımız yoktur. Ne yazık ki tarihimiz de bu tür yanlış uygulamalarla doludur.

Devlet, kendisini vatandaşından daha önemli gördüğü ve onun üzerinde her tür hakka sahip olduğunu düşündüğü için, vatandaşına her tür uygulamayı, hukuka veya ahlaka uygun olsun olmasın, kendisinde bir hak olarak görmüştür ve hâlâ da görmektedir. Bu bakış açısı öyle yer etmiştir ki, kendisinin bile son şansı olabilecek en üstün ve en fedakâr evlatları olan Mustafa Kemal ve silah arkadaşları bile, haklarında çıkarılan idam fermanları ile o zamanki Osmanlı Devleti’nin Damat Ferit hükümetinin kendisine düşman bellediği, kırdığı evlatlarının listesine dahildir. Benzer uygulamalar Atatürk sonrası süreçte bugün de, Devletimiz tarafından çok az değişiklikle uygulanmaktadır. Devlet, gücü yettiğine adaleti uygular, yetmediğine uzaktan bakar, kayıt altına alabildiğinden vergi, elektrik, tapu gibi borçlarını tahsil eder, kayıt altına alamadığını görmezden gelir. Kendisine, dolayısıyla aslında millete ait olanı gasp edenlere peşkeş çekerek, o milli değerlerde vatandaşlık hakkı olanların haklarını bir kalemde siler ve bunu da birtakım gerekçelerle savunmaya çalışır. Böylece kamu malına karşı hırsızlık, gasp gibi suçları işlemeyen namuslu vatandaşlarını da hiç rahatsızlık duymadan mağdur eder. Tahmin edebileceğiniz gibi bu örnekleri öyle çok artırabilirim ki sayfalarca Devlet aleyhine yazmam gerekir.

Şimdi yukarıda yazdığım paragrafta “Devlet” yerine, “Devletin o konumdaki yetkilileri” cümlesini koyup lütfen bir daha okuyun. Yukarıda da belirttiğim o sayfalarca devlet tarafından yapılan yanlış ve haksız uygulamaların tamamı, gerçekte devletin karar vericileri ve uygulayıcıları konumlarında olan atanmış ve/veya seçilmiş insanlar tarafından yapılan haksızlıklar ve yanlışlıklar, hatta ihanetlerdir ve hiçbiri, soyut bir kavram olan devletin ve sonuçta Cumhuriyetimizin üzerine atılacak suçlar değildir. Kararları insanlar alır ve insanlar uygular, sonuçlarından da insanlar sorumludur. Bu sorumluluğun da elbette ki iki boyutu vardır; birincisi seçilmişlerin yetkilerini yanlış kullanarak, hatta aşarak yaptıkları haksız ve yanlış uygulamalar, ikincisi de bu konumlara vatandaşın, seçmenin, yani bizlerin özgür iradesiyle getirilen bu kişilerden bir hesap sorma mekanizmasını kuramayıp, yaşadığımız sorunlarla ilgili bütün faturayı devlet adını verdiğimiz soyut kavrama çıkarıp, sorumluluğu üzerimizden atma kolaycılığına kaçmamızdır.

Devlet olarak tanımladığımız yapı aslında soyut bir kavramdır ve onu var eden unsurlarla anlamını bulur. Devlet birtakım kurallar dizgesiyle işleyen bir kurumlar bütünüdür. Devletin bekâsı ve güvenliği ve milletin refahını sağlamak için ulaşılması ve korunması gereken amaçlar şeklinde tanımlayabileceğimiz Milli Menfaat’lerimize erişmek için, Devlet örgütlenmesinde yer alan bütün kurumların ortak amaç ve ortak vizyon çerçevesinde, güç ve işbirliği içerisinde çalışması gerekmektedir. Devleti oluşturan kurumlara baktığımızda, yürütme görevinden sorumlu olan hükümet, yasama görevinden sorumlu olan TBMM, yargı görevinden sorumlu olan bağımsız mahkemeler ve bunların dışında sivil ve askeri bürokrasi, çalışma alanları yasalarla tanımlanmış resmi, özel ve sivil bütün kurumlar ve sivil toplum örgütlerini görebiliriz. Bu noktada, bazı sınıflamalara göre, yasama-yürütme ve yargıya ilave olarak, 4. güç medya olarak tanımlanır, 5. güç ise, benim de 11 yıldır bu vatan ve bu millet için bir nefer olarak çalıştığım AKUT gibi sivil toplum örgütleridir.

Devlet, ortak bir hayatı ve kültürü paylaşan bir toplumda, toplumu düzenleme, topluma güvenlik, refah ve huzur sağlama amacını güden ve bu amaca yönelik olarak kanun koyma, bu kanunları uygulama, yargılama, cezalandırma gibi güçlere sahip olan kurumdur. Devlet, sonuçta bir kurumlar bütünüdür ve bu bütünü var eden de toplumun kendisidir.

Devlet iradesinin ne yönde ve ne şekilde gerçekleşeceğini belirleyenler, devleti oluşturan kurumların her birinde görev alan insanlardır. Çok açık olarak ortadadır ki, son elli yılda hemen her alanda çok önemli hatalar yapılmıştır ve hâlâ da yapılmaya devam ediliyor. Ancak burada üzerine basarak vurgulamaya çalıştığım tek şey, bu hataların, Atatürk’ün bize armağan ettiği Türkiye Cumhuriyeti’nin, devletimizin planlı, bilinçli, istekli bir şekilde, bu yönde bir irade kullanarak gerçekleştirdiği eylemler olmadığıdır. Devlet yönetiminde elbette kullanılan ve hâkim olan bir irade vardır, ancak bu irade, devletin kurumlarını yönetme konumunda bulunan insanların ortak iradesidir. Bunun hesabı sorulacaksa, ki mutlaka sorulmalıdır, bu hesap yetkilerini yanlış ve haksız kullanan kişilere sorulmalıdır. Çünkü akıla, zihne ve bilince sahip olmayan ve ancak soyut bir kavram olan devlet, açık olarak bir irade geliştirme ve uygulama yeteneğinden yoksundur. Burada kullanılan irade atanmış veya seçilmiş olan insanların iradesidir. Burada bir şikâyetimiz varsa, bir şeyleri değiştirmek istiyorsak, devletimizi değiştirecek halimiz olmadığına göre, hatta tutun ki böyle bir imkân var; devleti değiştirebilme imkânı olsa bile onu yöneten insanları ve anlayışı değiştirmedikten sonra pratik anlamda hayatımızda beklediğimiz, arzu ettiğimiz hiçbir şey değişmeyecektir. Artık seçimlerimizle daha iyi, daha düzgün ve nitelikli insanları göreve getirme zorunluluğumuzu anlamamız gerektiğini söylemek isterim.

Büyük önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün dediği gibi; “Dünyada her millet icraatına tahammül ettiği hükümetin mesuliyetine ortak sayılır.”

Oylarımızla veya kararlarımızla her ne sebeple ve beklentiyle olursa olsun, rüşvete, yolsuzluğa, onursuzluğa bulaşmış insanları yetkili-sorumlu pozisyonlara getirirsek veya getirilmelerine seyirci kalırsak; ortaya koyacakları devlet yönetimi iradesi ona göre olacaktır. Vatansever, gerçek Atatürkçü, dürüst, aydın, sorumluluk sahibi insanları o pozisyonlara getirirsek; bu sefer ortaya çıkacak olan devlet yönetimi iradesi de bu yönde oluşacaktır. Her iki durumu da ortaya çıkaran ana sebep, sonuçta mevcut seçim sistemi içerisinde bizlerin ortaya koyduğu yönelimdir. Her türlü iletişim imkânı kullanılarak, Türkiye’de yıllardır en üst düzey profesyonellere bile taş çıkartacak kadar iyi uygulanan dezenformasyon-kirli bilgi çalışmaları sayesinde, ne yazık ki bu tür bir tehlikeli gidişatı fark etmek çok zor oluyor ve çoğu zaman da geç kalınıyor. Fark edilse bile, çoğu zaman hukuk sistemimizin özellikle iyileştirilmeyen zafiyetleri bu iş için dünyanın parasını alan hukukçular tarafından kullanılarak, neredeyse suç üstü yakalananlar bile yeteri kadar güçlülerse, milletle dalga geçer bir şekilde aklanıyorlar. Bize de, devletimizi soktukları milyar dolarlarla ölçülebilecek zararlarla baş başa kalmak düşüyor.

Devlet otoritesindeki en küçük bir boşluk, bu boşluğun birtakım gayrı meşru yapılanmalar tarafından doldurulmasıyla sonuçlanacaktır. Bundan da tüm bireyler zarar görecektir. Zayıf bir devlet, toplumun içindeki bazı çıkar çevrelerinin etkisi altında kalacak ve yine toplumun geneli bundan zarar görecektir. Dolayısıyla bir toplumun içindeki her bireyin, güçlü bir devlet mekanizmasına taraftar olması gerekir. Devletin güçlenmesi için çaba harcaması, devletin zayıflamasına yönelik eylemlere karşı da tavır alması gerekir. Kısacası devletine sahip çıkması gerekir.

Bu konuyu çok iddialı olarak söylüyorum, çünkü bizim de devlete kızmak için çok haklı gerekçelerimiz olmakla birlikte, asla böyle bir yanılgıya düşmediğimizi size daha iyi ifade edebilmek adına, bu kitabın ilerleyen bölümlerinde kendimizden de birtakım örnekler vermek istiyorum.

Sonuçta eğer devlete kızmak için bahane arasaydık, emin olun düşünemeyeceğiniz kadarı zaten vardı. Ancak bizler devletimizin varlığını her zaman ve her koşulda kendi varlığımızın üstünde gördük. Atatürk’ün dediği gibi, kendimizi inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisi olan Türk gençleri olarak tanımladık. Bir gün AKUT ve Türkiye Cumhuriyeti’nin menfaatleri çakışırsa, haklı-haksız, doğru-yanlış ayırımına gitmeden derhal geri adım atacağımızı ve bu yönde en ağır fedakârlıkları bile, (derneğimizi kapatmak dahil) yapmaktan geri durmayacağımızı bugün her gönüllümüz bilir ve ona göre hareket eder. Hedefimizi hiçbir zaman karıştırmamalıyız, hedef devletin kendisi asla olamaz. Devlet gücü ve yetkisini yanlış, eksik, haksız, kanunsuz kullanan insanlardır burada düzeltilmesi ve değiştirilmesi gereken. Al Gore’un belgesel niteliğindeki sarsıcı filmi “Uygunsuz Gerçek”te dile getirdiği gibi; “siyasi irade yenilenebilir bir kaynaktır”.

En önemli olarak gördüğüm konuların başında, geçmişte verilmesi gereken hesapları devletimize değil de, onun kurumlarını idare eden insanlara yönlendirme gerçekliğini aklımızdan bir an olsun çıkartmamamızın gerekliliği ve şartı geliyor. Aksi taktirde sonuna kadar haklı olduğumuz bütün kızgınlığımızı ve öfkemizi, varoluşumuzun biricik temeli olan Cumhuriyetimize yönlendirmek yanılgısına düşebileceğimiz ve asıl suçluların cezasız kalarak yaptıklarının yanlarına kâr kalmasına sebep olacağımızı unutmamalıyız.

Üzerimizde oynanan onca oyun ve hakkımızda çıkarılan bunca dedikodu nedeniyle, bugün aramıza yeni katılanlara bir de bu yönde bir bilinçlendirme çalışması yaptığımızı bilmenizi isterim. Bu tür hassas konular ve ince dengeler, kötü niyetli ellerde rahatlıkla yıkıcı bir güce dönüştürülebilir. Kandırılmış vatandaşlarımızın hangi kirli bilgilerle suç örgütlerinin hatta terörün bile kucağına itildiğini herhalde görmeyenimiz kalmamıştır artık.

Allah’tan bu, AKUT içinde erken fark ettiğimiz konulardan biriydi…

İyilik ve kötülük, doğru ve yanlış gibi birbirinin tam karşıtı olan değerler bile, bazılarının elinde menfaat ilişkilerine göre belirlenir olmuş. Başlangıçta iyiydik, hem de laf olsun diye değil, gerçekten iyiydik, iyinin de ötesindeydik herkesin gözünde. Yıllar içerisinde bizlere verilen ödül ve plaketlerin sayısını bile bilen olduğunu sanmıyorum, sonra ne olduğunu bile anlayamadan birden kötü oluverdik.

Oysa biz hiç değişmemiştik…

Biz daha 30’larına bile varmamış bir avuç delikanlı, bir avuç genç kız, koşulsuz sevdiğimiz vatanımız için, milletimiz için oradan oraya koştururken kimleri, nereleri rahatsız etmişiz, hangi hesapları neredeyse bozuyormuşuz, ülkem üzerine oynanan hangi entrikaları bilmeden tehlikeye sokmuşuz, bunu anlayabilmem için aradan 5-6 yıl geçmesi gerekti.

Aslında iyi bir gözlemcinin gözünden kaçırmayacağı bu konuları benim anlayabilmem yıllar sürdü. Sürecin tam göbeğinde kalınca, dışarıdan bakan bir gözle değerlendirmek o kadar da kolay olmuyor. Bir yandan kendimizi yalana, dolana, çirkefe ve iftiraya karşı, hem de dik duruşumuzu bozmadan savunmaya çalışırken, etrafımızda dönen kumpasların içini görmek, bizim gibi amatörler için neredeyse imkânsız bir maceraymış. Yıllar içerisinde ortalık sakinleşince ve bugün Türkiye üzerine oynanan oyunlarla bunları birleştirince parçaları üst üste koyabildim ancak.

Elinizde tuttuğunuz bu kitapta sizlere, olabildiğince açık bir şekilde işte bunlardan bahsetmek istiyorum…

Ali Nasuh Mahruki