AŞKA VE İŞİNİ AŞKLA YAPANLARA
bAŞKa bAŞKa hep bAŞKa
AŞK, AŞK hep AŞK
sadece AŞK
AŞK
BENDEN SİZLERE / SİZLERDEN BANA
Dağlarla, doğayla, gökyüzüyle ve denizlerle tanıştığım ve kendimi onların kardeşi olarak görmeye başladığım, 19 – 20 yıl (1988 sonları) önceki en atılgan çağlarımdan bu yana hayatımı; insanoğlunun yaradılışı itibariyle sahip olduğu algılama araçları ile hissedebileceği en yüksek duygu olan “aşk” üzerine kurmuş olduğumu, ancak son yıllarda kelimelerle ifade edebilecek olgunluğa eriştiğimi görüyorum. Aslında o günlerde de benzer duygularla, müthiş bir tutku ve bastırılamaz bir coşkuyla aklımı ve bedenimi oradan oraya savuruyordum, ancak adını şimdiki gibi koyup tanımlayamıyordum. Geçmişte doğal – içsel coşkusuyla, kardeşlerinin bağrında her şeyi, her zorluğu ve her tehlikeyi göze alıp, özgür ve çırılçıplak oradan oraya koşturan bu genç ruh, ancak, 35 – 36 yaşlarında yaşadığının “aşk” olduğunu, yaşamının “aşk” olduğunu tanımlayabildi, hatta neredeyse elleriyle bile tutabildiğini gördü.
Bir insan bundan daha fazla nasıl mutlu olabilir ki…
Nazım Hikmet; “Memleketinizi sevin” der, “Ama sadece iyi ve güzel taraflarını sevip, kötü taraflarını sevmemek olmaz, yumurtadan çıkıp kabuğunu beğenmemek olmaz” der. “Memleketinizi sevin ama bütün pisliğiyle birlikte sevin” der.
İşte aşk bu; iyi – kötü, güzel – çirkin, doğru – yanlış, az – çok, hızlı – yavaş demeden, yargılamadan her şeyi sevmek, sadece sevmek için sevmek.
Aziz Nesin, “Bir Başka Türlü Sevmek” adlı şiirinde ne güzel ifade etmiş bu duyguyu;
Ben halkımı iyi diye doğru diye
Ben halkımı bilge diye beni sevsin
Ya da övsün diye değil
Ben halkımı benim diye severim
Ben yurdumu güzel diye değil
Zengin diye cömert diye değil
Ben yurdumu yurdum diye
Benim diye severim
Kahrını çilesini acısını çok çektim
Yaşadıkça daha da çok çekerim
«irkin olsun yoksul olsun ben yurdumu
Benim diye yurdum diye severim
Bitkel olsun kır olsun kıraç olsun
Bir ana çocuğunu çocuk da anasını
Nasıl severse candan hem de hiç çıkarsız
Ben yurdumu ben halkımı işte öyle severim
Tahir’e demişler yanıp tutkunu olduğun Zühre
«opurdur bodurdur çok da çirkin bir kızdır
Aaah demiş Tahir döne döne yane yane
Zühre’mi göreydiniz bir de benim gözümle
Hayınları alçakları aptalları çoktur halkımın
Dar’a çeker cayır cayır yakar insanının hasını
Aptaldır önce asar sonra ağlar ayağının dibinde
Ben yurdumu ben halkımı benim diye severim
……
Aragon’un aşk için söylediği çok hoş bir söz var; “Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir.” İşte, kişiye sonuçta, sadece güç katan böylesine bir aşkla sevmeli insan; gözün görebildiği, kulağın duyabildiği, elin dokunabildiği her şeyi. Sebepsiz, sorgusuz, koşulsuz ve öncesiz. Dağı dağ, ormanı orman, denizi deniz, rüzgarı rüzgar, insanı insan olduğu için, yaratılmışı yaratandan ötürü sevmeli insan. Sevmek için başka bir koşul aramamalı.
Ne kadar mütevazı olursa olsun yaşamın her türlüsüne saygı duymayı öğrendiğim günü, kişisel gelişim sürecimin bir atlama taşı olarak değerlendiriyorum. En küçük böcekten, en garip hayvana, en değişik bitkiye kadar her şeyin en az bizim kadar yaşama hakkı olduğunu düşünüyorum. Eğer bu dünyada kutsal olan bir şey varsa, bence “hayat”ın ta kendisi olmalı.
Hatta bu hayatı illa bizim anlayabildiğimiz bir yaşam formu olarak sınırlandırmaya bile gerek yok. Dağların da, denizlerin de, yıldızların da, uzayın da kendine göre bir yaşam döngüsü olduğunu düşünüyorum. Bizim gibi nefes almasalar da hareket etmeseler de, onların da kendilerine özgü çok farklı bir zaman ve mekan ölçeğinde, bizim algılama araçlarımızın ölçemeyeceği hızda – yavaşlıkta – titreşimde bir yaşam formları olduğuna inanıyorum. Bu yüzden de dünyadaki ve evrendeki her şeye saygı duyarak bakıyorum. Boyutu, rengi, kokusu, tadı, temas ettiğimde verdiği hissi ne olursa olsun. Sadece varlığı – yaratılmış olması benim ona saygı duymama yetiyor.
Kendimi, kendi bilincine varmaya çalışan bir insan olarak görüyorum. Kendimi, dolayısıyla insanı, dolayısıyla hayatı, dolayısıyla varoluşu anlamaya çalışıyorum.
bütün çabam, bütün uğraşım, hatta yaptığım her şey, kendimi ve hayatı anlamak ve öğrenmek için. Bunun ne kadar zor olduğunu biliyorum ama bu beni yıldırmıyor. Bundan 12 yıl önce 1995 yılında “Everest’te ilk Türk” adlı kitabımın önsözüne, “Herkes bilmek ister, ancak pek azı bedelini ödemeye hazırdır” diye yazmıştım. Tutkularımın karşılığını ödemeye her zaman hazır oldum.
Son 15 yıldır hep dövüşerek geçti ömrüm; dağlar kadar onurlu, denizler kadar mert, doğal afetler kadar güçlü rakiplerle, bazen de canavarlarla, ejderhalarla, hainlerle, alçaklarla… Sağ kalmak için, kazanmak için sertleştim belki de gereğinden fazla… Unutmak için hayaller kuracak kadar açlıkla, midemi kasmasına rağmen karları yiyecek kadar susuzlukla, dişlerimi sıkmaktan çatlatacak kadar soğukla ve acıyla, gücümü tamamen tüketerek bilincimi yitirecek ve halusinasyonlar görecek kadar uzun süreli ağır efor ve stresle karşılaştım. Size garip gelebilir ama hepsi benim seçimimdi ve hiç pişmanlık duymadım. Aştığım her zorlukta, geçtiğim her engelde, elde ettiğim her başarıda yaşadığımı, var olduğumu, iz bıraktığımı hissettim.
Yaşadıklarım beni öyle bir noktaya getirdi ki, olayları insan odaklı değil de olgu odaklı görmeyi ve kişisellikten arınmış bir şekilde değerlendirmeyi öğrendim; tıpkı doğa gibi. En sert, en acımasız koşulları, en korkunç, en yıkıcı afetleri, duygularımı karıştırmamaya gayret ederek, mekanik bir problem olarak ele aldım ve imkanlarım dahilinde karşımdaki problemi çözmeye çalıştım. büyük ölçüde de başarılı oldum, çünkü bireylerin değil kitlelerin menfaatlerini ön planda tuttum, çoğunluğa göre hareket ettim ve asla kişisel davranmadım.
Arama Kurtarma disiplininde basit bir kuralımız vardır; en kısa sürede, en fazla sayıda insana, en büyük faydayı sağlamak. dünyanın en zor psikolojik savaşlarından biridir bu. Belki de yüzlerce kez kritik kararlar vermiş biri olduğum halde, hayatımın en zor karar anlarını bu durumlarda yaşadım. Kitlesel afetlerde veya bir doğa sporu kazasında kısıtlı kaynaklarla, kısıtlı zamanla, kısıtlı insan gücüyle, gücünüzün hiç bir zaman tam olarak yetemeyeceği karşınızdaki olağanüstü büyük problemi, duygularınızı karıştırmadan, öncelikler, fayda – maliyet, imkan ve kabiliyet ölçekleriyle değerlendirip, hızlı düşünerek, hatta çok hızlı düşünerek, bir makine duygusuzluğuyla ama aynı kesinlik ve doğrulukla uygulamanız gerekir, ya da evde oturup bu işleri televizyondan seyretmeniz…
Bireylerin geçmişi, eğitimi, yaşı, cinsiyeti, ailesi, topluma faydası – zararı, üretkenliği gibi kavramları düşünmeden, sadece günün sonunda en fazla sayıda insanı kurtarabilmek için, insanın canını acıtan fedakarlıkları yapabilmeyi öğrendim ve sonra bunları unutmayı, beynimin uzak bir köşesine, benim bile açamayacağım kilitlerle hapsetmeyi…
En yıkıcı kitlesel afetlerde, en sert doğa koşullarında, insanın en büyük kabusu olabilecek büyük ve güçlü rakiplerle dövüşmeyi ve her seferinde sağ kalmayı çok iyi öğrendim de, insanların ikiyüzlülüğü, kalleşliği ve hainliğiyle başa çıkmayı bir türlü öğrenemedim. 7000 – 8000 metrelik dağların insanın dudağını uçuklatan acımasız istatistiklerine, kitlesel afetlerin muazzam yıkım gücüne karşı bile kendimi savunabildim de, insan aklının basit menfaatler üzerine kurulu ikiyüzlülüğüne ve hainliğine karşı 40 koca yılda bir savunma kalkanı geliştiremedim.
Ve ötekilerinin aksine bu savaşı hep ben kaybettim…
“Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…”
(Adiloş Bebenin Ninnisi)
Ahmed Arif
Belki de şükretmem gerek, bu yaşımda bile bunları tanımayı hala öğrenememe rağmen aşkımdan hiçbir şey yitirmedim…
“Seni diğerlerinden farksız yapmaya bütün gücüyle gece gündüz çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermek demektir. Bu savaş bir başladı mı, artık hiç bitmez!”
(E.E.Cummings)
İnsanoğlunun varoluşu itibariyle tekil de olsa özünde taşıdığı sevgi ve bilgelikle her şeye karşı bir sorumluluk taşıması gerektiğine inandım. Sorumluluk üstlenmekten, altına girmekten hiç bir zaman kaçmadım.
Her şeye rağmen, bu bedendeki can da hayatı sorumluluklarıyla birlikte seviyor, hem de uzun süredir farkında olarak…
”Hep yanıldı ve yenilgilere uğradı
ama atıldı yine de yeni serüvenlere
Vakti olmadı acıların hesabını tutmaya
durup beklemeye, geri dönmelere vakti olmadı
Yangınlarla geçti ömrü ve hep yalnızdı
-ki onlar daima birer yalnızdırlar
(Soluk Soluğa)
Ahmet Telli
bütün bu süreç içerisinde geçmişe dönüp de, her şeye rağmen beni ayakta tutan ve doğru yoldan ayrılmamı engelleyen gücün asıl kaynağının ne olduğunu bulmaya çalıştığımda; vardığım sonuç hep sizler oldunuz. Hiç tanışmasak da, hiç görüşmesek de, sizlerin orada olduğunu bilmek, beni doğru yolda tutan en büyük dayanak noktam oldu. Bir de elbette; geçmişin cesur, bilge, fedakar ruhlarının, bizim yaşadıklarımızdan çok daha büyük zorluklarla karşılaşmalarına rağmen, yollarından hiç ayrılmayan ve tükenişlerine bile başları dik giden o büyük adamların ve kadınların, o eşsiz ruhların varlıkları beni her zaman cesaretlendirdi.
Varlığımın bir anlam kazanabilmesi için sizlerin de orada varolmanız gerektiğini, aslında bizlerin karşılıklı olarak birbirimizi var ettiğimizi, daha da ötesinde aslında hepimizin aynı tanrısal özün parçaları olduğumuzu ve bunun da karşılıklı olarak bizlere sorumluluk yüklediğini ve eğer bu sorumluluğun gereklerini yerine getirebilirsek yaşamımızın çok daha anlamlı, mutlu ve tamamlanmış olacağı gerçeğini, pek çok farklı olayda deneyimleyerek öğrendim.
Sadece bir insan olarak, insanoğullarının ve insankızlarının içlerinde doğal olarak bulunan bu eşsiz potansiyele olan inancımla her zaman ve her koşulda dimdik ayakta kalabilmeyi başardım. Her seferinde de kendime; “Sen daha iyisini de yapabilirsin, daha fazlasını da kaldırabilirsin. Her ne olursa olsun, başına her ne gelirse gelsin; hayata karşı dik dur ki, hayat da sana saygı duysun” dedim. Süreçler benim için sonuçlardan daha değerli oldu. Süreçte doğru olmanın sonuçta kazanıp kaybetmekten daha önemli olduğunu çok genç, hatta çocuk yaşlarımda öğrendim. O günlere hala şükran duyarım.
Bir gün aşkı buldum, aşka inandım ve her şeyi aşkla yapmaya, aşkla yaşamaya başladım.
Aşk, aşk, aşk, hayatımda sadece aşk var. Dağlara tırmanırken de, motosikletimle uzak coğrafyaları aşarken de, denizlerde yelkenlerimi doldururken de, bir canı daha ölümün elinden almaya çalışırken de, kitaplarımı yazarken de, sevdiğim insanlarla bir şeyler paylaşırken de, hep aynı özün parçaları arasındaki aşktı yaşadığım.
Belki farkında değilsiniz ama, ben kendimi sizde buldum.
Bu yüzden, buraya benden sizlere bir aşk notu düşmek istedim.
Sonra da sizden bana gelenleri yine sizlerle paylaşmak…
Bu benden sizeydi;
ömrümün her anı için,
ömrümdeki her şey için.
hep siz oldunuz,
hep aşk oldu,
hepsi iyi ki oldu,
iyi ki oldunuz.
siz orada olduğunuz için ben oldum,
ben olduğumun farkına vardım,
farkına vardığımı yaşadım.
insan bedenine hapsolmuş aciz varlığımın
en büyük öğretisini sizlerden aldım.
hesapsız, sorgusuz, sualsiz,
sadece yapılması gerektiği için,
sadece doğru olan olduğu için,
bir şeylerin uğruna yaşamayı,
bir şeylerin uğruna dövüşmeyi,
ve bir şeylerin uğruna ölmeyi öğrendim,
ve bir şeylerin uğruna yaşamanın, dövüşmenin ve ölmenin yüceliğini
özgürlüğümü size verdim,
gücümü sizden aldım,
hiç korkmadım, hiç pişmanlık duymadım,
hiç yolumu kaybetmedim,
çünkü hep siz vardınız,
iyi ki vardınız.
siz, ben, biz, hepimiz biriz,
aynı yerden geldik, aynı yere gideceğiz.
Her şey ve her yer, burası ve orası özde aynı ve aslında hepsi bir…
kendi yoluna gitmeli,
kendi dağına tırmanmalı,
kendi denizine dalmalı,
kendi göğünde uçmalı,
kendi gözlerinle görmeli,
kendine gitmeli,
kendine tırmanmalı,
kendine dalmalı,
kendine uçmalı
kendini görmeli,
gittim, tırmandım, daldım, uçtum,
görülmek için çok büyük ama görmek için çok küçükmüş…
üzerimde kul hakkı kalmasından korkarım,
hakkınızı helal edin,
benimki sizlere bin kere helal olsun.
ve Allah aşkımızı artırsın…