Belki de Bize Delilik Gerekli

Hep merak etmişimdir, nedir bu bazı insanları dayanılmaz bir şekilde kendine çeken çağrı; kimini yollara, kimini denizlere, kimini dağlara, kimini buzullara, kimini bilinmeyen uzak coğrafyalara götüren çağrı. Neden ve nasıl bazılarını her yerden ve her şeyden kopartır da, çoğu insan tarafından hissedilmez, anlaşılmaz bile.

Sanırım bazı ruhlarda bu dünyaya karşı çok büyük bir açlık var. Zorba şöyle açıklıyor bunu;

“İçimde bütün dünyayı yiyip bitirecek kadar kavga var, bu yüzden dövüşüyorum”

Tutku içten geliyor, eylem yalnızca onun dışavurumu…

Bir şair de şöyle demiş;

Nereye bu yolculuk peki?

Evimize hep evimize.

Bazıları kendilerine mekan olarak bütün dünyayı seçmişler, bayrak olarak da özgürlüğü.

1924 yılında Everest dağına neden tırmanmak istedikleri sorulduğunda, “Orada olduğu için” diye cevap veren, daha sonra bu tırmanışı denerken partneri Irvine ile birlikte hayatını kaybedecek olan Mallory, belki de bütün bu soruların en basit cevabını açıklamış oluyordu. Yüzlerce yıldır, dağlar, denizler, yollar, binlerce insanı yuttu, ama bu yeni gelenleri durdurmaya yetmiyor. Tehlike, korku ve ölüm, bazı ruhları durdurmak yerine daha da coşturuyor ve kendine çekiyor.

KENDİNE MEYDAN OKUYAN İNSAN

Gılgamış’ı, Odysseus’u, Marco Polo’yu, Magellan’ı, Colomb’u, Peary’i, Amundsen’i, Hillary’i ve daha binlercesini oradan oraya savuran şey hep özgürlüğüne düşkün, boyuneğmez, coşkulu ruhlarının üzerine kurulmuş keşfetme ve bilme tutkusu ve doğaya / kendine meydan okumanın dayanılmaz çekiciliğidir.

Jack London’un Buck’ını sonunda kurtların arasına çeken doğanın çağrısı, bazı insanları da dağların tepelerine, engin denizlere, dünyanın bilinmeyen köşelerine çekiyor – bedeli ne olursa olsun.

Ahmet Telli, Son Büyük Serüvenci’yi anlattığı, “Soluk Soluğa” adlı şiirinde bu duyguyu çok güzel ifade etmiş;

…..

İstese de kalamazdı vakti gelince,

Geyik sesleri yankılanınca yamaçlarda,

Yürek burkulması ve hüzün ve keder,

Aralıksız doldururdu günlerin bohçasını.

Dudaklarında öpüşlerin gül esmerliği,

İçinde kıpırdanıp durur ufuk çizgisi.

Ay bile soğuktur o zaman.

Bir buz parçasıdır.

Çaresiz çıkılacaktır o yolculuklara,

Ki bir ömrün karşılığıdır serüvenler.

…..

Gitme zamanı geldiğinde seyyahın artık duramayacağını bilen Tagore, onu yalnızca gözyaşları ve türküleriyle durdurmaya çalışır. Ancak o da bilmektedir ki seyyah gitmelidir, kapısı açık, atı da eyerlenmiş onu beklemektedir.

Zorba, ayrılacakları gün geldiğinde, can dostu Kazancakis’e – buna sahip

olmadığı için biraz kırgın, biraz kızgın –, insana, kendini bağlayan ipi koparabilmesi ve özgür olabilmesi için delilik gerektiğini söylerken belki de haklıydı. Zorba’dan beş yüzyıl önce, Erasmus da, mutluluğa ulaşması için kişinin deli olması gerektiğini söylemiş. Kimbilir belki de bu dünya için delilik gerekli. Yine de, özgürlük ve mutluluk için ağır bir bedel değil; insan zamanı geldiğinde iplerini kopartmaktan korkmamalı.

Bu anlamıyla “delilik” bile aslında tamamen baktığımız noktaya göre değişen bir kavram. Hayatının bir döneminde şehirden kaçıp, Walden gölü kıyısında inzivaya çekilen ve aynı adlı ünlü kitabını burada kaleme alan Henry David Thoreau, kitabın bir yerinde beyaz adamla kızılderilinin “ev” ve “sahip olmak” kavramlarına yaklaşımını karşılaştırır. Beyaz adam için, içinde her türlü konfora, her çeşit elektirikli ev aletine, en iyisinden mobilyalara sahip evlerde yaşayabilmek çok önemlidir. Öyle ki, hayatının yarısını bu uğurda harcamaktan tereddüt etmez. Hep daha iyi, daha büyük, daha lüx bir eve sahip olmak için çalışır, didinir, para biriktirir ve bir anlamda ömrünün yarısı bununla geçer. Oysa Roussou’nun “asil vahşi” diye nitelediği kızılderili, herhangi bir yerde rahatlıkla kurabileceği çadırını sırtında taşıyabilir yada onun için gerekli basit malzemeleri gittiği her yerde rahatlıkla bulabilir. Onun evi, o anda yaşamak istediği herhangi bir ova, orman, su kenarı, dağ, her yer olabilir.

Thoreau, doğayla muazzam bir uyum yakalamış kızılderiliyi, sahip olduğumuz en iyi, en konforlu, en büyük evlerden birine getirsek ve bu evi ona vereceğimizi, ancak karşılığında da hayatının yarısını vermesi gerektiğini söylesek acaba ne gözle bakar bize diye sormaktan kendini alamaz. Bu noktada hangimizin daha akıllı olduğunu kestirmek çok zor. Bugünün koşullarında elbette bir kızılderili gibi yaşamak mümkün değil, Thoreau’nun zamanında bile mümkün değildi, ancak burada önemli olan, basit bir kavram üzerine bile hayatı ne kadar farklı algılayabileceğimiz, ve delilikle normalliğin sınırlarının çok göreceli olduğu.

Bazı insanlar için mutluluğa ulaşmanın yolları çok daha zorlu, sarp ve çetin görünse de, onlar için doğal olan budur. Bazı ruhların tutkularının (ve buna bağlı olarak yeteneklerinin) sınırları, bizim ölçülerimizin çok ötesinde… Yine de bu dünyada iz bırakan insanların çoğu, uslu uslu oturmayan, akıllı – uslu öğütleri dinlemeyen ve kendi kararlarını kendisi verip, kendi yolunu çizenler, gemilerini (hatta bazen kendilerini) yakmaktan korkmayanlardır.

Yaşam büyük ve güvenli gemilerle sakin bir gezi mi, yoksa kendi teknenizle soluk soluğa bir yolculuk mu olmalı, bunun seçimi size kalmış…