Bir Medya Yazısı da Benden (bu son yazımdı yayımlanamadı)
BİR MEDYA YAZISI DA BENDEN
Geçtiğimiz günlerde eski bir arkadaşımın vasıtasıyla bir kebapçının açılışına, ve yine bir başka arkadaşımın vasıtasıyla da bir video CD’nin tanıtım gecesine katıldım. Kebapçı, hoş, güzel ve lezzetli bir yerdi, umarım sahipleri ticaret hayatlarında beklediklerini bulurlar. Video CD ise tek kelimeyle muhteşemdi. Tanburi Necdet Yaşar’ın hayatını anlatan belgeseli nefesimizi tutarak izledik.
Klasik Türk Musıkisine özel bir ilgim olmadığı halde, bu çalışmadan hem çok keyif aldım, hem de çok şey öğrendim. Bütün emeği geçenlerin eline sağlık.
Peşpeşe gelen bu iki akşamda gözlemleme ve bir şeyler paylaşma imkanı bulduğum ve açıkçası pek tanımadığım bu iki farklı sosyal grupla, belirli bir sınır dahilinde dahi olsa, yaşadığım tecrübe beni biraz düşündürdü. Öncelikle, medyanın kebapçının açılışına duyduğu ilgi, benim için hayret edilir derecedeydi. Bill Clinton’ın Türkiye’ye Güvenlik Konseyi için geldiği dönemde, Sivil Toplum Örgütleri liderleriyle görüşme yaptığı toplantıda bile bu ölçüde bir medya ilgisi görmemiştim.
Medyanın magazin kanadı belli ki işini gayet iyi yapıyor ve bana göre her ne kadar çok gerekli ve çok faydalı değilmiş gibi görünse de, kendilerinden bu haberleri bekleyen izleyiciye konuyu en ince detaylarına kadar aktarmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bu açıdan arkadaşları takdir etmek gerektiğini düşünüyorum. Açılışa her biri belli ölçüde bir üne sahip davetlilerin gelişi sırasında, zaman zaman öyle dalgalanmalar yaşanıyordu ki, her seferinde, “…yahu acaba tanımadığımız bir Türk büyüğü mü geldi…” demekten kendimi alamıyordum.
Magazin haberleri aslına bakacak olursanız, zaman zaman çok hoş ve keyifli olabiliyor. Benim bile televizyon izlerken bazen gözüm takılıyor, dolayısıyla öyle, “tü kaka” diye de nitelendirmiyorum. Belirli bir ölçüde magazinin, sosyal hayatta olması gerektiğinin ve üstlendiği görevin de farkındayım. Bütün dünyada sadece magazin haberleri için varolan yayın organları mevcut. Ancak medyaya bir bütün olarak bakacak olursak, Türkiye’de bu oranın biraz fazla olduğunu düşünüyorum. Bu konuyla ilgili çok yakın zamanda yaşanan tartışmaların bir kolu da zaten bu yöndeydi.
Klasik Türk müziğinin üstadlarından Tanburi Necdet Yaşar’ın hayatını anlatan belgesele medyanın gösterdiği, yok denecek kadar az ilgi, kebapçı ile kıyaslanınca, doğrusu ya benim için pek bir düşündürücüydü. Büyük müzisyen Yehudi Menuhin’in tanımıyla insanın gönül telini titreten, artık musıkinin son aşamasına ulaşmış üstadın müziğinden, tanburundan, Türk Klasik Müziğini dünyaya tanıtan kendine özgü üslubundan, hatta varlığından bile haberdar değilken, bilmem kimin amca oğlunun hangi kızcağızla gezdiğini, ya da X şarkıcısının Y türkücüsüyle nasıl atıştığını, aile içi meselemiz gibi yakından biliyorsak, bunun sorumlusunu çok da başka yerlerde aramamak gerekir diye düşünüyorum.
Son tüketici olarak siz, biz, hepimiz, bize hangi ürünün, ne ölçüde sunulacağının seçimi konusunda aslında zannettiğimizden daha fazla söz hakkına sahibiz. Ya bunu kullanmadığımız, kullanmayı bilmediğimiz, kullanamadığımız veya sadece kolayına kaçtığımız için, beynimizin, bize hiç bir faydası olmayacak sabun köpüğü bilgilerle doldurulmasına seyirci kalıyoruz.
Herkes herşeyi bilemez ve bilmesine elbette ki gerek yok. Buna bir itirazım yok ama beynimin içine doldurduğum onca gereksiz bilgiye rağmen, Tanburi Cemil bey, Necdet Yaşar ve hocası Mesut Cemil beyin ve onların meslektaşlarının sanatı ile bu kadar geç tanışmış olmanın sebeplerini kendimde aramanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra neyi, ne kadar, nereye kadar, ne zaman ve niçin öğreneceğime karar verme konusunda daha seçici ve bilinçli olmak istiyorum. Sanırım bunun yolu şimdilik, büyük puntolara, renkli ve büyük fotoğraflara değil de, daha küçük, arkada kalmış, mütevazı gibi görünen haberleri daha fazla dikkate almaktan geçecek.