Camel Trophy (Kalimantan 1996 – Selim Kemahlı’nın Kaleminden…)
Balikpapan’dan Pontianak’a, Camel Trophy tarihinin en zor parkurunu yapmak üzere Endonezya’ya indiğimizde bizi Cağaloğlu Hamamı’ndan tanıdığımız sıcak karşıladı.
Özel etaplar için rakiplerimizle buluştuğumuzda ise kendime ve Nasuh Mahruki’ye baktım ve bir an için umudum kırıldı. Gerçi tüm dünyanın “Kar Leoparı” diye tanıdığı bir ortağım vardı ama, rakiplerin vücutlarına bakınca, biz kelimenin tam anlamıyla “tıfıl” kalıyorduk. İkimizi üst üste koyunca yaklaşık üç buçuk metre ediyorduk. Diğer ekiplerin çoğu bize yarım metre fark atıyordu. Bu anlamda rakip kabul edebileceğimiz tek yarışmacı Alman gurubundaki bir kızdı, o kadar. Bu dezavantajımızı bazı basketbol takımlarındaki kısa gardların cıva gibi hızlı olması mantığıyla hareket edip, avantaja çevirmemiz hızlı olabilmemize bağlıydı. Ben kendi adıma yeterince hızlı olup olmadığımı, ilk gece diskoda denemeye karar verdim. Bir timsah gibi, diskodaki Balikpapan’lı bir kıza yöneldim.Kız cebinden bir fotoğraf çıkarttı ve “Bak seni bu bekliyor” dedi. Resimde avcılar tarafından yakalanmış ve midesi yarılmış bir timsah vardı. Yarılmış midenin içinde de gayet net biçimde seçilen bir kol, bir bacak ve mebzul miktarda parmak! Bu fotoğraf sayesinde, Trophy’de gerçekten hızlı olmak gerektiğine olan inancım iyice arttı.
İlk gün bana en zor geleni oldu. Çünkü izleyen günler ne zorluklarla karşılaşacağımı bilmiyordum. Özel etaplarda meşhur yağmur ormanları ve o meşhur yağmuru engelleyemeyince tamamen ıslandık. Sıcak bir duş ve çamurdan arınma amacıyla yanımızda taşıdığımız su ısıtıcısı delik çıkınca, duş bir düş olmaktan ileri gidemedi. En büyük problemse sabah yaşandı. Su ısıtıcısı gece boyu kendi kendini tamir edemediğinden sabah çay içmek mümkün olmadı. Bir Türk’ün sabah çay içememesi ne büyük bir moral çöküntüsü yaratır bilirsiniz. Aklıma gayet “Trophyci” bir fikir geldi ve cipin radyatöründeki sıcak suyu kullanmayı düşündüm. Tabii, antifriz ve diğer katkı maddelerini unutmuşum. Suyun rengini görünce hatırladım ve bu fikrimin aslında pek parlak olmadığını anladım.
Kafatası ve dolar avcılarına karşı
Bütün Trophycilerin babası Coşkun Aral, yola çıkmadan önce bizimle Endonezya yerlileri hakkındaki deneyimlerini paylaşmış ve oradaki kafatası avcılarından kurtulmamız, onlarla iyi ilişki kurabilmemiz için yanımızda tuz ve incik boncuk götürmemizi, soygunlara karşı fazla para bulundurmamamızı önermişti. Gerçekten de tam onun söylediği bölgelerde yerlilerin eline düştük. Yalnız Coşkun görmeyeli biraz değişmiş olacaklar ki, motosikletleriyle geldiler ve bize cangılın ortasında tanesi iki dolardan buz gibi bira sattılar. Dolar yerine nazar boncuğu verme teklifimiz ise alay konusu olmaktan öteye gitmedi. Bu durum üzerine benim yorumum gayet basitti. Coşkun olaya belgeselci olarak yaklaşıyor. Oysa dünya iki dalarlık banknotlar üzerinde dönüyor.
Borneo ormanlarının doğası ve bitki örtüsü çok kolay tahmin edilebileceği gibi, bizim Belgrad Orman’larından biraz farklı. Ağaç, çalı ve botanik bilgimin sınıflandırmaya yetmediği nebat, değil parkurda ilerlemek, kapıları açmaya bile izin vermiyordu. Tek çare elimizdeki maşetlerle onları budayarak ilerlemekti. km’yi 11 günde alacağımızı bilsem, hakemlere para yedirip, Trophy’ye cip yerine dozerle katılmanın bir çaresini bulurdum. Ama biz Fatih’in torunlarıydık ve kılıç kullanmak bizim kanımızda vardı. Güçlü maşet darbeleriyle kurumuş çalı çırpıyı darmadağın ederek yararken kendimi gerçekten de Fatih’in torunu gibi hissettim. Ne var ki bir ara önümüze yaşlı bir yerli çıktı ve bizim bir metrekarelik alan açmak için yarım saat didindiğimiz ormanın içinden, çok basit ve küçük bilek hareketleriyle kullandığı maşetini izleyerek, saatte yaklaşık km hızla geçip gitti.
Ben yemek konusunda çok hassasım. Yani nitelik olarak değilse de nicelik olarak çok hassasım. Üç kişilik öğünlerle doyarım ancak. Bu yüzden yanımıza çok yemek almamızı teklif ettiğimde, Nasuh “Boşver, biz Trophyciyiz, bir şekilde hallederiz” demişti. Yanımızda getirdiğimiz ve gurup içinde büyük sükse toplayan kısıtlı miktardaki pırasa, et, sote, bezelye ve zeytinyağlılar herkes tarafından çok beğenildiği için üçüncü günde tükendi. İngilizlerin dersosisli kuru fasulyeleri, donmuş bacon’lu yumurtaları, Almanların patatesleri ve Japonların ne olduğunu tam çözemediğim yemekleriyle idare etmek zorunda kalınca yemek konusunda nicelik kadar niteliğinde önemli olduğunu anladım. Kaldı ki başkalarından yemek dilenirken hiçbir zaman nicelik olarak da tatmin olamıyordum. Neyse ki babamız Coşkun son iki gün yemek getirdi. Bu yüzden onu hala baba olarak görürüm.
“Endonezyalı gençlerle dostluğumuz kısa sürdü”
Yol boyunca Coşkun’u en çok ilgilendireceğine inandığım konu, altın madenlerinde çalışan yerliler oldu. Onların durumu bizden bile kötüydü. Korkunç şartlar altında yıllarca çalışmak zorunda olan Endonezyalı gençlerle din kardeşi olduğumuz için kolay anlaştık. Ama din kardeşi olmamız bize biraz altın vermelerine yetmedi tabii. 90 derece nem ve 50 derece sıcaklıkta herkesin en büyük şikayeti sivri ve sivri olmayan diğer haşeratın ısırıklarıydı. Ben bu konuda nedense çok rahattım. Geceleri açık havada, hamakta yatmama rağmen beni hiç ısırmadılar. Rus Trophyci sıtma bile oldu. Nasuh vücudundaki kırmızı kabarcıklarla ırk değiştirmiş gibiydi. Önceleri, ısırık sorunu olan insanları anlamıyordum. Sonra neden beni ısırmadıklarını anladım. Vücudumu baştanbaşa saran çamurdan zırh beni koruyordu. Bu doğal zırhın çok faydasını gördüm ama memlekete dönünce her tarafımın kabarmasının sebebi de beni haşerattan koruyan bu çamur oldu.
Kapalı bir yerde yattığımız ender gecelerden biriydi. Varış noktamızda kendi çapında bina sıfatını hak eden boş bir yapı bulduk. Görünüşe göre bu bir okuldu. Çünkü odalardan müteşekkildi ve odalar da sıraları barındırıyordu. Bu tahminin doğru olduğunu sabah uyandığımda anladım. Gözümü açtığımda, bir metre boyunda, sarı pantolon ve beyaz gömlekli yüz kadar çekik gözlü çocuk merakla bize bakıyordu. Kalktım ve “Günaydın çocuklar, hep beraber andımızı okuyalım” dedim. Hepsi kaçtı.
İlk kez finiş tarihi iki gün ertelemek zorunda kalan ve Yunan takımının kazandığı bizim dördüncü olduğumuz, katılan kırk cipin yaklaşık yarısının devrildiği ve Trophy tarihine “en zor” olarak geçen bu maceranın sonunda, Takım Ruhu sıralamasında Güney Afrika’nın ardından ikinci olmak bizi çok mutlu etti. İstanbul’a döndükten sonra üç gün boyunca deliksiz uyudum. Arada beni uyandırıp ağzımdan içeri bir şey tıktıklarını sonradan anlattılar. Keyifli bir uykuydu. Çünkü keyifli bir yorgunluk üzerine uyuyordum ve uyurken artık üstümü yorgan gibi örten bir “Trophyci” sıfatım vardı……….