ATA’ma Mektupa gelen sorulara cevaplar

10 Kasım 2013’te, Atatürk’ün ölümünün 75. yılında, ATA’ma Mektup’ta yazdıklarım için bana çeşitli sorular soran herkese merhaba,

Her ne kadar bazılarının uslubu, yetişkin ve sorumlu insanlara hiç yakışmayacak seviyede olsa da, onlar dahil tüm sorularınıza bir düz yazıda cevap vermeye çalışacağım. Sorularınızı sordunuz, cevaplarını da sabırla okuyacağınızı ve kendi vicdanınızda, söylediklerimin bir muhasebesini yapacağınızı umuyorum.

Öncelikle bu yazdıklarım, hiçbir şekilde üyesi, kurucusu, yöneticisi veya başkanı olduğum STK’ların görüşleri değildir. Rica ediyorum, bu yönde yorum ve sonuç çıkarma yapmayın. Bu sözler benim sözlerim, bu fikirler benim fikirlerimdir, başka kimseyi bağlamaz. Hepsi, Anayasa’nın bana verdiği yurttaşlık sorumluluğumla, doğru olduğuna inandığım ve Türk Milleti’yle paylaşmamın da doğru olacağını düşündüğüm şahsi fikirlerimdir. Beğenen içinden istediklerini alır, kendi düşünce havuzuna ekler, beğenmeyen kabul etmez, hayatına devam eder…

Ben profesyonel bir sporcu ve konuşmacı, Milli dağcı, gezgin, yazar, fotoğrafçı, sosyal girişimci ve bir sivil toplum örgütü lideriyim. Bugüne dek bu şapkalarımı birbirine karıştırmadan hayatımı yönetmeyi becerdim, bundan sonra da öyle olması için hassas davranmak istiyorum. 45 yaşında, kendimce görmüş geçirmiş, 7 Kıta, 80 küsur ülke gezmiş, gelişmiş ülkelerin kendi yurttaşlarına sağladıkları refah ve mutluluğu bizzat gözlemlemiş ve çok etkilenmiş bir insanım. Dünyanın en gelişmiş, en zengin, vatandaşına en yüksek yaşam kalitesini sunmayı başarmış ülkelerini de gördüm, yoksulluktan insanların sokakta öldüğü, cesedinin üstünden atlanılarak geçildiği, şiddetin pençesinde, silahların gölgesinde ya da dinciliğin baskısı altında ülkeleri de gördüm. Gelişmiş ülkelerin demokrasi, hukukun üstünlüğü, siyasette şeffaflık ve hesap verilebilirlik, dokunulmazlıklar, kuvvetler ayrılığı, kontrol ve denge mekanizması, fırsat eşitliği, adil rekabet, birey hak ve özgürlükleri, eğitim, sosyal haklar, kadın hakları, çocuk hakları, hayvan hakları, engellilerin toplumsal yaşama katılımı, çevre ve doğa koruma gibi pek çok, insanı ilgilendiren alanda kendi yurttaşlarına sundukları hakları, özgürlüğü, imkanları, refahı ve tabi ki mutluluğu kendi ülkem, kendi yurttaşım için de isteyen bir insanım. Yazdıklarım, söylediklerim ve yaptıklarımla da bu amaç için çalışıyorum, bunun önündeki bütün engellerle mücadele etme konusunda da kararlıyım. Bu dediklerime inanmanızı dilerim. 25 yıllık dağcı, 20 yıllık sivil toplumcuyum. Bu zaman zarfında yaptıklarımı anlamanız ve eksik bilginizle bana haksızlık etmemeniz için, aşağıdaki özgeçmişimi okumanızı ve farklı disiplinlerde, Türkiye ve dünya için yaptıklarımı ve başardıklarımı bir kez daha gözünüzün önünden geçirmenizi dilerim.

“Ali Nasuh MAHRUKİ, 21 Mayıs 1968’de İstanbul’da doğdu, ilk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden, 2004 yılında Milli Güvenlik Akademisi’nden mezun oldu. Profesyonel sporcu, yazar ve fotoğrafçı olan Mahruki dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet sporları yapmaktadır.

Sovyet Asya’nın 7000 metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından KAR LEOPARI unvanı verilen Mahruki, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı ve YEDİ ZİRVELER projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısı oldu. 8000 metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmandı. 15 yıl aradan sonra Everest Dağı’na bir kez daha tırmandı. Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet yolculukları yaptı.

Liderlik, takım çalışması, kişisel gelişim, kendini tanıma, hedef odaklılık, kararlılık, disiplin, risk yönetimi gibi konularda motivasyon konuşmaları ve seminerler düzenlemektedir ve bir üniversitede “Takım Çalışması ve Liderlik” dersi vermiştir. Çeşitli gazete ve dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır ve çeşitli televizyon kanallarında belgesel programları hazırlamıştır.

Kurtarma çalışmalarındaki öncü sosyal girişimciliği nedeniyle Amerika’dan ASHOKA Vakfı’na seçilmiştir – (2004). Filipinler’den ULUSLARARASI GUSİ BARIŞ ÖDÜLÜ’ne – (2009), Bilkent Üniversitesi’nden Sosyal Bilimler alanında FAHRİ DOKTORA’ya – (2012) layık görülmüştür.

Arama Kurtarma Derneği – AKUT Kurucu Üyesi ve Başkanı, UGSAD – Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, SAD – Sualtı Araştırmaları Derneği, Gezginler Kulübü Derneği üyesi ve Ortak İdealler Derneği kurucu üyesi ve Türkiye’deki ASHOKA Vakfı’nın Yönetim Kurulu üyesidir.

Eserleri: Bir Dağcının Güncesi – Everest’te ilk Türk – Bir Hayalin Peşinde – Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi – Yeryüzü Güncesi – Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir, Kendi Everest’inize Tırmanın.

Nasuh Mahruki, 2009 yılında, Himalayalarda Bhutan Krallığı’na yaptıkları bir motosiklet yolculuğu sırasında geleneksel bir düğün töreniyle Mine Mahruki ile evlenmiştir ve 2013 yılında oğulları Barlas dünyaya gelmiştir.

nasuhmahruki.com / kendieverestinizetirmanin.com / oncevatan.org”

Şimdi, birbirimizi daha doğru anlayabilmemiz için, size bir kez daha anlatmam gereken çok önemli şeyler var, dilerim anlarsınız…

Ya ben kendimi yanlış ifade ettim ya da siz beni yanlış anladınız. Ben hayatımın hiçbir döneminde, hiçbir şart altında TSK darbe yapsın demedim ve istemedim. Aklı başında hiç kimsenin de isteyeceğini düşünmüyorum. Ben sivil toplumcuyum, demokrasi geleneğinden geliyorum, en sert çatışmaların bile diyalog yoluyla, müzakereyle, empatiyle, karşılıklı özverilerle ve anlayışla çözülebileceğine inanırım. Dağcılığa başladıktan sonra geçen 25 yılda, sizi şaşırtacağına inandığım kadar fazla ve farklı, bazıları çok zor ve çok tehlikeli olan problemler çözdüm, hepsini de demokrasiyle, diyalogla ve müzakereyle. Malum maaş, prim, terfi, zam gibi kaldıraçlarınızın olmadığı sivil toplumda, binlerce gönüllüyü yöneten bir mekanizmanın başında olmak, büyük bir demokratik olgunluk, yönetsel kabiliyet ve empati yeteneği gerektirir. Lise’de, Üniversite’de hep aktif bir öğrenci oldum, derslerin dışında da, hatta derslerden daha fazla çeşitli konularla ilgilendim. Her zaman hobilerim oldu ve çok yönlü bir insan olmaktan büyük keyif aldım. Çok yönlü ilgi alanlarım sayesinde, genç yaşlarımdan itibaren, yaşamı ve varoluşu, insanı ve oluşturduğu kültürleri, farklı açılardan deneyimleyip daha derinlemesine tanıma fırsatım oldu. Toplumsal bir varlık olan insanı ve bir ortaklık olan toplumsal hayatı tanımaya, öğrenmeye çalıştım. Birinin özgürlüğünün başladığı yerde, diğerinin özgürlüğünün bittiği, kadar pratik bir tanımla bile, işleyen bir demokrasi yaratılabileceğine inanırım. Neticede ben demokrasiye inanırım, ATA’ma Mektubumda, sanki darbecileri destekliyormuşum, darbe olmasını istiyormuşum, niye olmadı diye üzülüyormuşum gibi bir algı oluştuysa bazılarınızda, bu algıyı düzeltmek istiyorum.

Benim orada şikayet ettiğim şey, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Atatürkçü damarı güçlü olduğu düşünülen Subaylarının, yurt içinden ve yurt dışından birden fazla kaynak tarafından sahteliği belgelenmiş CD’ler, belgeler ve dijital kanıtlarla, ne idüğü belirsiz gizli tanıklarla, haksız ve hukuksuz yere hayatlarının karartılması, onurlarının kırılması ve uğradıkları haksızlıklardı. Bütün bunlara rağmen, içerideki bu Subayların haklarını korumakla sorumlu dışarıdaki makamların sessizce oturmasına ben razı olamıyorum. Bunlar yapılırken, sorumlu makamlarında sessizce oturanların, tarihsel sorumluluklarını yerine getirmediklerini düşündüğümü söylemiştim kendi yazımda. Bunun neresi darbecilik. Bu yiğit Subaylar içeride çürümeye terkedilirken, aileleri dışarıda perişanken, bu krizi yönetmekten sorumlu olanların sorumsuzca davranmalarını kabul edemiyorum. Sorumlu bir Komutan, hukuk olmayan bir hukuka masum personelini kurban vermez. Sorumlu bir lider, bu doğal olmayan durumu çözmek zorundadır. Çözemezse, ya yeni liderlik sınırlarıyla yaşamaya razı olur ya da istifa eder. Her ikisi de benim gözümde yetersiz liderliktir. Aslolan sorunu çözmektir, liderin işi budur. Bütün dünyanın gözü önünde, hukuksuz yere içeri atılan personelini içeriden çıkaramayan adama ben lider demem, kusura bakmayın. Kendi personelinin özlük haklarını koruyamayan, kendi vatanını da koruyamaz. Lise son sınıftan bu yana, pek çok farklı ortamda liderlik deneyimi yaşadım. Liderliğin ne olduğunu ve ne olmadığını çok iyi bilirim. Bugüne dek üzerine yüzlerce konferans verdim, Üniversite’de dersini verdim, kendi yaşamının lideri olmanın kitabını yazdım. Bugün bile, bir kuruş maaş vermediğim, gönüllü olarak etrafıma toplamayı başardığım yüzlerce, binlerce insana liderlik ediyorum. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde, tarihinin en korkunç Subay ve Astsubay kıyımı yaşanıyorken ve bütün bu olan bitenin neticesinde, Donanmamıza komutan bulunamıyorken, Ege’deki egemenlik haklarımızı bile savunma kapasitemiz önemli bir yara almışken, dahası bir Devlet’in bekasının ve güvenliğinin ve Milletin refahının en önemli dayanağı olan askeri caydırıcılığımız zaaf içindeyken, PKK, ülkemizi bölme yolunda Hükümet’ten tavizler koparırken ve daha fazlasını koparmaya çalışıyorken, Türkiye’miz bu akılalmaz ortamda debelenirken, sorumluların sorumsuz davranmalarını içime sindiremiyorum. Mustafa Kemal, Anafartalar’da; sorumluluk yükü her şeyden, ölümden bile ağırdır, der. Ben, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında, taşıdıkları sorumluluğu ölümden bile ağır hisseden liderler görmek istiyorum.

Bütün bunlar yetmezmiş gibi, TSK’dan son aylarda 2 General, 710 Subay ve 1308 Astsubay istifa ediyorsa, ben de derim ki koskoca TSK’nın başında bir lider yokmuş. TSK paramparça oluyor, yüzer yüzer değerli insan kıyımı yaşanıyor, sanki bu ülkede Salı, Perşembe yaşadığımız sıradan bir olaymış gibi, bu krizi yönetmekle sorumlu makamlar, hiç üstüne alınmıyor bu olan biteni. Ben o adamlara bunun hesabını sorarım arkadaşlar, hepinize de sormanızı öneririm. Ben bu ülkenin yurttaşıyım. Asil olan benim, siz vekilsiniz, işinizi yapmak için, makamınızın gerektirdiği rol ve sorumlulukları, görevleri yerine getirmek için, benim vergilerimden kesilerek oluşturulan Maliye bütçesinden maaş alıyorsunuz. Benim için, benim de bir parçası olduğum Türk Milleti için çalışıyorsunuz. Eğer işinizi layığıyla yapmadığınızı düşünürsem, bunu çıkıp sorarım herkesin içinde. Bu benim yurttaşlık hakkım, bu hakkımı kimse elimden alamaz. Nasıl bazıları, ATA’ma mektubumu yanlış anlayıp, bir de üstüne üstlük her türlü küfür, kafir, hakaretle bana yüklenme ve hesap sorma hakkını kendinde görüyorsa, ben de onlar gibi, ama daha kibar ve daha doğru bir uslupla, işini yapmayan ya da layığıyla yapmayan herkesten hesap sorarım. Ben de bu ülkeye diğer herkes gibi vatandaşlık bağıyla bağlıyım ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığımı çok seviyorum. Burası benim ülkem, ben bu ülkenin vatandaşıyım. Ben nasıl Türkiye’ye aitsem, Türkiye de bana ait. O’nun için elimden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyorum, en iyisi olmasını istiyorum her zaman. Ben böyle düşünür ve davranırken, işgal ettikleri sorumlu makamlarında, böyle düşünmeyen ve davranmayanlara da hoşgörü gösteremiyorum.

Bu hukuksuzluğu çözmenin tek yolu, nedense aklınıza ilk gelen şey olan darbe yapmak değildir. Demokrasi ve hukuk kuralları içinde de rahatlıkla, sahte kanıtlar ve CD’lerle, haksız ve hukuksuz bir şekilde tutuklanan ve mahkum edilen Subayların hakları korunabilirdi. 2013 Türkiye’sinde, bir yurttaş olarak tüm bu haksızlıklara isyan ettiğimizde, darbeden başka aklınıza hiçbir şey gelmiyor mu? Sizce Askerin kendini savunmasının, personelinin özlük haklarını korumasının tek yolu darbe yapmak mıdır? TSK’nın Komuta kademesinin, kendi personelini koruması gerektiğini savunmak neden darbecilik oluyormuş? Son derece kıymetli Subaylarımız, uğradıkları haksızlıkları dile getirmeye çalışıyorlar içeriden, burada bir haksızlık, hukuksuzluk olma olasılığı hiçbirinizi rahatsız etmiyor mu? Yoksa gerçek darbeci Kenan Evren’i yakalayamadık, olsun onun yerine bunları alalım, bu da iş görür diyenlerden misiniz?

Benim TSK’ya yakıştırılan darbe planları konusundaki görüşlerim belli. Yok Cami bombalayacaklarmış, kendi uçağımızı düşüreceklermiş, herkesi stadyuma dolduracaklarmış falan filan, bu yalanların hiçbirine inanmıyorum, sizlerin de inanmamanızı dilerim. Anlatılan onbinlerce sayfa masalın içinde, doğruluk payı olan yerler vardır elbette, içlerinde gerçekten suçlu insanlar, suçlu Subaylar da vardır elbette ama TSK’da 500 küsur Subayın, başta İlker Başbuğ olmak üzere diğer Amiral ve Generallerin bu suçları işleyebileceğine inanmıyorum ve o insanların büyük çoğunluğuna haksızlık edildiğini düşünüyorum. Ama diyelim ki edilmedi, edilmiyor ve gerçekten de bu insanlar isnat edilen bu darbeyi planlama suçlarını işlediler ancak çeşitli sebeplerden yapamadılar. Darbecileri sevmiyoruz tabi ki. Peki neden o zaman, 1980’de ülkede gerçek bir darbe yapmış olan, gücünü ayarlayamayıp kendi halkına işkence eden, bir dolu insan hakları ihlalleri yapan ve korkunç acılara yol açan mekanizmanın başındaki Genel Kurmay Başkanı ortada apaçık duruyorken, velev ki doğru olsa, darbe yapmayı planlamış, son aşamasına getirmiş ancak son anda, çeşitli sebeplerden dolayı fiiliyata geçirememiş Komutanlara soruyoruz, Kenan Evren’e soramadığımız hesabı. 1980 darbesinin acılarının faturasını 2000’lerin Komuta kademesine ödetmeye çalışmak ve bundan zevk almak, benim anlayışıma göre adil değildir. Microsoft’un bile, 2003 yılında yazıldığı iddia edilen belgede kullanılan yazı fontunun 2007’de piyasaya sunulduğunu açıkladığı ve sözkonusu belgenin, 2003 yılında üretilmiş olmasının imkansız olduğu apaçık ortada olan, bu tür sahte dijital kanıtlara dayanan, PKK’nın 2. adamı Sırrı Sakık’ın bile gizli tanık olarak TSK personeline karşı Deniz kod adıyla kullanıldığı bir sözde hukuk tiyatrosunun yaşandığı mahkemelerden adalet çıkacağını zanneden varsa içinizde, ona hayatta başarılar dilerim ama bu tiyatrodan adalet çıkması eşyanın tabiatına aykırıdır, bunu görmediğimiz ve kabul etmediğmiz sürece masum insanlar daha çok acı çeker. Dışarıdaki namuslu insanlara da o büyük acılara sahip çıkmak, yanlarında olmak, acılarını dindirmek ve haksızlıkları gidermek için mücadele etmek düşer. Tarihsel sorumluluk budur. Ben, silah arkadaşları haksız, hukuksuz yere bu ağır cezalara çarptırılırken gereğini yapmayan, yapamayan yetkili ve sorumlu Subaylardan şikayetçiyim. İçeride, dışarıda, yurt içinde, yurt dışında herkesin dile getirdiği bu hukuksuzlukların giderilmesini talep etmeyi, bu sorumluluğu yerine getiremeyenleri şikayet etmeyi darbe istemek olarak yorumluyorsanız, yanlış yorumluyorsunuz demektir. Düşüncelerimde, yapılması gereken bu mücadelenin yol ve yöntemlerinin içinde darbe olmadığı konusunda dilerim aydınlatabilmişimdir sizleri. Victor Hugo; iyi olmak kolaydır, zor olan adil olmaktır, der. Adil olmak zekanın ötesinde cesaret ister. Her kararınızda, her düşüncenizde, her eyleminizde adil olmaya çalışmanızı dilerim. Böyle bir yaşam hepimiz için daha mutlu, huzurlu ve üretken olacaktır.

Aşağıdaki gazete haberlerinde göreceksiniz, içeriden haykıran değerli Subaylarımız dile getiriyor tüm bu haksızlıkları ve hukuk garabetini. Bu çığlığı anlamaya çalışmanızı dilerim. Hepimiz, daha demokratik ve insan haklarına saygılı bir ülkede yaşamak istiyoruz değil mi? Tüm mücadelemiz bunun için. İşte o zaman buradaki insan hakları ihlallerini de görmelisiniz. Burada Türk Subayı, haksız ve hukuksuz yere hapiste tutulmaktadır. Sahteliği çeşitli yerli, yabancı kurumlarca defalarca ispatlanmış CD’lerle, dijital kanıtlarla, ne akla hizmetse, PKK’nın 2. adamının gizli tanık olarak dinlendiği mahkemelerde, Subaylarımız 10 yıl, 20 yıl hatta ağırlaştırılmış müebbet cezalarına çarptırılmaktadır. Bu durum sizin vicdanınızı rahatsız etmiyorsa, hakkımda atıp tutmaya devam edebilirsiniz, nasıl olsa bana karşı da herhangi bir vicdani yükümlülük hissetmeyeceksiniz…

Şimdi de sizlerle, benzeri onlarcasını bulabileceğiniz üç tane mektup paylaşmak istiyorum, buyurun okuyun;

———–

Birincisi Hasdal’dan; KARDAK’TA KAHRAMAN, HASDAL’DA ESİR kitabının kahramanı Ali Türkşen’in içeriden mektubu;

“Tüm Türkiye’nin Kurban Bayramı kutlu olsun. Büyüklerimin ellerinden küçüklerimin yanaklarından öpüyorum. Başta Gezi olaylarında olmak üzere AKP iktidarı döneminde sevdiklerini kaybederek bayramı kucaklamak zorunda kalanlara da baş sağlığı ve sabırlar diliyorum. Silivri’ye geçmeden önce Hasdal’daki bu son bayram günü, bazıları “Danam kaçtı-kuyruğu koptu-aman kasap elini kesti,” dertleriyle boğuşurken, Hasdal ve diğer birçok cezaevinde Türkiye’nin karanlık geleceğine kurban edilen günahsız Türk subayları unutulmadan birkaç cümle sarf etmek geldi içimden.

Öncelikle hepimize hayırlı olsun. AKP iktidarının kıdemli ağızlarından Akif Beki’nin Hürriyet gazetesindeki 10 Ekim 2013 tarihli köşesinde de belirttiği gibi, “Demokratikleşme maceramızda en kritik eşiği geçtik (miş). Darbelerle mücadele tarihimizde geri döndürülemez bir noktaya geldik(miş).” Bu yüzden Beki’nin bir yanı bahar bahçeymiş. İki yanı da bahar bahçe olacakmış az daha ama ah bu darbenin varlığını bir türlü kabul etmeyen iflah olmaz darbeciler ve şakşakçıları da olmasaymış. Artık Beki de bu kadarıyla idare ediversin canım, buna da şükürmüş.

Şimdi isterseniz Beki ve benzerlerinin gönlünde bahar bahçe açtıran ve hayatımızın son 3,5 yılını cehenneme çeviren bu demokrasi (!) havasının ve Yargıtay’ın onama kararının ne olduğunu anlamak için bir hafta öncesine dönelim.

İHANETE RAĞMEN AYAKTAYIZ

Tarih: 9 Ekim 2013, Çarşamba.

Yer: Hasdal Askeri Ceza ve Tutukevi-İstanbul.

Belli ki Hasdal gibi Türk subaylarının esir edildiği tüm öteki cezaevlerinde de aileler sabahın erken saatlerinden itibaren eş, anne-baba, kardeş ve evlatlarının yanlarında yerlerini almışlar. Herkes nefesini tutmuş, Ankara’dan gelecek hayırlı bir haberi bekliyor. Saat 10.00’la 10.15 arasında olup bitiyor her şey. Bir yandan Hasdal’ın tek kadın mahkûmu Güllü Salkaya’nın salıverilme haberine sevinirken öte yandan büyük oranda kararın onandığı bilgisi herkesin adalete dair son ümidini de alıp götürüyor.

Neredeyse her iki evlattan birinin diğerine ağlayarak söylediği; “Sen bu akşam babanla birlikte eve gideceksin, benim babamsa hala burada kalacak,” sözleri herhalde Hasdal’ı hafızalarından asla silemeyecek çocuklarımız ve bizler için durumu tüm çıplaklığıyla ortaya koymaya yetiyor. Günün kalan kısmında Yargıtay’ın kararını duyar duymaz Hasdal’a akın eden dost ve arkadaşlarımız sayesinde yaşadığımız ihanetin son adımında da dimdik ayakta durmayı başarıyoruz.

HİÇ KARACI KALMADI

Eş-dost-akraba-arkadaş kalabalığı akşam saatlerinde Hasdal’ı terk ettikten ve özgürlüklerine kavuşan silah arkadaşlarımızı alkışlar eşliğinde Hasdal’dan uğurladıktan sonra Balyoz darbe planının yalın gerçeği fiziki olarak da kendiliğinden ortaya çıkıyor. Sağım denizci, solum denizci olunca gayri ihtiyari şu soruyu soruyorum en yakındaki arkadaşlarıma : “Yahu hiç mi karacı kalmadı aramızda?”

“Ne zannettin,” diyorlar. Meğer günün telaşı içinde fark edememişim. Sadece Hasdal değil diğer cezaevlerinin hiçbirinde de tek bir muvazzaf/görevde karacı kalmamış meğerse. İnanmıyorum, gidip Hasdal’ın son durumunu gösterir mevcut çizelgesini buluyor, tek tek sayıyorum. Yalın gerçek değişmiyor. Hasdal’da kala kala Balyoz davası hükümlüsü 43 denizci 2 de jandarma subayı 45 kişi kalmışız.

YÜZDE 57 DENİZCİ

Ertesi gün yapılan daha sıhhatli bir istatistikle ortaya çıkan rakamlarsa büyük yalanı biraz daha açıklığa kavuşturuyor. Balyoz hükümlüsü 237 sanığın 134’ü (% 57’si) Deniz Kuvvetleri personeli ve dağılımı da şöyle: halen 7’si görevde 27’si emekli olmak üzere 34 amiral, halen 86’sı görevde 14’ü emekli olmak üzere 100 subay. Türk Silahlı Kuvvetlerinin en az personel mevcutlu kuvvetinde durum böyleyken bir de en yüksek personel mevcuduna sahip Kara Kuvvetlerinde durum neymiş bakalım: 237 hükümlünün sadece 38’i karacı. Bu mevcudun 28’i general (1’i hariç hepsi emekli), kalan 10’u ise emekli subay.

TSK’nın ikinci küçük mevcutlu kuvveti Hava Kuvvetlerinde durum biraz daha iyi: toplam 41 hükümlünün 19’u general (14’ü emekli 5’i halen görevde), 22’si subay (9’u emekli, 13’ü görevde). Neredeyse mevcudu Kara Kuvvetlerine yakın olan jandarma da yalanı rakamlarla ortaya koymaya devam ediyor: toplam 24 jandarma hükümlüsünün 2’si emekli general, 22’si ise subay (4’ü emekli 18’i halen görevde).

BU MU SİZİN İLERİ DEMOKRASİNİZ

Başta emekli Orgeneral Çetin Doğan olmak üzere karacı, denizci, havacı, jandarma ya da sivil, bu davada yargılanan tek bir kişinin bile suçu olmadığını, hepimizin sahteliği binlerce defa bilimsel olarak kanıtlanmış dijital verilerle cezalandırıldığımızı biliyoruz. Zaten öyle olmasaydı darbe senaryosuna dayanak olan plan seminerinde takdim yapanların bile serbest bırakılmalarını açıklamak oldukça zorlaşırdı. İnsan bu istatistikler ve gerçekler karşısında sormadan edemiyor elbette: “Bu mu sizin ileri demokrasiniz? Bu mu sizin darbeyle hesaplaşmanız? Bu mu oranızda buranızda baharlar açtıran yargı kararınız?”

Akif Beki ve benzeri Allah’tan korkmaz kuldan utanmazlar, Allah öncelikle hepinize akıl fikir versin. Madem bir yalanın peşine sürükleneceksiniz biraz zekâ pırıltısı gösterin de inandırıcılığınız artsın. Siz bana, yargılamanın ilk gününden bu yana resmi belgeyle ispatlamasına karşın, Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen’in TRT kameraları kayıttayken ve bütün gün dalıştayken nasıl dijital veri hazırlamış olabileceğini, bu şekliyle de 16 yıl hapis cezası almaya nasıl hak kazandığını bir anlatıverin önce de ondan sonra memlekete demokrasi nasıl gelecek hep beraber bir yol bulalım.

BUGÜN BİZE YARIN SİZE

11 yıldır süren AKP iktidarının yalanlarına tüy diken Yargıtay’ın Balyoz kararı Türkiye’de önümüzdeki dönemde daha neler yaşanabileceğini göstermesi açısından da dikkatle değerlendirilmelidir. Bilime dayalı öğrenim hakkı elinden alınan, başörtüsü baş tacı edilirken kuruluş değerleri yerle bir edilen, televizyondaki sunucusunun kıyafetine kadar karışılan bir Türkiye’de kimin hangi cezaevinde olduğu sadece şahsına düşen metrekareyle ilgili bir husustur. Bugün Hasdal’da yarın Silivri’de payımıza düşecek metrekare sanmayın ki halkımızın kalanı için daha fazladır.

Dün olduğu gibi bugün de canını ülkesinin insanı, yaşam hakkı, özgürlüğü uğruna feda etmekten çekinmeyecek bir Türk evladı olarak, Hasdal’ın demir parmaklıkları ardından tüm Türkiye’ye sesleniyorum: 11 yıllık AKP iktidarının hokkabazlıklarına göz yumuldukça Türkiye bir açık hapishane olmaya devam edecektir. Yaşam alanınızın giderek yok olduğunu, özgür bir vatandaş olarak yaşayabildiğiniz gün sayısının giderek azaldığını unutmayın. Bu zulüm bugün bize yarın size. Hem de Yargıtay gibi Türk hukuk sisteminin en tepesinden tescillenmiş olarak.

REDDİ HAŞİM

Son sözüm dünya hukuk tarihinde yer eden iktisat kökenli Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’a. “Yargıtay’ın Balyoz davası kararı için temyiz makamı gibi gösteriliyoruz. İnsanlara boş yere umut veriliyor,” buyurmuşsunuz. Merak etmeyin, sizden bir şey beklediğimiz yok, içiniz rahat olsun Sayın Kılıç. Biz özel yetkili mahkemelerinizden ne gördük, Yargıtay’ınız neydi ki Anayasa Mahkemenize bel bağlayalım. Sizden gelecek hayır Allah’tan gelsin. Dün özel yetkili kurgu mahkemelerinizin hâkimlerine reddi hâkim dedik kabul olmadı, belki bugün reddi Haşim deriz kabul olur. Reddi Haşim hakkımı kullanıyorum ve aynı özel yetkili mahkemelerinizin ve Yargıtay’ınızın kararlarını olduğu gibi başında bulunduğunuz Anayasa Mahkemenizin kararlarını da reddediyorum.

Tüm Türk halkına en derin sevgi ve saygılarımla, bir kez daha iyi bir bayram geçirmeniz dileklerimle…

Ali Türkşen/Deniz Kurmay Albay

Hasdal Askeri Cezaevi”

Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen, Genel Kurmay Başkanı Necdet Özel’in, başta kendi personeli olmak üzere, aklı başında herkesin üzerinde soğuk duş etkisi yaratan açıklamasına cevaben de şunları söylüyor;

“Yargıtay’ın Balyoz kararlarını yaptığı açıklamayla kabullenen Genelkurmay Başkanı Necdet Özel’e Hasdal cezaevinde bulunan Albay Ali Türkşen’den tepki geldi.

Sözcü’ye konuşan Türkşen, Necdet Özel’e artık “Special Özel” olarak hitap ettiklerini belirtti.

Special Necdet diyoruz artık ona… Hasdal Deniz Kuvvetleri Cezaevi’nde o böyle tanınıyor.

Albay Türkşen, Necdet Özel’in “karardan dolayı üzgünüm” sözüne de sert tepki gösterdi. “Bizim için ağlamasın” dedi.

Türkşen, “Special Necdet’in bu açıklamasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri’nde subay ve komutan dönemi bitti. Artık ilgili ve bilgili kamu görevlisi dönemi başladı” diye konuştu.

Deniz Kuvvetleri’nin, cemaat yapılanmasını sağlamak için hedef alındığını belirten Türkşen, “mücadele daha şimdi başlıyor” dedi.”

———–

İkinci mektubumuz da, Mamak Askeri cezaevinde yatan denizci Subaylardan. 18 Ekim 2013 Cuma günü, Balyoz davasında hapis cezasına çarptırılan tutuklu subaylar dışarıdaki komutanları eleştirdi, başlıklı haberde, Mamak’taki Askeri Cezaevi’nde kalan denizci Subaylar, Yargıtay’ı eleştiren bir açıklama yaptılar. Elinizi vicdanınıza koyun ve okuyun lütfen…

“Uğur ERGAN / Hürriyet – Mamak’taki askeri cezaevinde kalan denizci subaylar, Yargıtay’ın Balyoz davasında hapis cezası kararlarını onaylamasını eleştiren 6 sayfalık ortak bir açıklama yaptı.

“Komutanlarımızın sessiz kalmasını anlayamıyoruz. Bizlerin acısına dayanamayarak vefat eden aile büyüklerimizin cenaze törenlerine, hasta olan eş, çocuklarımız ile aile büyüklerimizin yanına, sessiz kaldığınız sürece lütfen teselli için gelmeyiniz” çağrısında bulunan subayların açıklaması özetle şöyle:

SESSİZLİĞİ ANLAYAMIYORUZ

“Bugüne kadar Yargıtay’dan çıkacak kararı bekleyen ve masumiyetimize inanan komutanlarımızın hukuka saygı ve adil yargılanmayı etkilememe adına sessiz kaldıklarına yürekten inanıyoruz. Bugün Deniz’in, daha doğrusu Cumhuriyet değerlerinin ve hukukun bittiği noktada olduğumuzu hepinizin bildiğini ve gördüğünü değerlendiriyoruz. Bu hukuksuzluğu ve haksızlığı görerek istifa eden, bizlerin masumiyetini her ortamda ve her şartta haykıran emekli Donanma Komutanı Nusret Güner’in dışında diğer komutanlarımızın sessiz kalmasını anlayamıyoruz.

HALK UYUTULUYOR, HAYKIRIN

Gazeteler ve görsel medyada Atatürk’ün neferi Nusret Güner’e 2 neferin, “Yerimiz onların yanıydı” diyen Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı Koramiral Atilla Kezek ve Teknik Başkan Tümamiral Sami Örgüç’ün istifa ederek katıldığını izledik. Atatürk’ün emrettiği yolda yürümenin esası askerler için, önce komutan ve lider olmaktan geçmektedir. Lütfen ülkemiz ve bizler için daha fazla geç olmadan en kısa sürede bir araya gelin, her türlü şahsi menfaat ve duygulardan uzak, uyutulan Türk halkına bizleri en iyi tanıyanlar olarak korkmadan masumiyetimizi haykırınız.

VİCDANIN RAHATSA SESSİZ KAL

Geçtiğimiz 3 yılda bizlerin sesi olmaya çalışan, masumiyetimizi

anlatmaya çalışan avukatlarımıza, ailelerimize, eş ve çocuklarımıza sözde değil gerçekten destek olunuz. Görevinin başında veya evinizde eşiniz, çocuklarınız ve torunlarınız ile otururken bizlerin, eşlerimizin, çocuklarımızın ve ailelerimizin yaşadığı ızdırabı vicdanlarınız kabul ediyorsa o zaman mezara kadar sessiz kalmayı tercih ediniz.

ATATÜRK’ÜN ERLERİYİZ

Rütbelerimizin söküleceği ve er statüsüne düşeceğimizi çarşaf çarşaf yayınlayan ve duyuranlar: Bu davada yargılananlar olarak ülkemizin ve Atatürk’ün bir eri olarak dünyaya geldik. Bizler öldüğümüzde imamın ‘er kişi niyetine’ diye hakkımızda kılınacak cenaze namazında niyet edeceğinden adımız gibi eminiz. Acaba kendilerinin cenazesinde imam nasıl bir niyetle namazlarını kıldıracak onu da çok merak etmekteyiz.

VATAN SAĞ OLSUN

Şehit ve gazi olan silah arkadaşlarımıza ve ailelerine minnet ve şükranlarımızı saygıyla sunarız. Onların yaptıkları yanında bizlerin hapiste tutulmasının hiçbir önemi olmadığı bilinci ile Kurban ve 29 Ekim Cumhuriyet Bayramları’nı kutlar, sağlık ve esenlikler dileriz. Vatan sağolsun.”

————

Üçüncü paylaşacağım mektup da, Yargıtay’ın açıkladığı Balyoz kararına ilişkin Hadımköy’de bulunan askerlerden gelen açıklama;

“Balyoz kararlarının açıklanmasının ardından avukat Hüseyin Ersöz, sanıkların ortak mesajını açıkladı. Ersöz’ün okuduğu açıklama şu şekilde: “Çok talihsiz bir karar verildi. Bu konuyla ilgili olarak hakkında hüküm kurulmuş olan 250 tutuklu sanığın ortak kaleme almış oldukları bir metni paylaşmak isterim. Balyoz davasında toplu tutuklama ve toplu yargılamayla işlenen yargı cinayeti bugün verilen kararla hukuk katliamına dönüşmüştür. Aslında katledilen cumhuriyet ve geleceğimiz olmuştur. Mahkemenin kararı bizi hiç şaşırtmadı. Çünkü siyasi olan bu davanın neticesinde hukuki olması beklenmezdi. Biz bu mahkemenin adalete giden bütün köprüleri yıktığını 10 Ağustos 2012 tarihinde yayınladığımız duyuruda vurgulamış, mahkemenin vereceği kararı tahmin ettiğimizi ve verilecek karardan korkmadığımızı belirtmiştik. Öngörümüz bizi yanıltmadı. Bu mahkeme delilleri toplamayan savunmanın lehine olan delilleri adli emanette saklanmasına ve bir kısmının kaybolmasına sessiz kalan en önemli delilleri aylarca savunmaya vermeyen yalan ve iftara ürünü sözde delilleri değerlendirmeyen ve tartışamayan bilirkişi görevlendirmeyen tanık çağırmayan, savcının taleplerinin tamamına yakınının karşılayan, savunmanın taleplerinin hiçbirini karşılamayan ve bu uygulamarıyla hukuku ve savunmayı fiilen yok sayarak avukatsız yargılama yapan bir mahkemedir“

‘Sindirilmez’

“Bu mahkeme akıl ve bilime karşı duruştur. İçinde adalet ve özgürlüğün olmadığı bir ülkede demokrasi de olmaz. Bizler dünya tarihinde örneği görülmeyen bir saldırıya uğrayan, özgürlükleri ve gelecekleri iftira ve yalanlarla çalınan şerefli insanlarız. Bu sürecte yaşananlar yapılanlar ve yapılmayanlar bir savcının basına yansıyan iftiralarında yer alan arzusuna rağmen toplum vicdanında sindirilmeyecektir. Canımız pahasına çok severek yaptığımz askerlik mesleğine son verilse ve her koşulda onurunu koruduğumuz üniformalarımız alınsa da birgün bizlere bu pusuyu kuran alçaklar hainler ve destekçileri meslek onurunu herşeyin üzerinde tutan savcı ve hakimlere mutlaka hesap verecek ve masumiyetimize rağmen yaşanan hukuksuzluk ve vicdansızlık karşısında her seviyede sessiz ve kayıtsız kalanlar ile çıkar sağlayanlar ise utanç duyacaklardır. Açıkça ilan ediyoruz ki devletimiz komplocu bir çete ile mücadelede başarılı olamamıştır. Komşu ülkelerdeki insan hakları ihlallerini önlemeye çalışan ve anlar için hak hukuk ve özgürlük isteyen devletimiz maalesef kendi ordusuna da yapılan ihlalleri haksızlıkları ve hukuksuzlukları önleyememiştir. Devletimizin bu düzmece davada TSK ’ya kaşı emperyalist ve cumhuriyet düşmanlarının kurduğu hain komployu görmemiş olması kabul edilemez bir zaafiyettir.

Diğer taraftan devletimiz bu komployu görmüş ve sessiz kalmış ise durum daha da vahimdir. Aziz Türk milleti emin olsun bizler vatanımıza milletimizi ve devletimize ve bayrağımıza asla ihanet etmedik. Vicdanımız tertemiz. Bizlerin değişmez başkomutanı Mustafa Kemal Atatürk’tür ve izleyiciğimiz yol akıl ve bilim yoludur. Bunu hiçbir güç değiştiremez. Vatan Sağolsun”

‘En güzel madalya’

Davanın bir numaralı sanığı emekli Orgeneral Çetin Doğan kararın ardından şunları söyledi: “Adalet mülkün temeli olmaktan çıkmış zulmün temeli olmuştur. Bu mahkemenin bizi mahkum etmesi bizim için şereftir. Bu yangın söndürülecektir. Biz yok oldukça büyürüz. Mahkeme kendi hakkında hüküm verdi. Bizim hakkımızda vermezler. Hukuk cinayeti işlediler. Yarın çocuklarının yüzlerine bakamayacaklar. Biz her şeyimizi bu ülkeye verdik. Aydınlık gelecek için ölmeye hazırız. Zindanda oluşumuz dışarıda olmamızdan daha güçlüdür. Davamıza yardımcı olacaktır. Bizdeki kıvılcımı daha da büyütecektir. Bu ülkeye 50 yıl hizmet ettim. Çok sayıda madalyam var. Ancak bugün aldığım madalya bunların arasında en değerli olanı.

‘Kürdistan için’

Davanın diğer önemli sanıkları ise tepkilerini şöyle dile getirdi.

Halil İbrahim Fırtına: “Bu karar Türkiye Cumhuriyeti’ne bir ders olsun. Diyecek başka bir şeyim yok.”

Cem Gürdeniz: “Deniz Kuvvetleri tamamen çökmüştür.”

Bilgin Balanlı: “Her şey ortada, hiçbir şey söylemiyorum.”

Ali İhsan Çuhadaroğlu: “Kürdistan kurulması için onurlu subaylar buraya hapsedilmiştir.””

İçeride, dışarıda, yurt içinde, yurt dışında herkesin dile getirdiği bu hukuksuzlukların giderilmesini talep etmeyi, bu sorumluluğu yerine getiremeyenlerden hesap sormayı istemeyi darbe istemek olarak yorumluyorsanız, bu sizin yanlış algılarınızdan kaynaklanıyor. Dediğim gibi, ben sivil toplumcuyum, demokrasi kültüründen geliyorum. İçinde, başında olduğum sivil toplum oluşumlarının, Türkiye’de demokrasi ve yurttaş sektörünün gelişimine yaptığı katkılar ve yarattığı toplumsal fayda, farkındalık ve gelişmeler kitaplara, araştırmalara konu olmaktadır. Bugüne dek, hem de gönüllü olarak Türkiye için yaptıklarımla, bazı sorularda ve yorumlarda bana atfedilen şeyler bu dünyada yanyana gelebilecek şeyler değildir. Sevgili arkadaşlar, ATA’ma mektubumdan sonra sorulan sorulara verdiğim bu uzun cevabın çoğunuz için yeterli olacağını umuyorum. Bu yanlış anlamanın kendi payıma düşen kısmı için de herkesten özür dilerim. 10 Kasım mesajımdan çıkarılan yanlış anlama ve seviyesiz yakıştırmalar için de aynı özrü sizlerden de beklerim.

Sevgilerimle,

Ali Nasuh Mahruki

Sorumlu Yurttaş

PS. Yazımı daha fazla uzatmamak için en sona aldığım, çözmemiz gereken önemli bir problemimiz daha var. Devlet’in ve herkesin hazırlıksız yakalandığı 17 Ağustos 1999 Depremi’nde, başında bulunduğum sivil toplum kuruluşuyla kurtardığımız hayatlar ve gösterdiğimiz yararlılıklar nedeniyle, Türkiye’nin en güvenilir kurumu seçilmiştik, haliyle ben de Türkiye’nin en güvenilir kurumunun başkanıydım. Kamuoyu’nda büyük bir saygınlığa, sevgiye ve popülerliğe sahip olmuştuk. Dağcılık sporundaki başarılarım, sivil toplumcu başarılarımla taçlanmıştı. Bunu kendine bir tehdit olarak algılayan dönemin statükosu ve ondan beslenen sefil zihniyet, hemen durumdan vazife çıkarmış ve hakkımda çeşitli karalama kampanyaları başlatmıştı. Eleştirecek bir şey bulamadıkları için de, en kolayını seçmiş ve adımın orijinalliğini kullanarak, benim gayri müslim olduğumu, Ermeni, Yahudi olduğumu yaymaya başlamışlardı. Bugün hala aynı şeylerin yapılmaya çalışıldığını görüyorum. 10 Kasım mektubuma yorumlar yazan bazı kişilerin bana Yahudi, Ermeni, Mason, bilmemne dediklerini görüyoruz hep birlikte. Öncelikle, ben Türk’üm, Türk oğlu Türk’üm ve müslümanım ve neysem, öyle anılmak istiyorum. Benim Türkiye ve Türk Milleti için yaptıklarımın binde birini bile yapamamış, ülkeye elle tutulur hiçbir fayda yaratamamış tiplerin, klavye başında dinim ve milliyetimle ilgili bana yaptıkları bu cahilce ve kötü niyetli yakıştırmalardan gerçekten sıkılıyorum. Artık doğrusunu öğrendiniz, bu konuda haddinizi aşmamanızı dilerim.

Aşağıda sizle ailemi, aile ağacımı paylaşmak istiyorum. Benim neden, hayatım boyunca ülkeme ve milletime fayda yaratmak için mücadele ettiğimi ve bu konudaki kararlılığımın nereden geldiğini daha iyi anlayacağınızı umuyorum…

“200 yıldan fazladır İstanbul’da yaşayan köklü ve varlıklı bir aileden geliyorum ve hem ailemden hem de Türklüğümden büyük gurur duyuyorum. Büyükbabamın büyükbabasının babası, 1822 yılında Sakız Adası’nda çıkan Rum isyanını bastıran ve Sultan II. Mahmud’un, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak kendisine verdiği bu görevi eksiksiz yerine getirdikten sonra, burada şehit düşen (Nasuh oğlu) Kaptan-ı Derya Ali Paşa’dır. İsyan bastırıldıktan ve bütün kontrol Osmanlı Donanması’na geçtikten sonra, Osmanlıların Sancak Gemisi’ni ateş kayıklarıyla düzenlediği saldırıda yakmayı başaran ve Yunanlıların “Kara Ali” dediği büyük büyük büyük dedemi şehit eden Kanaris adlı gözüpek Yunan denizci, kendi ülkesinin milli kahramanlarından biridir. Sakız adasının en büyük meydanındaki en büyük heykel, bu olayın anısına dikilmiş Kanaris’in heykelidir. Bugün ailemizin soyadı olan Mahruki, yani “yanarak ölen”, “yanmış” anlamındaki Osmanlıca kelime de bu olaydan ailemize şerefli bir miras olarak kalmıştır.

Bu süreç Yılmaz Öztuna’nın hazırladığı BÜYÜK TÜRKİYE TARİHİ adlı ansiklopedinin 6. cildinde, 441 – 443. sayfalar arasında şu şekilde anlatılır;

Yunan İhtilâli’nin Başlaması (12 Şubat 1821)

Yıllık ısı ortalaması 17° olan Mora’da, ılık bir kış sabahı, 12 şubat 1821’de ihtilâl başladı. Bizzat Patras başpiskoposu Germanos’un kumanda ettiği 10.000 kadar silahlı Rum, şehre hâkim olduktan sonra, kaleyi muhâsara altına aldılar. Patras’ta ayaklanma başlayınca, uzun zamandan beri bu ânı bekliyen bütün Mora, ayağa kalktı. Nisan başlarında, Mora sancağının merkezi olan Tripoliçe dışında bütün yarımada, âsîlerin eline geçmişti. İsyân, hızla Kiklad adalarına da geçti. Yunanlılar, Mora’nın kuzeydoğusunda Nauplion (Türkçe: Anabolu) limanını, ihtilâl idaresinin merkezi olarak ilân ettiler.

Mora’daki Türkler’in bir kısmı Tripoliçe’ye can atmakla beraber, çok büyük ekseriyeti, katliâm edildiler. Yunanlılar’ın öldürdükleri Mora Türkleri’nin 40-50 binden az olmadığı muhakkaktır. Bunların içinde, 400 yıl önce Mora’ya yerleşmiş Türk aileleri bile vardı. 5 Ekim 1821’de Tripoliçe’nin düşmesi, faciayı tamamladı. Kaledeki asker ve sivil 8.000 Türk, yeni doğmuş çocuklar bile ihmal edilmeksizin öldürüldü.

Bab-ı Ali, o kadar himaye ettiği ve bir hükümdar derecesinde imtiyazlar tanıdığı Ortodoks Cihan Patriki Grigorios’un asilerle işbirliği halinde olduğunu tesbit edince, 22 Nisan 1821 günü kendisini tevkif ederek Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında astırdı. Göğsüne ihanetini anlatan bir yafta yapıştırılan Patrik’in cesedi, 3 gün İstanbullular’a teşhir edildi. Yeni Patrik’in emriyle bu orta kapı, o tarihten itibaren kapatılıp iptal edildi ve bir Türk devlet veya hükümet başkanı aynı yerde asılıncaya kadar açılmamasına karar verildi. Bab-ı Ali, ihtilalin başında olanlardan yakalayabildiklerini imha etti. Bunların arasında Edirne, Kayseri, Tarabya ve Edremit piskoposları ile birkaç Fenerli Rum beyi de asıldı. Bu Fenerli Rum beyleri, Boğaziçi’nde muhteşem saray ve konaklarda yaşıyan, bilhassa armatörlükle zengin olan, Bab-ı Ali’nin Eflak ve Boğdan prenslerini aralarından seçtiği bir kitleydi.

Mora’daki başarılı ayaklanmayı öğrenir öğrenmez Çar’ın yaveri Prens İpsilanti, Odesa’dan 3.000 Rum gönüllüsüyle, Boğdan’ın merkezi olan Yaş’a geldi ve 5 Martta bu şehri, aynı ayın 11’inde Kalas’ı ve 30’unda Bükreş’i işgal etti. Derhal Romanya’ya giren Türk askeri, ihtilali söndürdü. Rumlar’ın yakalananları imha edildi. Bir kısmı, Prens İpsilanti ile beraber Avusturya’ya sığındı. Yunanlılar, Romanya da Ortodoks olduğu için, Romenler’in ihtilale katılacaklarını sanarak büyük hataya düşmüşlerdi. Romanya mes’elesinin sür’atle halli, Bizans İmparatorluğunun ihya edilemiyeceğini gösterdi. Yunanlılar, bir daha aynı hataya düşmediler ve bütün güçlerini, Mora ile çevresinde milli bir devlet kurabilmek noktasında topladılar.

Bab-ı Ali’nin Rusya’yı protesto etmesi üzerine Çar, İpsilanti’yi yaverliğinden azletti ve “general” rütbesini taşıyan Hetairia liderini askerlikten çıkardı.

13 Ocak 1822’de ihtilalciler, Mora, Kiklad adaları, Ağrıboz ve Attika’yı içine alan bir Yunanistan kurulduğunu, diğer Yunan ülkelerinin de kurtulacağını ilan ettiler. Prens Mavrokordato, başkanlığa seçildi.

İhtilalciler, Ege adalarının çoğuna hâkim olmuşlardı. Anadolu’nun Kuşadası Körfezi’ndeki Sisam adası, bunlardan biriydi. 6.000 Sisamlı, adaya hâkim olduktan sonra, kuzeybatıda, Çeşme’nin karşısındaki Sakız adasına çıktı. Sakız’da birkaç bin Türk’ün yanında 80.000 Rum yaşıyordu. Bugün bile ada nüfusunun bu rakamı bulamaması, Osmanlı devrinde Sakız’ın refahını gösterir. Sisamlılar, Sakızlılar’ı derhal ayaklandırdılar. Muhafız Vezir Vahid Paşa, Sakız kalesini asilere karşı savunmaya başladı. Adada isyanın başlamasından 19 gün sonra, 11 Nisan 1822’de Kapdan-ı Derya Nasuh-zade Ali Paşa, adanın Çeşme’ye bakan Sakız limanına girdi. Bir hafta karşı koyan asiler imha edildi ve on binlerce Rum öldürüldü veya esir alındı. Bir devletin en tabii hakkını kullanması ve Mora’da yapılanlara küçük bir karşılık olan bu hareket, Avrupa’da büyük akisler uyandırdı. Lord Byron ve Victor Hugo gibi şairler, Beethoven gibi bestekarlar, ressamlar, gazeteciler, acıklı eserlerle Sakız isyanının bastırılmasını terennüm ettiler. Avrupa’da Türkler’in barbarlığı üzerinde uzun boylu sözler söylendi.

Kaptan-ı Derya Ali Paşa’nın oğlu, yani büyükbabamım büyükbabası Mehmet Ali Bey birkaç padişaha hizmet etmiş ve Sultan Abdülmecid’in başmabeyincilik (genel sekreterlik) görevini üstlenmiştir.

Mehmet Ali Bey’in oğlu, yani büyükbabamın babası Eşref Cafer Bey, Galatasaray ve Mülkiye’yi bitirdikten sonra Sorbon Üniversitesi’nde okumuş, 6 lisan öğrenmiş, Mülkiye’de öğretmenlik yapmış, çeşitli Kafkas ülkelerinde ve Hindistan’da Konsolosluk görevlerini sürdürmüş ve Balkan Savaşı yıllarında Hint müslümanlarından Türkiye’ye önemli yardımlar sağlamıştır.

Eşref Cafer Bey’in oğlu, yani büyükbabam Ali Cevat Mahruki , Macaristan’da okumuş ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin genç inşaat mühendislerinden biri olarak pek çok projeye imza atmıştır. Kurucularından biri olduğu Garanti Bankası’nın kuruluşundan 1952 yılına kadar idare meclisi üyeliği yapmıştır.

Ali Cevat Mahruki’nin oğlu, yani babam Cafer Cem Mahruki, Türkiye’nin en iyi para koleksiyoncularından biridir ve Türk Nümismatik Derneği başkanıdır.

Cem Mahruki’nin oğlu Ali Nasuh Mahruki ise, hayatı boyunca taşıdığı kana ve mensup olduğu aileye layık olmaya, layık yaşamaya çalışan, tuttuğunu da koparan ancak ne yazık ki çok haksızlığa uğradığını düşünen, eskilerin deyimiyle nev-i şahsına münhasır bir adamdır.

Aslında bütün hikâye bu kadar basit…”

VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR sayfa 31 – 34

ATA’ma Mektup – 10 Kasım 2013

Ey büyük ATA’m,

Aramızdan ayrılışının 75. yılında, sana bu mektubu içim burkularak ve utanarak yazıyorum. Yanlış anlama, ben seni utandıracak bir şey hayatım boyunca yapmadım ve hiçbir zaman da yapmayacağım ama yine de en büyük eserini, birinci vazifemiz olarak bizden istediğin gibi de koruyamadım. Utancım yaptığım bir şeyden değil yapamadığım bize verdiğin birinci ve en büyük görevden. Gençliğe Hitabeyi kendimi bildim bileli büyük bir gurur, coşku ve aşkla okurum, hissederim, yaşarım ama utana – sıkıla söylüyorum ki, gereğini yapamadım, henüz hiçbirimiz yapamadık…

Çok üzülerek sana söylemek zorundayım ki, bu acıklı günlerin asıl sorumlusu, Milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali Subaylara ait olacaktır dediğin gibi, silah arkadaşların Subaylardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Subayları, hepsi asil, yiğit, fedakar, bilgili, kültürlü, adam gibi adam insanlar. Sahte kanıtlarla ve iftiralarla hapislere atılmalarına rağmen boyun eğmez, dimdik duruşlarına, Türk Subayına yaraşır kibarlıklarına ve beyefendiliklerine, askerliklerine bir sözüm yok. Ama içlerinde bir tane lider de yok. Türk Silahlı Kuvvetleri, Subaylara kahramanlığı, askerliği, emir komutayı, ölüme gülerek gitmeyi her şeyi çok iyi öğretmiş ama liderliği ne yazık ki öğretememiş. Koskoca Türk Silahlı Kuvvetleri’nde sana layık olabilecek lider vasıflı bir tek Subay bile yokmuş. Düşman, senin de uyardığın gibi, Cumhuriyeti bozmak, kazanımlarını elimizden almak ve bağımsızlığımızı ele geçirmek için, ilk önce Subaylarımızı hor görmüş ve aşağılamış, alçakça saldırılarına onların üzerinden başlamıştı. Türk Silahlı Kuvvetleri’ni pasifize etmek ve onun yenilmez koruyucu kalkanının yokluğunda, Türkiye’mizi bölmek, dincileştirmek ve sömürgeleştirmek olan şeytani amaçlarına ulaşmak için, türlü türlü sahte kanıtlarla, gizli tanıklarla, iftiralarla, bütün dünyanın gözü önünde, bir çoğu 60 – 70 küsur yaşında olan, dünyanın en kaliteli, en yiğit, en fedakar insanları Türk Subaylarına, teröristmiş gibi gösterip ağır hapis cezaları vererek küçük düşürmekte ve aşağılamaktadırlar. Memlekete kelle koltukta onyıllarca hizmet etmiş kahraman Türk Subayı, kendi Vatanında, yıllardır düşman hukukuna maruz bırakılmasına rağmen, dışarıdaki silah arkadaşları tarihsel sorumluluklarını yerine getiremediler ve en büyük eserinin yıpratılmasını seyretmekten başka bir şey de yapamadılar.

Sen ki, Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir. Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağımdır, dediğin halde ve Ne Mutlu Türküm Diyene sözüyle bizleri birleştirdiğin halde, ülkede bugün yaşanan bu zulüm, Türklüklerinden utananlar ve Türk düşmanı vatansızlar tarafından yaşatılıyor hepimize. 1933’ten beri içimiz titreyerek, gözlerimiz dolarak gururla söylediğimiz, Türklüğümüzü haykırdığımız Andımız’ın da, Cumhuriyet’in 90. yılına günler kala yasaklandığını da söylemek zorundayım ne yazık ki. Senin en güzel sözlerinden; Ne Mutlu Türküm Diyene sözünü de, fırsatını buldukça kaldırıyorlar yazıldığı yerlerden ve silmeye çalışıyorlar asil Milletimizin hafızasından. Hep aynı Türk düşmanı zihniyet tarafından…

Ey büyük ATA’m, bunları söyleyerek seni üzmek istemezdim ama ne yazık ki ülkede bugün yaşanan durum bu. Yine de, her ne kadar Subaylar, onlara verdiğin vazifelerini yerine getirememiş olsalar da, Cumhuriyeti emanet ettiğin gençler, birinci vazifelerinin çok açık olarak farkındalarmış. 10 yıldır yaşadığımız bu Cumhuriyet düşmanı süreçte yaşananlar, gençlerin üzerinde herkesin tahmin ettiğinden daha büyük bir birikim yaratmış ve bir gün, bir yerde bu birikim patladı ve büyük bir kitle ayağa kalktı. Sen yine geleceği doğru okumuşsun ve en büyük eserini gençlere emanet ederek en doğrusunu yapmışsın. Bugün artık Lise öğrencileri, Üniversite öğrencileri ayağa kalkmış durumdalar ve kendi gelecekleri için, Cumhuriyet’in kazanımları için mücadeleyi başlattılar ve inan bana, hepsi muhtaç oldukları kudretin damarlarında dolaştığının farkındalar.

Zor zamanlar yaşadık, Cumhuriyet’in bir çok önemli kazanımı alt üst edildi, demokrasimiz ve hukukumuz, demokrasi ve hukuktan başka bir şeye dönüştürüldü. Büyük haksızlıklar, ihanetler, yolsuzluklar ve insan hakları ihlalleri yapıldı, yapılıyor ama sonunda Türk Genci, kendi geleceğini güçlü ve becerikli ellerine almaya karar verdi. Sen Milletini çok iyi tanıdığın için bilirsin, oraya zor gelir ama, bu Millet bir kere gayrık yeter dedi mi, düşmanın kaçma zamanı gelmiş demektir. Bundan sonrası çok daha kolay olacaktır. Yaşamdaki en büyük öğretilerini senden almış olan bir Türk genci olarak, sana bir dahaki mektubumda çok daha güzel haberler vereceğime emin olabilirsin.

Her geçen gün seni daha çok özlüyoruz ATA’m…
Bizim için yaptığın her şey için sonsuz teşekkürlerimle…

Ali Nasuh Mahruki

AKUT Genel Kuruluna İki Hafta Kala Haberturk.Com Röportajı Üzerinden Başlatılan Operasyon Hakkında

Çok değerli AKUT’lu arkadaşlarım,

Bu uzun yazımda sizlere, şu son iki haftalık süreçte hayretler içinde fark ederek gördüklerimi ve anladıklarımı olanca açıklığıyla anlatmaya çalışacağım. Değişik zamanlarda AKUT’a katılmış olan, yarattığı değerle aramızdaki yerini kendi bulan, AKUT’un gerçek sahibi olarak gördüğüm sizlere, hiçbir zaman doğru olduğuna inanmadığım bir şey söylemedim, AKUT için neyin en doğrusu olduğuna inandıysam her zaman onu yaptım ve çevremdeki herkesi öyle yönlendirdim. Şu anda da, bu ilk kez yaşadığımız gerilimli sürecin içinde fark ettiklerimi, en açık haliyle sizlerle paylaşmam gerektiğine inanıyorum. AKUT içinde ilk kez başımıza gelen ve biraz da tehlikeli bir süreçten geçiyoruz. Kandırılmaya ve yönlendirilmeye çok açık bir süreç bu, hepimizin uyanık ve dikkatli olması gerekiyor. Bu noktada hepimizin ortak enerjisine, ortak aklına ve AKUT’umuza sahip çıkmasına ihtiyacımız var. AKUT’un bizlere ihtiyacı var…

AKUT Bingöl Ekibi’nin yayınladığı deklarasyon, tahmin edebileceğiniz gibi hepimizi sarsmış, beni de derinden üzmüş ve yaralamıştır. İlk günden itibaren AKUT’un başında ve her tür kararının içinde biri olarak, dahası AKUT Bingöl Ekibi’ni, rahmetli aziz kardeşim Veysel Aksoy’la birlikte kuran kişi olarak, aramızdaki ilk yanlış anlaşılmaya müsait konuda, sizlerden bu kadar sert ve doğrudan bir darbe almayı gerçekten beklemiyordum. Şaşkınlıkla izlediğim, haberturk.com röportajı sonrası fırtınalı süreci anlayabildiğim kadarıyla, kendimce iyi – kötü yazılı bir açıklama yapmıştım konuyla ilgili ve bunun tam olarak benden kaynaklanmayan bir iletişim kazası olduğunu, üzgün olduğumu açıklamaya çalışmıştım. AKUT Yönetim Kurulu’ndaki arkadaşlarımız da, bu talihsiz süreci ve neden bir daha tekrar etmeyeceğini olabildiğince anlatmaya çalıştılar sizlere ve her tür sorunuza cevap verdiler.

Önce şunu sormak istiyorum hepinize. Kurmaya karar verdiğimiz günlerden beridir bu Derneğin, bu fikrin başındayım. AKUT’u kuran ve temel kurallarını koyan iradeyi temsil ediyorum. Bugüne dek bir kere bile böyle bir yanlışım oldu mu burada, olmadı. Daha önce bir kez bile, AKUT benim aracılığımla siyasi bir mesaj veriyormuş gibi algılandı mı, algılanmadı. Bugüne dek buna benzer bir tartışma, yanlış anlaşılma aramızda yaşandı mı hiç, yaşanmadı. Peki hayatımızda ilk defa, sadece bir kere böyle bir tatsız olay yaşadık diye, üstüne üstlük ben de bu konuda elimden geldiği kadarıyla bir iletişim kazası yaşadığımızı, bundan dolayı üzgün olduğumu ve bundan sonra AKUT’la ve diğer konularla ilgili kendi görüşlerimi paylaşırken daha hassas davranacağımı söyledikten sonra, bu konuyu bu kadar büyütmek, hatta içinde siyasi görüşler de paylaşan bir deklarasyon yayınlamak, beni hiç yapmadığım, aklımın köşesinden bile geçmemiş şeylerle herkesin ortasında itham etmek, en basit ifadeyle biraz haksızlık etmek olmuyor mu acaba?

Şu veya bu sebeple, Yönetim Kurulu Başkanı olarak benim veya herhangi bir AKUT yöneticisinin, AKUT Disiplin İlke ve Etik Kurallarına uygun olmayan bir davranış içinde olduğumuzu düşünürseniz, ilk yapacağınız şey, siyasi deklarasyonlar yayınlamak yerine AKUT içindeki ilgili kurulları ve birimleri işletmek olmalıdır. Ve biraz da sabretmek tabi ki. Burası demokratik bir kitle örgütü, bir dernek. Bu tür konuların tamamı kurallar ve kanunlarla belirlenmiş ve koruma altına alınmıştır. Şikayetçi olduğumuz konularda, ilgili Dernek içi kurulları işletme alışkanlığı geliştirebilmek, hepimiz için en doğrusu olacaktır. Demokrasi kültürü bunu gerektirir…

Biz Yönetim Kurulu, Denetleme Kurulu ve Disiplin Kurulu olarak, AKUT’u ve AKUT’luları ilgilendiren her konuda son derece hassas davranmaya büyük özen gösteriyoruz. Biliyorsunuz AKUT’un temeli güvendir, AKUT denince herkesin aklına güven ve güvenilirlik gelir. Hiçbir Ekip Liderimize veya gönüllümüze, haklarındaki herhangi bir suçlamada, iftirada, karalamada, telafisi zor bir zarar gelmesin diye, konuyu bir hafiye titizliğiyle takip edip, bir dünya mesai harcayıp olayın her şeyini, her detayını, ıcığını cıncığını anladıktan sonra bir karar vermeye çalışıyoruz. Bugüne dek Ekip Liderlerimiz hakkında belki yüz tane suçlama dosyası gelmiştir önümüze, hiçbirinde topun gelişine vurmamışızdır. Şu anda bile takip ettiğimiz henüz sonuçlanmamış dosyalar var elimizde. AKUT’un aceleye getirilmiş bir tek disiplin kararı yoktur arkadaşlar. Disiplin konularında birinize haksızlık etmekten, hakkınızı yemekten azami korkarız. Çünkü hepiniz çok iyi biliyorsunuz ki AKUT adaleti, şeffaflığı, hesap verebilirliği ve tarafsızlığı ilke edinmiştir. AKUT demek güven demektir…

Değerli arkadaşlarım, burada hiç kimse bile bile yanlış bir iş yapmaz, hele ben hiç yapmam. AKUT içinde bir gün tekrar, buna benzer bir olayla karşılaşırsak ve çok önemli bir hata yaparsak veya yaptığımızı düşünürseniz, en azından, bizim sizlerin hakkını yememek, haksızlık etmemek için gösterdiğimiz özeni, bize de çok görmeyin lütfen…

Bu süreçte sağduyulu davranış bence şu olmalıydı; Evet şu anda bizleri çok rahatsız eden bir açıklama yapılmış gibi görünüyor, ancak bu durum AKUT için çok alışılmadık bir durum, acaba bir yanlışlık mı oldu? Yoksa bunun altında başka bir şey mi var? En önemli soru; peki bunun devamı gelecek mi? Nasuh veya YK bu konuda bir açıklama yapacak mı, yaptı mı, ne diyorlar? gibi sorular sormamız ve en azından biraz sabretmemiz gerekirdi.

Bu deklarasyonla, yıllardır hiçbir sorun yaşamadan AKUT’tan uzak tuttuğumuz siyaseti ve siyasi fikirleri, AKUT’un içine istemeden de olsa dahil etmiş olduk hep birlikte. AKUT Bingöl Ekibi’ndeki değerli arkadaşlarım, yıllardır gazetelerde okuduğunuz, TV’lerde izlediğiniz görüşlerim benim şahsi görüşlerimdir ve sadece beni bağlar. Ben de herkes gibi bir bireyim her şeyden önce. Ama sizin AKUT Bingöl Ekibi imzasıyla yayınladığınız bildiri, oradaki, buradaki ve her yerdeki AKUT kurumsal kimliğini bağlar. Öncelikle şunu söylemek isterim ki, AKUT Bingöl Ekibi olarak, bu tür siyasi içerikli bir bildiri yayınlama yetkisine sahip değilsiniz, bu yetkiye bizler de sahip değiliz, hiçbirimiz değiliz. Çünkü hepimizin, üzerimizde AKUT’u temsil eden bir şey varken, sigara veya içki içemeyiz kuralımız kadar yakından bildiği, AKUT siyasetle uğraşmaz çünkü AKUT siyaset üstüdür, diye temel bir kuralımız var. Her ne kadar, “Başkan ne cüretle rahatlıkla ayrıştırıcı olabilecek kendi siyasi fikirlerini AKUT’u temsilen söyleyebilir” diye düşünerek ve bu anlamda da haklı olarak bu çıkışı yapmış olsanız da, sonuçta ilk günden beridir uzak durmaya çalıştığımız ve bizi bile ayrıştırabilecek siyaset içimize girmiş oldu. Buna hemen müdahale etmeli ve içimizden derhal geri çıkarmalıyız…

Bizi şu kısacık sürede bu tehlikeli köşeye getiren süreci size kısaca hatırlatmak istiyorum; Geçtiğimiz günlerde, 17 Mayıs 2013 tarihinde haberturk.com sitesinde yayınlanan bir röportajımın arkasından, alışılmadık bir biçimde o kadar gürültü koparıldı ki, bir takım yanlış anlamalardan ve ilişkilendirmelerden kaynaklanan garip bir kriz sürecine girdik. Bayram değil, seyran değil nereden çıktı şimdi bu durum diye şaşırmakla birlikte, durumun ciddiyetinin farkında değildim. Yine de hemen iki gün sonra 19 Mayıs’ta  [email protected] listesinde bu konuda elimden geldiğince bir açıklama yapmaya çalıştım ve Yönetim Kurulu’ndaki arkadaşlarımız da her sorana, olayı o ana kadar zannettiğimiz gibi, “bu bir iletişim kazası, istenmeden yaşanan bir durum, Nasuh da çok rahatsız ve üzgün, benzer bir olayın bir daha tekrarı olmayacak” diye anlatmaya çalıştılar, ama söz konusu deklarasyon sonuçta yayınlandı…

Size bu tatsız süreç hakkında anlatmam gereken çok önemli şeyler var arkadaşlar, dikkatle izlemenizi dilerim. Bir yanlış anlaşılmadan ve iletişim kazasından kaynaklandığını düşündüğümüz bu süreç aslında birileri tarafından planlanan ve uygulanan, bir süredir tasarlandığı belli olan AKUT’a karşı yapılmış bir operasyondur arkadaşlar. Amacı da, bugünün Türkiye’sinin en spekülatif konuları üzerinden, tam genel kurul öncesi, hem bizi birbirimize düşürmek hem de dışarıda Nasuh Mahruki’yi faşist ve ırkçı ilan edip, üzerimdeki saygın, güvenli, temiz algıya zarar vermektir. Genel Kurul öncesinde, içimizden bazılarını şahsıma karşı kışkırtmaktır ve eğer becerebilirlerse AKUT Yönetim Kurulu Başkanlığından beni uzaklaştırabilmektir, en azından Dernek içindeki etkinliğimi azaltmak ve Atatürkçü sesimi kısabilmektir. Twitter ve Facebook’larda bir karşı kampanya saldırganlığıyla paylaşılan yorumların en kışkırtıcı olanlarını ve Atatürkçü olmayan AKUT’a giremez demiş olsam bile, – ki bu şekilde demedim, burada ancak Atatürk karşıtları AKUT’a giremezi ifade etmek istemiş olabilirim, – AKUT’un 17 – 18 yıldır kurtardığı, 1300 küsur operasyondaki 1600 canı bir kalemde silebilecek kadar vicdansızca ve ahlaksızca, AKUT Atatürkçü olup olmadığını soruyormuş kurtardıklarına, AKUT Atatürkçü olmayanları kurtarmıyormuş gibi, akılları zorlayacak kadar uçuk yorumlar yazarak, insanları bana ve AKUT’a karşı gaza getirmeye çalışanları, bu gözle bir daha değerlendirmenizi isterim.

13 Mayıs’ta, bugüne dek evimde verdiğim yüzlerce röportajdan birinde, öyle söylemediğim ama öyle söylemişim gibi yansıtılmış başlığa taşınmış katı bir ifade ve bu başlığa bağlı olarak, röportaj içindeki bölük pörçük alınmış kendi siyasi fikirlerimin de AKUT adına söylendiği algısının yaratılması üzerine, Bingöl Ekibimizin bir karşı bildiri yayınlamasıyla, AKUT içine, hiçbirimizin istemediği siyaset ve siyasi görüşler giriverdi. Bu durum kabul edilemez ve sürdürülemez bir durumdur arkadaşlar. Burada yapılabilecek en yanlış hareket, neden ve nasıl buraya geldiğimizi kavrayamayıp, pozisyonlarımıza asılarak, görüşlerimizi savunarak, itişe kakışa yolumuza devam etmeye çalışmak olacaktır. Bu yolun varabileceği bir menzil yoktur. Bizi bunca yıllık tertemiz ve siyasi çatışmasız tarihimizde, bugün ittirerek düşürmeye çalıştıkları yer işte bu tehlikeli karadeliktir…

Burada yapılacak en doğru hareket ise, burada durmak ve tekrar, herkesten iyi yaptığımız gönüllü görevimize, arama ve kurtarma çalışmalarına ve AKUT’un projelerine odaklanarak kendi asli Dernek içi konularımıza dönmemiz ve ülkemize çeşitli hizmetlerimize devam etmemiz olacaktır. Herkesin kendi bölgesinde, haberturk.comröportajı ve Bingöl Ekibi deklarasyonu öncesi sürece dönüp elinden gelenin en iyisini, en güzelini yapmaya çalışması, bizi en kısa sürede kendi doğal günlerimize geri döndürecektir. Bu konuda şüpheniz olmasın, biz elbirliğiyle bunu rahatlıkla yapabilecek kapasitedeyiz…

Bu arada şu konuda da ne kadar hassas olduğumu bilmenizi isterim. Bende konu çok biliyorsunuz, her röportaj isteyene soruyorum önce, ne konuşacağız diye; dağcılık, kişisel gelişim, motosiklet, fotoğraf, seyahat gibi benim konularımı mı, yoksa AKUT’u, sivil toplumu, sosyal sorumluluğu, gönüllülüğü mü konuşacağız. Röportajımın yerini bile ona göre seçiyorum, AKUT’un konularıyla ilgili konuşacaksak AKUT’a gidiyorum ve orada karşılıyorum gazetecileri, televizyoncuları ve AKUT’ta fotoğraf veriyorum. Yok eğer genel konuşacağız diyorlarsa da evde yapıyoruz. Bu da sonuçta genel bir çok konuyu konuştuğumuz bir röportajdı, o yüzden evde yapmıştık.

Haberturk.com’a evimde, çalışma odamda çok geniş kapsamlı bir röportaj veriyorum ve 3 saatten fazla dünya kadar konudan, spor hayatımdan, özel hayatımdan, bebek beklediğimizden, kitaplarımdan, kişisel gelişim konularından, AKUT’tan, güncel olaylardan, dünyadan, ülke hakkındaki görüşlerimden, siyasi fikirlerimden hemen her telden konuşuyoruz. Ve çalışma odamda yaptığımız, dünya kadar konudan bahsettiğimiz röportajımız, 4 – 5 gün sonra, sertliği ve benim kullanmadığım bir ifade olması nedeniyle beni de rahatsız eden, röportajın içinde AKUT görece az olduğu halde, “Atatürkçü olmayan AKUT’a giremez” başlığıyla yayınlanıveriyor.

Hoppalaa…

Her şeyden önce röportajın ana ekseni AKUT değildi ve Nasuh Mahruki’yi konuştuğumuz sıradan bir ev röportajımızda başlığın AKUT’la ilgili atılması alışılmadık bir durum oldu. Söz konusu ifade, benim kendi ifademden cımbızlanıp kısaltılarak alınıp, hem de başlığa taşınınca, o ifadeye benim yüklemeye çalıştığım anlamdan çok daha sert ve uzlaşmaz bir görüntüye bürünmüş oldu ve Maşallah tüm Türkiye’de değilse bile, AKUT’un bulunduğu bazı bölgelerde, hemen herkes bir anda haberdar oldu ve birkaç gün içinde görmezden gelemeyecek kadar sık karşılaştı ve bu ifade bir şekilde benim üstüme yapıştırıldı. O koca söyleşiden bu kışkırtıcı başlığı üretip, bunun üzerinden bu kadar gürültü, bugünün çok karmaşık Türkiye’sinin saatlik dilimler içinde değişen çok yoğun gündeminde, ancak birileri bunu iş edinirse çıkabilir. Size bir şey itiraf edeyim; benim hiçbir röportajım bu kadar paylaşılmamıştı ve yorumlanmamıştı hayatımda… Neden dersiniz acaba?

Sevgili arkadaşlar ben Türkçeyi en iyi kullanan insanlardan biriyim. Ne ifade etmek istersem onu en küçük bir yanlış anlamaya müsade etmeyecek şekilde rahatlıkla ifade edebilirim. Hayatımı, uzun yıllar profesyonel dağcılık yaptıktan sonra, yine uzun yıllardır yazarak ve konuşarak kazanıyorum. Bu tür bir sürü konudaki fikirlerimi her ortamda paylaştığım ve her hafta en az 2 – 3 röportaj, 2 – 3 seminer verdiğim bir yaşamda, ben kendimi bu kadar yanlış ifade edemem. Ben hasta mıyım ki, AKUT’un genel kuruluna iki hafta kala bu kadar kışkırtıcı bir çıkışı durduk yerde yapayım, herkesi karşıma alayım. Bu süreç birileri tarafından icat edildi, yönlendirildi ve hedefine yollandı sevgili arkadaşlarım ve sonuçta hepimizi de, daha önce aramızda konusu bile hiç olmamış çok değişik düşüncelere savurdu. Birlikte çözmemiz gereken asıl problem de tam olarak budur işte…

Değerli AKUT gönüllüsü arkadaşlarım, ben en az 10 yıldır, doğru olduğuna inandığım kendi siyasi fikirlerimi her uygun platformda dile getiriyorum, hem de bir yerleri rahatsız edecek kadar yüksek sesle. Bugün yaşadığımız bu süreç, bunun bir yansımasıdır. Birileri, AKUT’taki dostlarımı, tam genel kurul öncesinde bana karşı kışkırtarak, benim sesimi kısmaya çalışıyor…

Bugüne dek dünya kadar röportaj verdim ve TV programına katıldım siyasi görüşlerimle ilgili. Siyasi içerikli olarak, İsviçre Lozan’da, Paris’te, Kıbrıs’ta, İzmir’de, Ankara’da, İstanbul’da, vs bir dolu etkinliğe katıldım, hatta bazılarında kendi görüşlerimi de dile getirdim miting alanlarında ama bugüne dek bir kere bile bu görüşlerim AKUT’un hanesine yazılmadı. Sözlerim hiçbir zaman AKUT’un sözleri olarak yorumlanmadı. Ne ben AKUT’u temsil ettim siyaseten ne de insanlar, medya, Türkiye, Türk Milleti, herkes, benim sözlerimi AKUT’un sözleri olarak algıladılar. Çünkü ben daha 26 yaşındayken kurmaya karar verdiğimiz AKUT’u, bugün 45 yaşına gelene kadar, siyasi fikirlerin potansiyel ayrıştırıcılığından ve çatışmalarından uzak tutmayı bir görev bilerek ve bu konuda çok hassas davranarak bugünlere getirdik. AKUT’un siyaset üstü olduğunu ve Atatürkçü duruşunu bugün bütün Türkiye, bütün Türk Milleti bilir…

Ta ki haberturk.com’daki, başlıkta değiştirilmiş, biraz özensiz kaleme alınmış o talihsiz röportaja kadar her şey yolundaydı aslına bakarsanız. O röportajda söylediğim fikirler, bazıları başı sonu olmadan yazıldığı için biraz garip dursa da, benim şahsi fikirlerimdir ve her zaman olduğu gibi sadece beni bağlar. Benim de kendime göre bir dünya görüşüm ve bir siyasi pozisyonum var. Sonuçta düşünen, okuyan, yazan, araştıran, merak eden, şüphe eden, doğrusunu öğrenmek isteyen, bu konuda çaba gösteren normal bir insanım ben de. Ama kendi siyasi pozisyonumu, fikirlerimi, siyaset üstü olması en büyük güçlerinden biri olan AKUT’a hiçbir zaman taşımadım, taşımayı düşünmedim, aklımdan bile geçirmedim. Oturup etraflıca konuşsak, bir çoğunuzu kendi düşüncelerimin bir çoğuna ikna edebileceğime de eminim ama bugüne dek Dernek içinde hiçbir zaman böyle bir işe kalkışmadım. Çünkü hepimizin bildiği gibi, burası yeri değil…

Demokratik kitle örgütlerinin ne olduğunu ve ne olmadığını çok iyi bilirim. Üniversitede öğrencilik yıllarımdan bu yana aktif olarak sorumluluk alıyorum içlerinde. STK’ların gerçek potansiyelini Türkiye’ye öğreten birkaç kişiden biriyim. Buralarda ne yapılırı, ne yapılmazı, ne yapılmamalıyı dediğim gibi iyi bilirim. 17 – 18 yıldır elime binlerce fırsat geçmişken, bu tür bir yola hiçbir zaman yeltenmemiş biri olarak, AKUT tarihinde bu yönde basında çıkan ilk haberde, bir an evvel bana haddimin bildirilmesine çalışılmasına alınma sebebim de bundandır.

AKUT içinde para, din, siyaset, ırk gibi ayrıştırıcı konulardan uzak durma ilkesel duruşumuzu, bugüne dek büyük bir hassasiyetle korumaya çalışmamızın ne kadar haklı olduğunu, bugün, bu yaşadığımız süreçte bir kez daha görüyoruz. Her birimizin farklı tercihlerde bulunabileceği bu konular bizi ayrıştırabilir ve asli sorumluluğumuz olan hayat kurtarma misyonumuza zarar verebilir düşüncesiyle, AKUT içine girmesine izin vermediğimiz siyasi görüşler ve tercihler, bugüne dek ilk kez AKUT içerisinde herkesin gözü önünde dile getirildi…

Biz AKUT’tan siyaseti ilk günden itibaren uzak tutmaya, zaten tam da bu yüzden özen göstermiştik ve o ilkesel kararı almıştık, daha AKUT’u kurmadan önce… Siyasi ayrışma bazen o kadar tehlikeli olabilir ki, insanın gözünü kör eder ve komşuyu komşusuna, kardeşi kardeşine, insanı insana düşman eder. Bugüne dek AKUT içinde gayet sorunsuz gitmişti her şey. Bu konular aramızda hiç konuşulmadığı için, her inançtan, her siyasi fikirden insan, hiçbir sorun yaşamadan rahatlıkla aramıza girebildi. Ta ki haberturk.com’da çıkan o kışkırtıcı röportaja kadar bu özelliğimiz hiç zorlanmamıştı ve bu şekilde hiç sınanmamıştı…

AKUT’un siyaset üstü duruşu ve insan merkezli, çağdaş ve evrensel değerlere bağlı kültürü, her görüşten insanı etkiliyor ve oldukları gibi aramızda yer bulmalarını kolaylaştırıyor. Aramızdaki herkesi, sadece kardeşimiz, dostumuz, yoldaşımız olarak görerek ve O’nu fikirleriyle, inançlarıyla değil, AKUT’a kattığı değerle ölçerek aramıza alırız. Farklı görüşlerdeki insanların, diğergam duygularla, ortak bir amaç uğruna bir araya gelme ve işbirliği yapabilme örnekleri ülkemizde maalesef çok azdır. İnsanlar bu özelliğimize müthiş saygı duydular ve bizi, sadece bizi bugünkü yerimize oturttular. Türkiye’de AKUT kalitesinde ve kalibresinde bir oluşum daha yoktur ve bence önümüzdeki on yıllarda da kurulamayacaktır arkadaşlar. AKUT hepimizin özgün, cesur, kararlı, inançlı, fedakar ve çağdaş değerleriyle ve en önemlisi süreklilik arz eden istikrarımızla, ortak çabamızla bugünlere gelebilmiştir ve koskoca ülkede sadece bir Tanedir…

AKUT’u korumak hepimizin boynunun borcudur…

Bildiğiniz gibi AKUT, siyasetle uğraşmayan bir sivil toplum örgütüdür. Dernek içinde para, din, politika, ırk gibi konular konuşulmaz. Tamamen hayat kurtarma odaklı çalışan AKUT, siyaset üstü konumunu her zaman büyük bir dikkatle korumuştur. AKUT siyaset üstüdür ama aynı zamanda Atatürkçüdür, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı bir sivil toplum kuruluşudur ve bu, bizim için Tüzüğümüzde de beyan edilmiş ilkesel bir duruştur. Atatürkçülük, bizim için siyasi bir duruş veya tercih değildir. Atatürkçülük, CHP’li, MHP’li, AKP’li, BDP’li, veya herhangi bir siyasi partili olmaktan öte bir şeydir. Bu siyasi partilerin herhangi birinin veya başkalarının izleyicisi olup da Atatürkçü olunur. Atatürkçülük, tam bağımsızlığı ve Ulusal Egemenliği merkeze alan bir anlayıştır. Sürekli çağdaşlığı hedefleyen ve çağa ayak uyduramayan her şeyi geride bırakarak önüne bakmayı salık veren ilerici, gerektiğinde de devrimci bir duruştur.

Atatürkçülük, Türkiye’yi çağdaş dünyanın layık olduğu bir parçası yapmayı hedefleyen, kaynağını Atatürk’ün ilericiliğinden ve devrimciliğinden alan fikirler ve eylemler bütünüdür. İçinde Ne Mutlu Türküm Diyene’yi, Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türkiye Halkına Türk Milleti Denir’i, Türkiye Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez bir Bütündür’ü, Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi, hangi etnik kökenden gelirse gelsin, Türk Milleti’nin asli bir unsuru olarak benimsemeyi ve daha bir çok birleştirici, bütünleştirici unsuru barındıran, özgürlük ve bağımsızlık karakteri olan ve Türkiye’mizin, çağdaş medeniyetler içinde layık olduğu yere ulaştırılmasını hedefleyen, bütün bu uzun ve meşakkatli yolu da Atatürk İlke ve Devrimleri ve Atatürk Milliyetçiliği çerçevesinde, Cumhuriyetin kazanımlarıyla birlikte, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olarak, sürekli ve düzenli iyileştirme, geliştirmeyle ileriye, çağdaşlığa, daha fazla demokrasiye ve daha fazla birey hak ve özgürlüklerine ulaştırmaya çalışan, insan merkezli bir fikirler ve eylemler bütünüdür. Ve içinde çağdaşlığa, bilime, insana, doğaya, varoluşa aykırı bir tek satır, bir tek fikir bile yoktur. Her şeyi, her düşüncesi, her uygulaması yaşamla, yaşamın doğasıyla uyum içindedir.

Atatürkçülük siyaset değildir, bu ülkede yaşayan herkesin, her şeyini borçlu olduğu Cumhuriyeti kuran, kahraman, çağdaş, akılcı ve ilerici iradedir. Yaşamın kendi doğası gibi bir yaşam boyu süregiden bir duruş, anlayış ve eylem biçimidir.  AKUT da Atatürkçü ilke ve değerlere bağlı bir STK’dır. Benim bu konuda yıllardır söylediklerim de sadece bunlar zaten ama bu sefer söylediklerim eğilip bükülerek, cımbızlanarak kışkırtıcı hale getirilip, sıradan bir ev röportajının gereksiz yere başlığına taşınarak, daha sonra da bu ifadeler özel seçilmiş bir takım yerlerde medya bombardımanıyla, provokatif sosyal medya yorumlarıyla paylaştırılarak polemik konusu yapıldılar ve bugünün hassas konjonktüründe de, hem bizi kendi içimizde kışkırttılar hem de kamuoyunun bazı kesimlerini bana ve bize karşı kışkırtmayı başardılar ve hepimizi ziyadesiyle rahatsız ederek, tam genel kurulumuz öncesinde bu zor duruma soktular…

AKUT’un Atatürkçülüğü zaten neredeyse Uzaylıların bile bildiği bir gerçek olduğu için, yaygın medyada pek kimse alınmadı, Atatürkçü olmayanın AKUT’a giremeyeceği kaba başlığına. Bu başlığın yarattığı sansasyon özellikle bazı AKUT Ekiplerinin bulunduğu bölgelerimizde yoğunlaşarak yansıtıldılar ki, buralarda yerel yönetimlerden, milletvekillerinden ve tüm çevreden bir baskı olsun ve bazı AKUT Ekip Liderlerini ve gönüllülerini, AKUT Genel Kurulu’na günler kala Başkan’a karşı kışkırtabilsinler. Sevgili arkadaşlarım, bu yaşanılan süreç kendi doğallığıyla gelişmemiş, genel kurulumuzdan hemen önce yapay olarak yaratılmış, ahlaksız ve hukuken de suç olan bir süreçtir ve dediğim gibi amacı da, mümkünse Nasuh Mahruki’yi devirmek ve kamuoyundaki olumlu algısına olabildiğince zarar vermektir.

Şaşırmayın arkadaşlar, AKUT Türkiye’de eşi benzeri olmayan, çok özel ve çok güçlü bir STK. Atatürkçülüğü ve çağdaş değerleri bünyesinde barındırdığı ve hiçbir ayrıştırıcı konuya takılmadan, bitaraf olanın bertaraf olduğu, kendisi gibi olandan başka herkesin ötekileştirildiği bugünün Türkiye’sinde, her tür insanı güle oynaya içine alabildiği için, herkesin gözü önünde ve takibinde bir sivil toplum kuruluşu. AKUT’u kendi kontrollerine almak ve kendilerine benzetmek isteyenlerin olması normal. Ben buradayken bunu yapamayacakları da ortada…

Bir iletişim kazası değil de, her aşaması çok dikkatli planlanmış bir iletişim saldırısı olan bu süreçte, tekrar eski pozisyonlarımıza dönmemizin en doğrusu olduğuna inanıyorum. Bingöl Ekibimizin üzerlerindeki siyasi ve yerel baskının ne kadar yoğun kurulduğunu biliyorum ve deklarasyonlarının arkasındaki haklı sebeplerini çok iyi anlıyorum. Bizi bu şekilde karşı karşıya getirenlere, aramıza bu en tehlikeli tohumu ekmeye çalışanlara kızıyorum asıl. Şu 11 günde yaşadığımız saçmalıkları, 11 yıllık can dostluğumuzla geride bırakabilmeliyiz. İnsanlar hangi siyasi görüşü savunursa savunsun, neye inanırsa inansın, bizim için önemli olan AKUT’a kattıkları değerdir. AKUT içine sokmadıkları sürece, herkesin siyasi görüşü, düşüncesi veya inancı sadece kendisini bağlar. AKUT Bingöl Ekibinin her bir gönüllüsü, tüm diğer AKUT gönüllüleri gibi benim gözümde birer kahramandır ve çok değerlidir. Bingöl Ekibimizin cesareti, özverisi, bugüne dek gerçekleştirdikleri o zorlu kurtarmalar ve önce Bingöl’e, sonra tüm ülkeye kattıkları değer, tarihinin en güzel ve en onurlu sayfalarında yerini almıştır. Bu gerçeği kimse değiştiremez…

Veysel’in bizlere yadigarı, ilk Doğu Ekibimiz AKUT Bingöl Ekibiyle bu onurlu yolda birlikte olmaktan, gönüllü olarak ülkeme hizmet etmekten çok mutluyum. Bingöl’de elde ettikleri her başarıdan, her kurtarmadan büyük gurur duyuyorum ve kendime de pay çıkararak, ülkemin her köşesinde etkileri olan faydalı, iyi bir yurttaş olduğumu hissediyorum. Yaşadığım topluma değer kattığımı görüyor ve kendimi iyi, yaşamımı mutlu hissediyorum. Sizlerin de kendi bölgelerinizde benzer duygular yaşadığınıza eminim…

Bence artık geldiğimiz yer itibariyle yapacağımız en akıllıca şey, bu tartışmaları arkamızda bırakıp AKUT’umuzu siyaset üstü konumuna geri getirmek, bu tür siyasi konuları tamamen hayatımızdan çıkarmak, bunları bir daha AKUT içinde dile getirmemek ve yaşanılanları aklımızdan uzaklaştırıp, gönüllü sorumluluklarımıza, normal yaşantılarımıza geri dönmek olacaktır. Eminim çok kısa sürede, hem zihnen hem fiilen genel kurulumuzdan hemen önce yapılan bu manipülasyon öncesi günlerimize geri dönmüş olacağız.

Çok değerli AKUT üyesi arkadaşlarım, Genel Kurula, başta Bingöl Ekibimiz olmak üzere mutlaka hepiniz gelmelisiniz. Ve tüm Türkiye’ye, bu tür yapay ayrıştırmaların, provokasyonların, adice oyunların, aramıza nifak sokmak isteyen manipülasyonların, medya yönlendirmelerinin bizi asla bölemeyeceğini ve aramızdaki hayat kurtarma ve ülkemize hizmet etme kardeşliğine, birliğimize, beraberliğimize ve bağlılığımıza asla zarar veremeyeceğini hep birlikte haykırmalıyız…

Sevgili arkadaşlarım, AKUT’un tarihinde ilk kez yaşadığımız, genel kurulumuza bu dışarıdan müdahale süreci için çok şaşkınım, çok üzgünüm ve açıkçası endişeliyim. 21. yüzyılın Türkiye’sinde bu ne cüret, bu ne hadsizlik, inanamıyorum. Ne söyleyeceğimi, ne düşünmem gerektiğini bilemiyorum ve hepinizin ortak aklına ihtiyacım var. Keşke bunlar hiç olmasaydı, yaşanmasaydı. Yine de, hep birlikte bunu da aşacağız evvel Allah. Sonra da hesabını soracağız elbet…

Genel Kurul’da sizlerle paylaşmak istediğimiz aslında bir dünya güzel haberimiz var. Son 3 yılda yaptıklarımızı üst üste koyunca insan gerçekten etkileniyor, biz mi yaptık bunların hepsini diye. Evet hepsini biz yaptık, hep birlikte yaptık. AKUT’ta birleştiğimiz ve birbirimize inandığımız için, AKUT’a güvendiğimiz, gönül verdiğimiz için yaptık, yapabildik. Bu paha biçilemez özelliklerimiz en büyük gücümüzdür, her şey bir yana, onlara sıkı sıkı sarılmalıyız…

Bu arada 1 Haziran Cumartesi akşamüstü, eğitimlerden hemen sonra mangal partimize geçmeden, salonda biraz daha devam ederek, tam genel kurul öncesi AKUT’a yapılmaya çalışılan bu operasyonu konuşabiliriz. Biz sizlerle elimizdeki bilgileri paylaşırız, sizlerdekini konuşuruz ve ne yapmamız gerektiğini hep birlikte bulmaya çalışırız…

Bir – iki gün sonra, Genel Kurul’umuzda görüşmek üzere…

Sevgilerimle…

Ali Nasuh Mahruki

19 Mayıs’ta Türk Gençliğinden Ne Anlıyoruz?

19 MAYIS’TA TÜRK GENÇLİĞİNDEN NE ANLIYORUZ?

Nutuk; “1919 yılı Mayıs’ının 19. günü Samsun’a çıktım. Genel durum ve görünüş” girişiyle başlar. İstiklal Savaşı destanımızın başlangıcını ifade eden ve büyük önder Atatürk’ün Türk Gençliği’ne armağan ettiği bu çok önemli tarihi her yıl büyük bir coşkuyla kutluyor; ATA’mıza ve onun değerlerine koşulsuz bağlılığımızı dile getiriyor, gösteriyoruz. Mustafa Kemal’in, işgal altındaki İstanbul’dan Bandırma vapuru ile ayrılışı büyük destanımızın ilk adımını oluşturur. Kızkulesi açıklarında düşman zırhlılarının arasından geçerken şunları söyler; “Bunlar işte böyle yalnız demire, çeliğe, silah gücüne dayanırlar. Bildikleri tek şey yalnız maddedir. Bunlar hürriyet uğruna ölmeye karar verenlerin gücünü anlamazlar. Biz, Anadolu’ya ne silah, ne cephane götürüyoruz; biz ideali ve imanı götürüyoruz.

Mustafa Kemal, Anadolu’ya Türk Milleti’nin en çok ihtiyaç duyduğu şeyi; fikir ve inancı götürmüştü ve Türk Milleti’nin eşsiz cesareti ve fedakarlığıyla bir destan yaratmış ve ulus egemenliğine dayanan, tam bağımsız, yeni bir Türk devleti kurmayı başarmıştı. Belki de 19 Mayıs tarihini; Anadolu’ya fikir ve inancın eriştirildiği tarihi, Türk Gençlerinin de fikir ve inançla vatanlarına, milletlerine sahip çıkmaları gerektiği düşüncesiyle, onlara armağan etmişti.

Bugün genç dediğimizde anladığımız ifade; yaş aralıkları farklı kurgulanabilmekle birlikte kabaca; +/- 20 ile +/- 40 yaş arasındaki nüfusumuzu vurguluyor. İçinde bulunduğumuz sürecin; bu yaş grubunu da kapsayan çalışabilen nüfusumuzun, toplam nüfusa oranının en üst seviyede olduğu ve bunun da ülkemiz için bir fırsat penceresi olduğundan daha önceki yazılarımda bahsetmiştim. Genç ve çalışabilir nüfusumuzun ülkemize en üst düzeyde hizmet edebilmesini sağlayabilmenin yolunun da, çağdaş eğitim sistemleriyle, yalnızca ulusal değil küresel anlamda da rekabet avantajına sahip olacak şekilde özenle yetiştirilmeleri olduğunu, bunun aksinin ise ciddi bir tehdit olabileceğini yine daha önce vurgulamıştım.

Bebeklik, çocukluk, gençlik, olgunluk, ihtiyarlık dönemleri bireysel hayatımızda kalıcı kavramlar değildir. Hepimizin bildiği ve yaşadığı gibi; bunlar doğanın zorunluluğu gereği herbirimizin peşisıra geçirdiği süreçlerdir. Dışarıdan bir gözle bakıldığında rahatlıkla anlaşılacağı gibi, sosyal hayatımızın herhangi bir zaman diliminde bunların herbiri aynı anda var olur. Yani toplumlarda aynı anda bebekler, çocuklar, gençler ve diğerleri var olurlar. Bizler de bunları genel kavramlar olarak algılar ve kullanırız. Oysa bu kaçınılmaz geçiş süreçleri bir birey üzerinden ele alındığında her dönemde farklı bir anlam ifade eder. Bugün bebek olan yarın çocuk, öbürgün genç olacaktır; bugün genç olanlar yarın olgun, öbürgün ihtiyar olacaktır. Bizler ne yazık ki bugüne gereğinden fazla bağlandığımız için; geçmişi geride kalmış eski bir anı, geleceği ise kendi kendine gelmekte olan bir süreç olarak değerlendirme yanılgısından kendimizi bir türlü kurtaramıyoruz. Oysa bunların hepsi bir bütünün (hayatımızın) bizim yaradılışımız itibariyle algılama eksikliğimizden kaynaklanan tam olarak birleştiremediğimiz parçalarını oluştururlar. Biz dünün koşullarının zorunluluğu gereği bugünü bu şekilde yaşıyoruz ve aynı şekilde bugünkü yaşamımızın yaratacağı etkileşimler gereği de yarınımızı, yine bugüne ve düne bağlı olan zorunluluklar nedeniyle belirli bir plan dahilinde yaşayacağız.

Aslında bu kadar basit bir kuralı olan yaşamımızı; sürekli belirsizlikler, endişeler ve korkular içinde sürdürmenin, ne kadar boşa harcanan bir enerji olduğunu bilemiyorum size hissettirebiliyor muyum. Bireysel olarak geçerli olan bu basit etki – tepki kuralı elbette ki toplumsal olarak da geçerlidir. Toplumlar da geleceklerinde, kendi karar ve eylemlerinin sonuçlarını yaşamak zorundadırlar. Tıpkı; güçlü liderleri ve fedakar milleti eliyle, tarihin kaydettiği en güçlü imparatorluklardan birini kuran Türklerin, sorumsuz, bilgisiz, cahil, bağnaz, gelişmelere kapalı hatta kendi vatanına karşı ihanet içinde olan yöneticileri yüzünden, Anadolu coğrafyası hariç ellerindeki herşeyi 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk yıllarında yitirmeleri gibi.

Atatürk; geleceğimizi gençlere emanet ederken, gençlerimize en iyi imkanların verilmesi gerektiğini her fırsatta vurgulamış, onların diğer ülke gençleri arasında yükselmelerini sağlayacak bilgi, kültür ve görgü ile yetişmeleri için her türlü ön hazırlığı, o günün koşullarının bütün elverişsizliğine rağmen muazzam bir başarı ile kurgulamayı başarmıştı. Bunun için gerekli kurumları kurdurmuş, kısıtlı kaynakları en doğru şekilde kullandırmış ve genç Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini çağdaş medeniyetler içerisinde layık olduğu yere erişebilecek şekilde yaratmıştı.

Dolayısıyla eğer ATA’mızın en büyük emanetinin; Vatanımızın, Türk Gençleri’ne bırakılmış olmasından söz ediyorsak, o zaman Türk Gençliği’ni bu ağır görevi üstlenebilecek donanımlarla yetiştirmek zorundayız. Türk Genci’ni doğduğu günden itibaren, hatta bana sorarsanız annesi ve babası onu var etmeye karar verdiği günden itibaren; ona sahip çıkıp, devletin bekası ve güvenliği ile milletin refahının yegane şansı olduğunun bilincinde, çağdaş ölçülerde yetişmesini sağlamak zorundayız. Bunun yolu da, Türk Gençliği diye tanımlanan nüfusumuzun, sadece dönemsel farklarla gerçekte hepimizi içeren, yani bütün Türk Milleti’ni içeren bir unsur olduğunu anlamak ve gereğini de ona göre yapmaktan geçmektedir.

Gençliğinde çalışan, üreten, emeğiyle toplumuna katma değer yaratan, savunulması gerektiğinde canını korkusuzca ortaya koyan gençlerin, olgunluk çağlarında düşünsel yetkinlikleriyle, entelektüel birikimleriyle, üstlendikleri görev ve sorumluluklarıyla ülkelerine ve milletlerine hizmet ettiklerini, ihtiyarlıklarında da, gençlerde olmayan bilgi birikimi ve deneyimleriyle yol göstericiler olarak bu hizmeti sürdürdüklerini unutmamalıyız.

Bebekliği ve çocukluğu sağlıksız yaşam koşullarında geçen; eğitim, kültür gibi konularda büyük eksiklikleri olan, dogmalarla bağnazlaştırılan, kendi dışındakileri ötekileştirmeye alıştırılmış veya televole – magazin kültürsüzlüğüne mahkum edilmiş, hayatta en tutkuyla bağlandığı şey futbol fanatikliği olan bir gençliğin, ülkesi ve milletinin değerlerini başarı ile savunabilmesi ne yazık ki çok ama çok zor olacaktır. Aynı gençliğin olgunluk çağlarında, sorumluluk duygusu gerektiren, çeşitli süreçlerdeki görev ve yetkilerini kullanmada da sayısız kayıplar ortaya çıkacaktır. Bu dar görüşlülükleri ve kapalılıklarıyla da ne yazık ki kullanılmaya ve manipüle edilmeye çok açık olacaklardır.

Daha açık bir ifade ile; Türk Genci’nin, Atalarının değerleri ile yurttaşlık sorumluluklarını yerine getirmelerini gerçekten istiyorsak, o zaman bu döngüsel sürecin her aşamasında aynı hassasiyeti göstererek hareket etmek zorundayız. Aksi her türlü davranış, son 30 yıldır yaşadığımız gibi

kayıp kuşaklar yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Bu kayıp kuşaklar sadece bebeklik, çocukluk, gençlik olmayacak, bir yaşam boyu süregidecektir. Bunun sonunda da, başta Türkiye olmak üzere hepimiz, telafisi çok zor zararlar görmekten kendimizi kurtaramayacağımızı artık fark etmeliyiz.

Atatürk bu yüzden, öğretmenlere hitaben yaptığı konuşmada onlardan fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller yetiştirmelerini ister. Atatürk özgürlüğü hepimiz için ister çünkü özgür bir millet ancak özgür bireylerle var olur ve özgür olabilmek bir varoluş meselesidir.

Milli eğitimin gayesi, yalnız hükümette memur yetiştirmek değil, daha çok memlekette ahlaklı, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi gençler yetiştirmektir.

ATATÜRK

Türk Genci, ATA’n, senin böyle yetiştirilmeni istiyor çünkü senin özgür, cesur ve kararlı olmanı ve yaşama karşı göstereceğin bu irade ve duruşla da başarılı ve mutlu olmanı istiyor çünkü bize armağan ettiği en büyük hediye olan Cumhuriyetimizin ancak senin duyarlı, özverili ve çalışkan ellerinde güvenli olacağını biliyor. Senden Cumhuriyete ve Cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkmanı istiyor ve seni yetiştirenlerin de, seni bu zorlu göreve hazırlayacak şekilde yetiştirmelerini istiyor.

Büyüklerin sana bunu vermiyor ve seni böyle yetiştirmiyorsa, bunu sen kendin yap, kendini ATA’nın istediği gibi yetiştir ve ülken için, kendin için, sevdiklerin için, geleceğin için üstleneceğin büyük görevlere hazırlan…

Senin için özgürlüğü ve özgür düşünceyi, çağdaşlığı ve çağdaş dünyayı  dilemeyen herkesin, içine ne  kadar süslü, boyalı, renkli, cazip veya korkutucu hikaye sokuştururşa sokuştursun aslında senin kötülüğünü istediğini, seni pasif, edilgen, zayıf kılmaktan başka hiçbir hedefi olmadığını çünkü senin içindeki muazzam enerjini ve özgün potansiyelini ancak bu şekilde kontrol edebildiğini unutma. Seni özgürlüğe çağırmayan ve bu muhteşem dünyanın tüm renklerine, güzelliklerine, fırsatlarına açık olacak şekilde yönlendirmeyen, yetiştirmeyen ve cesaretlendirmeyen herkes, uzaktan nasıl görünürse görünsün, senin düşmanındır. Senden ve yüreğinin derinliklerinde sahip olduğun, tüm dünyayı değiştirme potansiyelinden deli gibi korkmaktadır ve seni yavaşlatmanın işe yarar tek yolu, seni türlü sahte ve boyalı oyuncaklarla kandırmak, oyalamak ve korkutmaktır. Ha bir de, punduna getirirse seni kendine kırdırmaktır. Kanma, oyalanma, korkma ve kendi kardeşinle dövüşme çünkü sen bunlardan daha iyisine layıksın ve eğer istersen çok daha iyisini yapabilirsin…

Unutma;

Muhtaş olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

ATATÜRK

Türk Genci, bu senin bayramın, bayramına sahip çık. ATA’nın sana armağan ettiği bu büyük bayramın kutlu olsun…

Nasuh Mahruki

Akut Vakfı Kuruldu

AKUT VAKFI KURULDU ve AKUT, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN DÜNYA AFETLERİYLE MÜCADELE GÜCÜNE KABUL EDİLDİ.

Sevgili arkadaşlarım,

Başlıktan da belli olduğu gibi bugün sizlerle iki tane çok önemli haber paylaşmak istiyorum.

Merakla takip ettiğiniz gibi en az 3 yıldır üzerinde konuştuğumuz, aylardır önhazırlıklarını yaptığımız ve haftalardır da İstanbul, Kocaeli ve Bursa ekiplerimizden katılan gönüllülerimizle birlikte büyük bir ciddiyet ve özveriyle hazırlandığımız INSARAG sınıflandırma tatbikatını başarıyla tamamladık.

11 – 14 Temmuz 2011 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilen bu tatbikat sürecinde gerçekten müthiş bir emek ve müthiş bir özveri gözlemledi herkes. Biz bu tatbikatı sadece geçmedik, aynı zamanda sürecin her anında AKUT’un kurum kültürünü ve değerlerini de en iyi şekilde yansıtmayı başardık. Bunu konuştuğumuz sınıflandırmacılar ve gözlemcilerin ifadelerinden ve bize karşı olan yaklaşımlarından çıkararak söylüyorum. Misafirlerimizin tümünde AKUT gönüllülerinin coşkusu, adanmışlığı, bitmeyen enerjisi, gözlerindeki ışıltı gerçekten iz bıraktı, farkımız bir kez daha fark edildi…

Geçtiğimiz günlerde kuruluşu resmi gazetede yayınlanan AKUT VAKFI’nın ardından, AKUT’un 15. yılında gerçekleştirdiği en önemli olay olan INSARAG sınıflandırması AKUT’umuzu, Türkiye’nin AKUT’unu ikinci 15 yılında çok daha güçlü, çok daha başarılı ve çok daha faydalı işler yapabileceği bir yere taşıyacak.

Bu projede o kadar çok kişinin emeği var ki, altalta yazsak en az 100 ismi yazmamız gerekir. Bu nedenle bu işe kalkışmıyorum, emeği geçen herkesin eline, emeğine, yüreğine, bileğine sağlık.

Bu güzel haber için hazırladığımız basın duyurusunu ve AKUT VAKFI’nın resmi gazetedeki ilanının bağlantısını aşağıda sizlerle paylaşmak istiyorum.

Her iki gelişmenin de AKUT için, Türkiye için, dünya için hayırlı olmasını diliyorum.

Sevgiler,

Nasuh

http://www.resmigazete.gov.tr/main.aspx?

home=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/07/20110710.htm&main=http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/07/20110710.htm

AKUT, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER’İN DÜNYA AFETLERİYLE MÜCADELE GÜCÜNE KABUL EDİLDİ.

AKUT Arama Kurtarma Derneği 15. yılında, çalışmalarına yeni bir soluk ve yeni bir ivme kazandıracak çok önemli bir adım daha attı. Geçtiğimiz günlerde kuruluşu gerçekleştirilen AKUT VAKFI’nın ardından, Birleşmiş Milletler’in INSARAG – International Search & Rescue Advisery Group / Uluslararası Arama & Kurtarma Danışma Grubu’nun sınıflandırma tatbikatını başarıyla geçerek, dünyanın her yerinde meydana gelebilecek afetlerde, 45 kişilik bir ekip ve 3 tonluk malzeme ile 7 gün boyunca durmaksızın, kendine yeterli bir şekilde çalışabilecek kapasitede olduğunu gösterdi.

Bugüne dek Yunanistan, Tayvan, Hindistan, İran, Pakistan ve Haiti depremlerinde ve Mozambik selinde çalışan AKUT, bu sertifikasyonla birlikte dünyanın en yetenekli ve en iyi arama kurtarma ekipleri arasına kabul edildi. İzlanda, Fransa, Litvanya, İngiltere, Amerika ve Avusturalya’dan gelen 8 uzman denetçi ve 5 gözlemci’nin gözetiminde, 11 – 14 Temmuz 2011 tarihleri arasında İstanbul’da gerçekleştirilen 4 gün süren zorlu bir tatbikat süreci sonucunda sertifikalandırıldığı bu uluslararası unvanla birlikte AKUT, Birleşmiş Milletler’in dünya afetleriyle mücadele gücüne dahil edildi.

Tamamen gönüllülük ve karşılıksız yardımseverlik ilkeleri ile çalışmalarını aralıksız sürdüren AKUT’un, 15 yıl içerisinde geldiği yeri göstermesi açısından son derece anlamlı olan bu güzel haberi milletimizle paylaşmaktan büyük gurur duyuyoruz. Artık AKUT, Türkiye adına katıldığı tüm yurtdışı arama ve kurtarma görevlerinde, Türk Bayrağı’nın altında Birleşmiş Milletler’in logosunu da taşıyacak.

20 sayfalık, UNITED NATIONS INSARAG EXTERNAL CLASSIFICATION TEAM / BM INSARAG YABANCI EKİPLER DEĞERLENDİRME TAKIMI, raporunun sonunda AKUT için şu cümleleri kullanıldı;

“Yabancı Ekipler Değerlendirme Takımı; bu sınıflandırma tatbikatını düzenleyenlere, harika misafirperverlikleri ve mükemmel organizasyonları için teşekkür eder. Yabancı Ekipler Değerlendirme Takımı; tüm katılımcılarda, yüksek profesyonel yeteneklerle birlikte tam adanmışlık ve çok güçlü bir ekip ruhu gözlemlemekten gurur duymaktadır. Yabancı Ekipler Değerlendirme Takımı, INSARAG Sekreterliği adına AKUT’u tebrik eder”

Türk Milleti’nin eşsiz özverisi, duyarlılığı, çalışkanlığı ve yardımseverliğini göstermekten ve yardıma muhtaç insanlara yardıma koşmaktan her zaman en büyük mutluluğu yaşayan AKUT gönüllüleri olarak, bundan sonraki çalışmalarımızda ülkemizi, uluslararası arenanın en prestijli alanlarından biri olan dünya afetleriyle mücadele çalışmalarında, Birleşmiş Milletler çatısı altında gururla temsil edeceğimizi saygıyla kamuoyunun bilgisine sunuyoruz.

Sevgilerimizle,

AKUT Yönetim Kurulu Başkanı

Ali Nasuh Mahruki