Ulusal Savunmanın En Önemli Unsuru Olan, Tarih Boyunca Övündüğümüz İnsan Gücümüz Nereye Gidiyor

ULUSAL SAVUNMANIN EN ÖNEMLİ UNSURU OLAN, TARİH BOYUNCA ÖVÜNDÜĞÜMÜZ İNSAN GÜCÜMÜZ NEREYE GİDİYOR

Her devlet, iç ve dış tehditler olarak şekillenen, bekası ve güvenliği ile milletin refahına yönelen tehditlere karşı, kendi tehdit algılamalarına göre tedbirler almak zorunda kalmıştır. Tehdit değerlendirmelerinin asıl işlevi; belirlenecek tehdit / risklere karşı alınacak tedbirleri içeren milli güvenlik siyasetinin tespitine yön vermesidir.

Her ülke, kendi tehdit / risk algılamalarına göre bir milli güvenlik siyaseti belirlemek durumundadır.

Bu tanımdan yola çıkarak “Ulusal Savunma”yı ele aldığımızda şu açılımı yapabiliriz; yurdumuzu, devletimizi ve milletimizi her çeşit ve her yönden gelebilecek tehlikelere karşı korumak amacıyla maddi ve manevi bütün ulusal kuvvetleri bu uğurda kullanmak için gereken hazırlıkları vaktinde yapmak ve bir gereklilik halinde de bu unsurları en büyük verimlilik ve kararlılıkla kullanarak sonuca ulaşmaktır.

Ulusal Savunma’nın amacı, milli ülkü etrafında tam bir birlik ve bütünlük halinde toplanmış olan ulusun maddi ve manevi bütün kuvvetlerini ulusal savunma uğrunda kullanmaya hazır olması ve gerektiğinde tereddütsüz olarak kullanmasının sağlanmasıdır. Ulusal savunma zaman zaman yanlış değerlendirilerek sadece askerleri ve milli savunma birimlerini ilgilendiren bir mesele olarak algılanır. Oysa ulusal savunma milletin bütün fertlerinin, devletin, hükümetin ve ülkedeki bütün birimlerin ortak meselesidir ve tam manasıyla ulusal bir davadır. Ulusal Savunma aralarda üzerinde düşünülecek ve projeleri kâğıt üzerinde tutulacak bir konu değildir. Devletin ve yurttaşların her zaman birinci önceliğinde olması gereken ve üzerinde çalışılıp geliştirilerek, her türlü gelişmeye karşı her zaman proaktif / önalıcı olarak hazır olunması gereken hayati bir konudur.

Devletlerin, ülkelerine güvenlik ve refah sağlamak ve bu unsurları geliştirmek olan değişmeyen görevlerinin uygulama aşamasında karşılaştığımız Ulusal Güvenlik ve Ulusal Savunma için kullandıkları güç ve imkânların tümüne Milli Güç denir. Bu milli güç unsurları; insan gücü, coğrafi güç, askeri güç, ekonomik güç, siyasi güç, sosyo-kültürel güç ve bilimsel-teknolojik güç olarak sınıflandırılabilir. Milletlerine sunacakları refah ve güvenlik arasında bir denge oluşturabilmek için devletler, öncelikle sahip oldukları milli güç unsurları arasında bir denge oluşturmak zorundadır, çünkü bu güç unsurları ayrılamaz bir biçimde birbiri ile ilişkili ve karşılıklı bağımlıdır.

“İnsan Gücü”, diğer bütün unsurlarının planlanması ve uygulanması sözkonusu olduğu andan itibaren en önemli faktör olarak karşımıza çıkar. Çünkü doğal bir zorunluluk olarak insanların hayatına ait olan her şey insanla başlar ve yine insanla biter. Diğer güç unsurlarının tamamı insan gücü faktörünün çarpan etkisiyle büyük bir atlama ile son derece etkin pozitif bir bileşen haline dönüşebilirler, yeter ki bu unsurları doğru değerlendirip uygulama aşamasında doğru hamleler yapabilecek kapasitede insan gücümüz olsun. Elbette ki bu denklem tersine de işler, yetersiz ve/veya yanlış insan gücü ile, doğal olarak sahip olduğunuz coğrafi güç bile milli güce negatif bir faktör olarak etki edebilir.

Herhangi bir alanda “İnsan” faktörünü değerlendirebilmek için, öncelikle insanın ne olduğunu, nasıl tanımlanabileceğini kabaca da olsa anlamamız gerekir. Sürekli değişim ve gelişim içinde bulunan, yapıcı – yıkıcı ve yaratıcı – yok edici özellikleri, biyolojik ve kültürel ögeleri, her bireyinde kendine özgülük nitelikleri ile insan, yapısı itibarıyla oldukça karmaşıktır. Doğal olarak yaşamını sürdürme ve diğer canlılara göre önemli bir üstünlük olarak yaşamını geliştirme arzusu ve potansiyeli ile dünyaya gelen insan, bu amacına ulaşabilmek için, kurduğu toplumsal düzenlerde hep bu yönde çalışmak zorunda olmuştur. Aksi taktirde kendilerini bu konuda daha çok geliştiren ve hazırlıklı olan toplumların, tarih boyunca daha az gelişmiş diğerlerine yaptığı gibi yok olmaya veya ezilen, kullanılan toplumlar olmaya mahkûm olurlar.

Çok basit bir tarih dersi gösterecektir ki içgüdüsel olarak insanlar, dünya üzerindeki kısıtlı kaynakları hemcinsleriyle kardeşçe ve eşit olarak paylaşma konusunda son derece isteksizdirler. Bu paylaşımdan en çok payı alabilmek için de, o günün güç dengeleri, teknolojisi ve uluslararası işbirlikleri çerçevesinde, bundan binlerce yıl önce sahip oldukları vizyon ve önceliklerden ne daha az, ne de daha çok istekli veya daha iyi, daha kötü niyetlidirler. Geçmişin kabileleri, bugünün devletleri olarak bütün insan toplulukları ırksal, dinsel, etnik, kültürel, dilsel veya coğrafi birtakım bağlantılarla kendilerine yakın buldukları diğer topluluklarla birleşerek, yine aynı gerekçelerle kendilerinden uzak olduğunu değerlendirdikleri topluluklara karşı, dünya üzerindeki kaynakların paylaşımı konusunda mücadele etmişlerdir. Kılıçtan nükleer silahlara kadar çok geniş bir yelpazede çağın savaş teknolojileri ve silahları bu mücadelenin sonuçlarını ve ölçeğini belirleyen en önemli unsurlar olmuştur.

Geçtiğimiz yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı ve sonrasındaki iki kutuplu dünya ve yüzyılın son sürecinde tek kutupa inen dünya sistemi herkese göstermiştir ki, artık uluslar topyekün bir harbe girerlerse sonuç harbe taraf olan herkes için geçmiş dönemlere kıyasla çok daha ağır ve acı olacaktır. Öncelikler ve niyetler hiçbir şekilde değişmemekle birlikte, hatta küresel nüfusun artık gerçekten de kısıtlı kaynakları iyice kıymetlendirmesine ve en zengin ve en yoksul devletler arasındaki uçurumun tarihin bugüne dek görmediği ölçeklere ulaşmasına rağmen, bugün için aklı başında hiçbir devlet ve insan sonuçta topyekün yıkıma kadar gidebilecek bu tür bir çatışmayı göze alamaz.

Bu olgular ve zorunluluklar dolayısıyla günümüzde devletler birbirlerine üstünlük sağlama ve sonucunda kısıtlı olan küresel kaynaklardan en yüksek payı kapma konusunda gösterdikleri mücadeleleri caydırıcılık ve meşruiyet yaratma gibi birtakım çatışma dışı metodlarla sürdürmektedirler. Bu metodları en iyi geliştiren, en iyi uygulayan, kendisini diğer devletlere en iyi ifade eden ve bu anlamda en büyük desteği alabilen devletler veya devletlerin oluşturduğu birlikler bu küresel oyunda kazançlı çıkmakta ve kendi kültürlerine gelecekte de varolma imkânı yaratmaktadırlar. Devletler insan topluluklarından oluşur ve devletler ölçeğinde yaşanan “küreselleşme” adı verilen ve mümkün olduğu kadar kansız sürdürülmeye çalışılan bu mücadelede her devletin elindeki en büyük güç yine insandır.

Devletlerin dünya sisteminde etkinliğini önemli ölçüde belirleyen unsurların başında kuvvetler etkileşimi içindeki rolü ve jeostratejik konumu, bir de kültürü gelir. Ekonomi, toplum yapısı, bilim ve teknoloji, enformasyon ve iletişim teknolojileri, eğitim, demografi, insan kaynakları, sağlık, enerji, siyasi yapı, hukuk düzeni gibi alt unsurlar bu iki temel olgudan etkilenerek şekillenir. Bu iki temel olgu ve bağlı – bağımlı tüm alt unsurlar insan faktörü ile doğrudan etkileşim içindedir. Toplumların temel yapıtaşı olan insanı, güçlü ve asil ya da güçsüz ve sefil yapan en önemli unsur da eğitimdir. Eğitimi, yetişkin neslin bir plana ve gayeye (Milli Hedefler ve Milli Menfaatler) göre genç neslin bedeni ve ruhi gelisimini sağlaması veya toplumun gereksinimleri doğrultusunda bireyler yetiştirilmesi şeklinde tanımlayabiliriz.

Büyük önder Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği için yetiştirmek zorunda olduğu insan özelliklerine baktığımızda ilk anda şu nitelikleri alt alta yazabiliriz; Kendine güvenen, özgürce düşünen, düşündüğünü eyleme dönüştürebilen, vatandaşlık bilincine sahip, yurtta ve dünyada barışı benimseyen, cumhuriyet yönetimini yaşam biçimi olarak benimseyen, ekonomik yönden yapıcı ve etken, pozitif bilimi esas alan, güzel sanatları seven, fizik ve düşünce yönünden gelişmiş, erdemli, kendi benliğine, ulusuna ve vatanın bağımsızlığına düşman olan unsurlarla savaşma gereğine inanmış, insan – ulus ve yurt sevgisi olan, bağımsızlık onuruna sahip, dogmaya kapalı, bilime ve bilimsel düşünceye açık, dinamik düşünceyi, dinamik devrimi ve açık toplum idealini benimseyen. Kısacası devletimizin bekasını ve güvenliğini ve milletimizin refahını tesis etmek, bölgemizde lider ülke olmak, dünyanın geleceğinde geçmişte olduğu gibi yine etkin aktörlerden biri olmak amacıyla milli güç unsurlarımızı en verimli şekilde kullanabilmek istiyorsak, çağdaş insan modelinin tüm özelliklerine ve gereklerine sahip olan bireyler yetiştirmek zorundayız.

İnsan topluluklarının yaşamlarını sürdürebilmesi yardımlaşma, dayanışma ve işbirliği yeteneklerine bağlıdır. Çünkü bu yetenekler o topluluğun çağın değişen koşullarına ve yeni tehditlerine ayak uydurmasını ve sahip oldukları güç unsurlarının sinerjik bütünleşmesi sonucunda da alınan önlemler ve geliştirilen savunma mekanizmaları ile o topluluğun hayatta kalmasını sağlar.

Toplumların oluşturduğu sosyal yapı ise ulusal güvenliği belirleyen en önemli unsurdur. Bütün hayati önemine rağmen bu kavram toplumsal yapıdaki bozulmalara karşı fazlasıyla duyarlıdır. Ekonomik yapıdaki bozukluklar, yolsuzluk ve rüşvet, din ve etnik unsurların istismarı, çevre sorunları, adalet sistemindeki çarpıklıklar, ahlaki bozulmalar ve demografik çatışmalar bireysel ve ulusal güvenliğin öncelikli sorunlarıdır. Özellikle farklı sosyal yapıların var olduğu toplumlarda ve gelir dağılımı farkının yüksek olduğu ülkelerde sosyal yapının ulusal güvenliğe olan etkisi çok fazladır.

Sosyal yapı ve ulusal güvenlik kavramı birbirleri ile doğrudan etkileşim içinde olan kavramlardır. Öyle ki sosyal yapının sağlamlığı ulusal güvenliği, ulusal güvenliğin gücü ise sosyal yapıyı doğrudan etkilemektedir. Her örgütlü toplumda unsurlar arasında doğal olarak karşılıklı bağımlılık vardır. Buna göre bir bütün olarak toplum sistemi, onu oluşturan her önemli parçasına bağımlıdır, aynı şekilde her önemli parça da sisteme bağımlıdır ve bu önemli parçaların tamamı da sistemin diğer parçalarına bağımlıdır. Toplumsal yapı ve ulusal güvenlik arasındaki etkileşim kaçınılmaz bir sosyolojik gerçektir. Çünkü hiçbir ulusal güvenlik sistemi, sosyal yapıdan bağımsız olarak oluşamaz.

Ulusal savunma sisteminin başlıca dayanak noktalarını milli birlik ve beraberlik duygusu ve kuvvetli ve sağlam bir milli karakter ile bütünleşmiş bir millet, yer altı ve yer üstü kaynaklarımızın en iyi şekilde değerlendirilerek planlı kalkınmaya dönük sanayileşme ve endüstriyel büyüme, ve 21. yüzyılın en önemli unsurlarından olan her alanda bilimsel araştırma ve geliştirme faaliyetleri oluşturmaktadır. Türk toplumu bu unsurların eksik ve/veya yetersiz planlanmış olmasının bedellerini, son yüzyıl içinde 1. Dünya Savaşı’ndaki kanlı iç isyanlardan, Kıbrıs Barış Harekatı’ndaki dışa bağımlı savunma sanayiinin engellerine kadar, çok ağır olarak defalarca ödemek zorunda kalmıştır. Güçlü bir ulusal savunma için bu acı deneyimlerden mutlaka ders çıkarılmalıdır.

Ulusal güvenlik ile sosyal yapının etkileşimini incelerken demografik yapıyı mutlaka dikkatlice irdelemek gerekir, çünkü nüfus ve insan gücü bir ülkenin en büyük sermayesidir. İnsan kaynaklarını milli güç unsurlarının başında gelen etkin insan gücü olarak değerlendirebilmek için birtakım olmazsa olmaz şartlar vardır. Bunlar; çağın gerektirdiği şartlara uygun şekilde bir genel eğitim düzeyine ulaşılması, ülkenin çağın değişen koşulları ve öncelikleri doğrultusunda ihtiyaç duyacağı insan kaynağını yetiştirmeye dönük planlı eğitim ve öğretim yapılması, nüfusun her düzeyinin göz önünde bulundurularak dengeli mesleki eğitimin sağlanması, tam istihdamın güvence altına alınması, sağlık bakımından yeterli olanaklarla donatılmış olması olarak sıralanabilir. Bu şartların yerine getirilmesi nüfus artış hızı ile yakından ilintilidir.

Doğal olarak kontrolsüz ve aşırı nüfus artışı, bunu karşılayabilmek için belirli bir ekonomik güce ve oturmuş sosyal yapıya ihtiyaç duyulması nedeniyle, bu şartların yerine getirilmesinin önündeki en önemli engelidir.

Yukarıda değinildiği gibi, aşırı nüfus artışı, eğitimsizlik, bilinçsizlik gibi münferit sorunlar, karşılıklı bağımlılık ilkesi nedeniyle de birbirlerini tetikleyerek kısır bir döngüye dönüşebilecek ve ulusal güvenliği tehlikeye sokabilecek çok önemli bir problem olabilmektedir. Çünkü savunma ve güvenlik kavramları sadece dış tehditle sınırlı değildir. Bir ulusu özgür, bağımsız, şanlı, yüksek bir toplum olarak yaşatan da, köleliğe, yoksulluğa düşüren de eğitimdir. Eğitimden amaç bireyi nitelikli ve mutlu kılmak, nitelikli bireylerin katılımı ile mutlu, kalkınmış, güvenli ve çağdaş bir toplum yaratmaktır. Çağdaşlık insana yapılan yatırımla doğru orantılıdır. Çinlilerin; “Bir yılı düşünüyorsan buğday ek, on yılı düşünüyorsan ağaç dik, eğer yüz yılı düşünüyorsan insan eğit!” sözü insana ve eğitimine verilmesi gereken önemin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Buna göre, eğitim ve sağlık alanında doğru yatırımlar ve planlamalar ile insan kaynaklarının geliştirilmesi, tüm nüfusun özellikle kadınların ekonomik ve siyasi hayata katılmaları sağlanmalıdır.

Büyük önder Atatürk’e göre, “millî eğitimin gayesi, yalnız hükümette memur yetiştirmek değil, daha çok memlekette ahlaklı, cumhuriyetçi, inkılapçı, olumlu, atılgan, başladığı işleri başarabilecek kabiliyette, dürüst, düşünceli, iradeli, hayatta rastlayacağı engelleri aşmaya kudretli, karakter sahibi gençler yetiştirmektir”. Atatürk, bu niteliği 1 Mart 1932 günü TBMM açış konuşmasında şöyle dile getirmiştir: “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir”.

SONUÇ

Ulusal savunma anlamında yakın zaman için düşük olasılıklardan biri olmakla birlikte savaş süreci yaşanırsa, (bu makaleyi 2003 yılı sonlarında yazmıştım, o günün konjönktüründe öngörüm bu şekildeydi, ancak koşulların çok hızlı ve karmaşık bir şekilde değiştiği bugün için düşüncelerim ne yazık ki bu kadar rahat değildir – çevremizdeki sıcak çatışma ve savaş sürecinin önümüzdeki yakın dönemde Türkiye’yi de içine çekebileceğinden büyük endişe duyduğumu söylemek isterim.) Türk milletinin son kalesi olan bu vatan mutlaka ve her şart altında sonuna kadar savunulacak ve vatan tehlikeye düştüğü taktirde kadın, erkek, genç, ihtiyar herkes, Atatürk’ün “Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh bütün vatandır. Vatanın her karış toprağı vatandaş kanıyla ıslanmadıkça terk olunamaz” direktifi doğrultusunda düşmanın gücüne ve sayısına bakmadan bugün de sonuna kadar çarpışacak kararlılıktadır.

Ancak içinde bulunduğumuz çağda, devletler savaş dışı yol ve yöntemlerle de baskı altına alınabilmekte ve rakip (düşman) ülkenin amaçlarına bir tek mermi bile sıkılmadan sadece ekonomik ve siyasi baskılarla da ulaşılabilmektedir. Bugün ulusal savunma olgusu sadece askeri stratejiler ve savaş koşullarında uygulanacak birtakım taktiklerden çok daha ötede bir anlam kazanmıştır ve buna bağlı olarak çok daha kapsamlı değerlendirilmeli ve pek çok değişik faktörle ilişkilendirilerek çok boyutlu olarak planlanmalıdır.

Ne yazık ki bugün için elimizdeki veriler, ülkemizin bu konuda son derece kırılgan bir noktaya doğru hızla ilerlediğini göstermektedir. Acil olarak önlemi alınmazsa, insan gücümüz ve buna bağlı olarak ulusal savunma imkânlarımız ülke güvenliğini sağlamaya yeterli olmaktan uzaklaşma tehditi altındadır. Tek tek olayları gördüğümüzde belki farkına varamıyoruz ama üst üste koyduğumuzda birtakım kayıplar geometrik olarak büyümekte ve o ölçekte de güvenliğimizi etkilemektedir. Geleceğine güvenemediği için yıllardır beyin göçü ile kaybettiğimiz parlak zekâlar, her seviyede görülebilen yolsuzluk ve rüşvet çarkı ile iyice zayıflatılmış ve muazzam bir borç yükü altında ezilen devletimiz, milletvekillerinin bile açık açık söylemekten çekinmediği güvenilmez bir hukuk sistemi, alt kimliklere bölünmüş ve ulus devlet idealinden gittikçe uzaklaştırılan bir millet, vergi ve sosyal güvenlik gibi hak ve yükümlülüklerin eşit olarak paylaştırılamamasından dolayı gittikçe hukuk dışı davranmaya itilen insanlarımız, siyasetçilerin oy toplama uğruna sisteme güveni zedeleyen gerekli-gereksiz ekonomik ve sosyal aflar çıkartmaları, tarih boyunca başı dik durmuş milletimizi sadaka kültürüne alıştırarak ahlaki değerlerimizi yerle bir etmeleri, hemen her alana yayılmış mafyanın namuslu vatandaşlara kurduğu baskı, bölücü ve irticai tehditlerin devam etmesi ve benzeri unsurlar ülkemizin ulusal savunma imkânlarını kaçınılmaz olarak kritik noktaya doğru götürmektedir.

Bugün içinde bulunduğumuz sürecin nasıl bu noktaya kadar geldiğini anlayabilmemiz için, öncelikle baktığımız yeri ve ölçeği değiştirmemiz gerekmektedir. Devletlerin hayatı, insan ömrüne kıyasla çok daha uzundur, dolayısıyla etki-tepki süreçleri de bu oranda farklıdır. Bazen 10 yıl, 50 yıl hatta yüzlerce yılda yaşanan olaylar, tarih kitaplarında sadece birkaç satır içinde ifade edilerek geçilir. Bugün için, geleceği öngöremeden kendi insani ölçeğimiz ve vizyonumuzla bakarak, son derece masumane olarak algılama ve değerlendirme yanılsamasına düşebileceğimiz, kitlelerin eğitiminde ve yönlendirilmesinde büyük bir gücü olan medya ve onun günümüzdeki en boyalı oyuncağı magazin ve televole kültürü-kültürsüzlüğü, tıpkı bir uyuşturucu madde bağımlılığı gibi, ne yazık ki bizim düşündüğümüzden çok daha büyük bir tehdittir.

Türkiye’de son 10 yılda yazılı, görsel ve işitsel medyanın uygulama konusunda geldiği nokta ve kaçınılmaz olarak birinci derecede etkileme gücüne sahip olduğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında yavaş yavaş ama planlı bir şekilde yarattığı değişim, kurucu iradenin kimliğine, ahlakına ve vizyonuna aykırı bir toplumun şekillendirildiği bir tezgâh haline dönüşmüştür. Kişisel kanaatim olarak, uygulayıcılarına çok hızlı bir sosyo-kültürel ve ekonomik gelişim fırsatı veren bu tezgâhta, kısa dönem menfaatleri uğruna buna içeriden alet olanların ihanet değil ama aymazlık içerisinde olduğunu düşünüyorum. Ulusal savunmamızın en önemli gücü olan insan kaynağımızı tüketen bu gelişmelerin, kendi kafamda yapmaya çalıştığım uzun döneme dönük projeksiyonlarında, büyük bedeller ödenerek ve yokolmanın eşiğindeyken belki de son bir şans olarak, Mustafa Kemal gibi tarihte eşi görülmemiş bir liderin bize nasip edilmesi sayesinde kazandığımız Türkiye Cumhuriyeti devletinin bekasına, güvenliğine ve milletimizin refahına çok önemli bir tehdit olduğunu düşünüyorum.

Devletleri var eden unsur, onun kucağında birlikte yaşama isteğinde bulunan ve bunu koruma azmi ve kararlılığında olan milletidir. Devletin görevlerinden biri de, kendi bekasını ve güvenliğini sağlayan milletini oluşturan her bir yurttaşı doğduğu günden itibaren, en iyi şekilde yetiştirilmesi, eğitilmesi, yetenekleri ve seçimleri doğrultusunda en uygun fırsatların yaratılması ve elbette yaşamı boyunca daha pek çok sosyal imkânın sunulmasıdır. Sözün özü, her şeyin başı insandır. Devlet, insanına yatırım yaptığı ölçüde güçlenir ve yeni kuşaklara o oranda daha büyük hizmet eder. Bu hizmet anlayışı karşılıklıdır ve birlikte ilerlemeyi ve büyümeyi getirir. Karşılıklı güven ilişkisinin sağlandığı ortamlarda devlet kazanır, vatandaş kazanır, herkes kazanır.

Bu sinerjiyi yaratabilmek için devletin resmi güçlerinin yanı sıra, en az onlar kadar etkin olabilecek 4. (medya) ve 5. (STK’lar) güçlere de büyük görev ve sorumluluk düşer. Bu açıdan bakıldığında, medyanın, geleceğin beyinlerine, üretken akıl ve ellerine, yani bugünün tertemiz ve saf çocuklarının zihin haritalarına televole ve magazin kültürsüzlüğünü ekmesi, uzun dönemde bizim için büyük bir tehdittir. Çünkü bugünün çocukları geleceğin üreticileri, işadamları, sanayicileri, sanatçıları, edebiyatçıları, sporcuları ve askerleri olacaktır. Gelecekteki insan kaynağımızın bu tezgâhın elinden geçmesi, geleceğimiz için büyük bir tehdittir. Bu konuda; “beğenmeyen seyretmesin”, “bilmem kaç tane televizyon kanalı var, isteyen istediğini seyreder”, veya “en çok ‘rating’i alan programlar bunlar, dolayısıyla insanlar bunu istiyor, biz de onlara istediklerini veriyoruz”, “bütün dünyada benzeri programlar var” gibi bir savunma yapmak ve bu savunma karşısında eli kolu bağlı durmak, en azından aymazlıktır. Bugün en çok sunulan ve dolayısıyla takip edilen haberler, cinayet, şantaj, kavga, seks, magazin, özel hayat, futbol konularındadır. Bugün cinayet haberleri ve özel hayata ait konular bile insanlara ucuz bir fotoroman şeklinde canlandırmalarla veya gerçek karakterlerin katılımıyla sunulmaktadır, bir satırla ifade edilecek haber dakikalarca sanki ödüllük bir film prodüksiyonu yapılıyormuş edasıyla hazırlanmakta ve bu hazırlığın bedeli de bu ülkenin özkaynaklarından ödenmektedir.

Büyük önderimiz Atatürk’ün dediği gibi; “Yalnızca ufku görmek yetmez, ufkun ötesini de görmek gerekir” sözünden, bu topraklarda yaşayan her kişi ve kurum vazife çıkarmalıdır. Bu konuda elbette ki birinci sorumlu devletin ta kendisidir. Bu devlet, ulusal bütünlüğümüze ve savunmamıza tehdit olan her şeyle ilgili gerekli düzenlemeleri sağlayacak ve uygulayacak her türlü kuruma sahiptir. Eksik olan, belki de son elli yılda her alanda bize büyük bedel ödeten zihniyet sorunudur. Ancak ufkun ötesini göremeyen ve kısa dönem menfaatleri uğruna, güzelim ülkemizin geleceğine dinamit yerleştiren günü kurtarma zihniyeti devam ettiği sürece gelecekte de Türkiye kaybetmeye devam edecektir. Ulusal savunma imkânlarımızın ekonomik, siyasi ve sosyal baskılarla zayıflatılması devam ederse, belki bir savaş durumuyla değil ama sadece zaman içerisinde devletimizin bekası ve güvenliği ve milletimizin refahı tehlikeye girebilecektir.

Ülkemizi, içinde bulunduğu dışa bağımlı, sanayileşememiş, gelişememiş, vatandaşları arasında eşitlik, adalet, sosyal güvenlik ilkelerini tam olarak tesis edememiş dolayısıyla devletine güveni sarsılmış bir halk konumundan çıkarmanın en etkin yolu siyasi, ekonomik, teknolojik, eğitimle ilgili bütün yenilik ve çağdaşlaşma hareketlerinin süratle ve kararlılıkla yapılması gerekliliği ve şartıdır. Bunlar yapılmadan ulusal savunmanın olmazsa olmaz koşulu olan nitelikli insan gücü eksik kalacağından, etkin bir ulusal savunmadan söz etmek mümkün olmayacaktır.

Ruh Dokunması

İki ruhun birbirine dokunması, çok özel bir frekansta ilişkiye geçmeleri. Çoğu zaman kelimelerle ifade edilemez ama her zaman belli belirsiz hissedilir. İki ruhun neden birbirine dokunabildiğini açıklamak pek kolay değildir ama dokunurlar. Çoğu zaman ruhları dokunan kişiler birlikteyken veya birbirlerini düşünürken yaşamın tüm ağırlığı ve koşturmacasına rağmen çok özel bir hoşnutluk, güvenlik ve güzellik hissederler.

Kabaca şunu hissederler; neden bilmiyorum ama bu düşüncede olmak o kadar huzurlu ve güvenli ki burada ben çok güvende ve huzurlu oluyorum ve bu çok güzel bir duygu. Yaşamın tüm belirsizliğine rağmen burası tam anlamıyla huzurlu ve güvenli, hem de insanın kendisini tam olarak bırakabileceği kadar… Tam dinlenme ve tam huzur. Ruh dokunması, ruh dinlenmesi, bir diğer deyişle ruh beslenmesi; ruhlar birbirine dokununca aslında her ne ise yaşadıkları büyük bir keyfile yaşarken, ruhları da yaşamın geri kalanı ile mücadele etmek üzere enerji topluyor. Hem şarj hem deşarj. Her iki taraf da keyif alıyor birbirinin varlığından. Çok iyi niyetli ve temiz bir aşk gibi bile değerlendirilebilir, yaşamın kendisine duyulan aşk gibi.

Yaşama duyulan aşkı bir insana duyulan o duyguyla özdeşleştirerek yine yaşamın içinden kendisini besleyebileceği, enerji toplayabileceği bir alan yaratıyor. Onun yanında veya onu düşünürken kendisinin çok iyi, tam ve doğru anlaşıldığını hissediyor. Çok güzel, duru ve temiz bir paylaşım duygusu yaşıyor. Hiç kesilmeden, pürüssüz, akışkan, kıvrak ve hızlı. Kendisi ile konuşuyor gibi geliyor, karşısındaki de aslında kendi ruhunun bir parçası gibi, aynı yüksek algı, aynı ruhun bir parçası gibi, yüksek ve hızlı frekansta iletişim kurulabilen bir yapısı var, sanki bir başka bedende kendi varlığını, daha doğrusu kendisinin de öz olarak yapıldığı varlığı hissediyor gibi…

Velhasıl çok güzel ve rafine bir duygu ve en iyi tarafı zamanla sadece daha da keyifli hale geliyor olması çünkü bu kez paylaşımların, ki hemen hepsi zaten lezzetli ve keyifli, biriken lezzeti de ekleniyor anın içindeki keyfe.

Düşük profil ve çok yüksek frekans. Yaşamın 3 boyutlu ve doğrusal zamanlı alıştığımız kurgusunda görünmediği ve algılanamadığı için tam olarak anlaşılamayabiliyor ve tanımlanamayabiliyor ama keyifli, huzurlu, güvenli hali doğal olarak birlikte daha fazla vakit geçirmeye veya bu imkan yoksa bile daha fazla anmaya – düşünmeye davet ediyor. Yani adı konulmadan da yaşanabiliyor çoğu zaman. Çok güzel, zarif ve hoş, serinlik veren bir sevgi duygusu gibi bir hissi var. Bu seviyeden algılayınca insan o kadar kibar ve hassas oluyor ki, bu duyguları hissettiğinde ruhunun dokunduğu kişiyi yoğun ilgisiyle fazla rahatsız etmekten bile çekinebiliyor. İki ruh arasında bir kez fark edildi mi artık algı kapıları o seviyeden açılıyor onlar arasında ve uzaktan etkisi de en az yanyana olduğu kadar güçlü olabiliyor.

Ruhlarınız bir kez dokundu mu artık isteseniz de onu yok sayamazsınız…

Everest 2010 Tırmanışından Notlar 2

Arkadaslar merhaba,

Bildiginiz gibi Yilmaz’la birlikte 23 Mayis sabahi 08:15 – 08:30 arasi saatlerde Everest Dagi’nin zirvesine vardik. Yaklasik 2 aylik zorlu bir ugrasidan sonra elde ettigimiz bu sonuctan, sartlar gozonunde bulunduruldugunda gayet memnun oldugumuzu bilmenizi isterim.

Bildiginiz gibi benim hedefim bu tirmanisi oksijen destegi almadan tamamlamakti ve butun hazirliklarimi da buna gore yapmistim. Cok iyi bir aklimatizasyon programi uygulamis ve bunun icin de epey ugrasmistim. Normalde artik Serpa ve oksijen destegi en ust duzeyde kullanildigi icin, diger dagcilar sadece bir kez 7100 – 7300 metre arasinda kurulan 3. kampa kadar tirmanarak ve orada bir gece bile gecirmeden inererek aklimatisyonlarini bitiriyorlar. Zirveye giderken de bazilari yaklasik 8000 metredeki, aslinda 7925 – 7950 metredeki 4. kampta bir gece fazladan oksijenle yatarak dinleniyorlar ve ertesi gun de zirveye gidiyorlar. Butun bu surecte de 3. kamptan sonra tamamen oksijen destegi ile ilerliyorlar, yani 7100 – 7300’den sonrasinda oksijen destekli gidiyorlar. Bu durum tabi ki işi cok degistiriyor, bu arada bu tirmanista her dagci 3 tup oksijen kullaniyor.

Oksijenin en buyuk avantaji vucudu isitmasi, bir digeri de daha alcak bir irtifadaymis hissi vermesi, kesin hesabina emin degilim ama sanirim 800 – 1000 metre gibi daha alcak bir yerdeymis hissi yaratiyor dagciya. Tabi her dagci icin x 3 oksijen tupunu uygun yerlere lojistik olarak yerlestirmek buyuk bir Serpa gucune ihtiyac duyuruyor. Bu nedenle dagda her bir Batili dagciya karsilik neredeyse 1.5 Serpa dustugunu soyleyebilirim.

Neyse bunlar isin teknik detaylari. Kendi adima, aklimatizasyon icin diger dagcilarin sadece 3. kampa kadar ciktigi ve Ana Kampa dondugu surecte Geneva Spur’a, 4. kampin cok yakinina kadar tirmanip aklimatizasyonumu tamamladim. 5300 metredeki Ana kampa indikten sonra da 3450 metredeki Namche’ye kadar inerek iyice de pekistirdim, dedigim gibi bunu yapan kimseyi de gormedim. Hatta sonra bir firsat cikti ve tekrar 8000 metreye kadar tirmanip bu kez bir gece de orada yatip ki bu aklimatizasyonumu cok cok iyi bir seviyeye cikardi, tekrar Ana kampa geri indik. Dolayisiyla Everest Dagi’na oksijen desteksiz tirmanabilmek icin gercekten cok calistik ve en ust duzeyde aklimatizasyon tirmanislarimi tamamladim. İs kaldi tirmanis icin kosullarin uygun olmasina.

Malesef bu noktada isler umdugumuz gibi gitmedi. Size ilk yazimda bahsettigim degiskenlerden bir kismi uygun kosullarda gerceklesmedi. 22 Mayis’ta saat 19:00 – 19:30 arasi bir saatte, ilerleyen saat icerisinde azalacagini umarak, oldukca sert bir ruzgarin altinda tirmanisa basladik. Ancak sert ruzgar hizini kesmeden butun gece devam etti ve bu 7 – 7.5 saatte benim de gucumu iyice tuketti. Tirmanisla ilgili planimiz once 8500 metredeki Balkon adi verilen yere kadar cikmak ve orada Yilmaz’la bir durum degerlendirmesi yapmakti. Burada hersey yolundaysa bu kez 8700 veya 8750 metreye kadar devam etmek ve son bir durum degerlendirmesi de orada yaparak tirmanisa nasil devam edecegime karar vermekti.

8500 metreye vardigimizda, sadece ayak parmaklarim degil butun vucudum donmak uzereydi neredeyse. Bu arada buraya kadar oksijen destekli geldigi halde 8500 metreden donenler oldugunu da soylemek isterim. O kadar usuyordum ve titriyordum ki sonunda bu sekilde bu tırmanisi surdurmenin mumkun olmayacagina ikna oldum. 8500’de Yilmaz’a ilk soyledigim sey; ‘Bu is olmayacak Yilmaz, neredeyse donuyorum ve vucudumu isitabilmek icin oksijene ıhtiyacim var’ oldu. O da zaten, ayakkabisinin birini cikartmak zorunda kalarak kendi parmaklarini isitmaya ugrastigi icin, ben geldigimde zorla da olsa oksijene gecmemi saglamaya karar vermis kendince. Bu konuda tartismadik bile.

8500’e kadar oksijensiz gelen birine oksijeni tattirinca tabi olay bir anda degisti, once bir 10 dakika durdugum yerde sadece nefes alip verdim ve butun vucudumun kendine gelmesini bekledim. Bu duygu muthis rahatlatici ve insanı gercekten hayata yeniden bagliyor. 10 dakika once zangir zangir titrerken tekrar normale donme hissi insanin moralini de yukseltiyor. Hayati her zaman gercekci ve nesnel sartlara gore degerlendirdigim icin, aklimda oksijen desteksiz Everest tirmanisi hayalimin sona ermesi ile ilgili en kucuk bir tereddut ve hicbir psikolojik rahatsizligim olmadi. Bu tirmanisi oksijen desteksiz surdurmeyi ne kadar istesem de bu yilin bu deneme icin dogru bir yil olmadigi gerceği herseyin ustundeydi ve ben de bunu kabullendim.

Sonrasi oldukca rahat gecti. Dagdaki, sayisina tam emin degilim ama 70 – 80 dagcinin arasinda kendimize buldugumuz yerde tirmanisi surdurduk. Dogrusu bu tirmanis kuyrugu da enteresan bir deneyim. 8500 sonrasinda, hele rotanin iyice sirt hattina dondugu yerden sonra onunuzdekini gecemiyorsunuz, siraniz neresiyse orasi ve herkes adim adim ilerliyor. Arada birisi, mesela Hillary Step’te takilirsa malesef o orayi asana kadar da beklemek zorunda kaliyorsunuz. saat 04:30’dan sonra artik yavas yavas hava da acti ve ortalik isinmaya basladi, ruzgar devam etmekle birlikte gunesin bu sartlar altindaki buyuleyici etkisi bambaska bir sey. Insanin enerjisini ve moralini, motivasyonunu yukseltiyor. Sonunda zirveye giden kuyrukta, arada sabit hatlardaki bir sorundan dolayi 45 dakika kadar hic kipirdamadan beklemek zorunda kalsak da, herkesle birlilkte ilerleyerek zirveye variyoruz. Zirve tabi ki oldukca kalabalik, aynı anda 30 – 40 kisiyle zirvede olmak da baska bir deneyim. Bu kalabalikta kendi karenize bir yabanci girmeden fotograf cektirmek bile bir mesele. Bu kisilerin kucuk bir kismi da Kuzey rotasindan, Tibet’ten gelenler.

15 yil onceki tirmanisimda neredeyse hic ruzgar yoktu oysa bugun cok baska sartlar vardi dagda. Ben bu yilki hava pencerelerinden pek bir sey anlayamadim dogrusu. Hava sartlari bu yil 3 kez tirmanisa musade etti, erken bir 7 – 8 Mayis’ta, en iyisi olarak 17 – 18 Mayis’ta ve 22 – 23 ve yagis sonrasi olmakla birlikte 24 – 25 Mayis’ta. Bu hava pencerelerinde ruzgar cok degiskenlik gosterdi. Dagda bildiginiz gibi en onemli sorun ruzgarin yarattigi sogutma etkisidir. 15 yil once zirvedeyken hava – 29 dereceydi, bu sene de – 27, – 28 dereceymis ama ruzgar olayi cok degistirdi.

Boylece saglam bir ruzgar altinda AKUT SPOR KULUBU lisanslı sporcuları olarak Everest Dagi’nin zirvesinde fotograflarimizi, videolarimizi cekerek, sartlar elverdigince zirvenin tadini cikararak inise gectik. Hersey bir yana 15 yil aradan sonra, daha 27 yasindayken bana hayatimin o gune kadarki en buyuk gururunu yasatan dagi yeniden ziyaret etmek, tirmanisi arzu ettigim sekilde tamamlayamasak bile, her ani itibariyle benim icin heyecan vericiydi. Butun bunlarin olmasini saglayan 20. yilini kutlayan CANTEK SOGUTMA’ya, sevgili Hakan KARACA’ya ve diger yardimci destekcilerimize tum kalbimle tesekkur ederim. Hayalleri gerceklestirebilmek icin kabiliyetler kadar imkanlar da cok onemli. Sponsorluk olmadan, maddi destek olmadan bu tur tirmanislari gerceklestirmek ne yazik ki mumkun degil.

Cok sey ogrendigim, yeni seyler deneyimledigim, eski bilgilerimi guncelledigim ve butun bunlari sevgili Yilmaz’la birlikte paylastigimiz hic unutmayacagim bir 2 ay yasadik. Yıllar sonra yeniden Himalayalarda olmak bana her acidan cok iyi geldi.

Katmandu’daki son gunlerimizin ardindan 4 Haziran’da Turkiye’ye donuyoruz. Sanirim onumuzdeki gunlerde Tunc da Katmandu’ya varir onunla da bir guzel hasret gideririz, birbirimizi tebrik ederiz.

Katmandu’da 2010 yili, Himalayalardaki Turk dagciliginin ucte uc basariyla dondugu verimli bir yil olarak hatirlanacak. Tum katkisi olanlara bir kez daha tesekkurler, Turk Dagciligi biraz onlarin biraz bizim gayretlerimizle yine zirvelerde boy gosterdi. Darisi buralarda hayalleri ve hedefleri olan genc dagcilarimizin basina…

Himalayalardan hepinize cok sevgiler,

Nasuh
29.05.2010

Everest 2010 Tırmanışından Notlar 1

Merhaba arkadaslar,

Tirmanisin aklimatizasyon kismini son derece verimli bir sekilde bitirdik. Ben tirmanisi oksijen desteksiz deneyecegim icin neredeyse dagdaki herkesten daha ciddiye aliyorum bu aklimatizasyon konusunu. Serde biraz da, Ingilizcede gectigi gibi eski okullu olmak var tabi, ne de olsa yüksek irtifa dagciligini zamaninda Ruslardan, dunyanin en iyilerinden ogrenmis, onlarin gelenekleriyle yetismistim. Yilmaz da sagolsun beni yalniz birakmadi hicbirinde, aslinda o kadar da zorlamasina gerek yoktu kendisini.

3 gece, 1 + 2 olmak uzere 7100 ile 7200 metre arasinda kurulmus 3. kampimizda kaldik. Normalde buradakiler sadece bir kez 3. kampa kadar cikip iniyorlar, cogu bir gece yatmiyor bile. Bizim ekiptekilerin hicbiri yatmadi 3. kampta. Oksijen destekli tirmanislarda 3. kampa kadar cikip inmek yetiyormus, iyi mi. Ben 7900 kusur metredeki Geneva Spur’un ustune kadar tirmandim. Yilmaz da bunun bir 200 metre altina kadar cikti. Aslinda 7500 metredeki Sari Bant’a kadar tirmanmaya da razi olacaktim ama rotaya girince tutamadim kendimi. Biliyorsunuz insan vucudu normalde 7500 metrenin ustune aklimatize olamiyor. Ama tabi ki neredeyse 8000 metreye kadar tirmanmak 7500 metreye kadar tirmanmaktan cok daha faydali.

4. kampa kadar cikip Ana Kampa inince hic usenmeden ertesi gun Namche’ye kadar indim. Yilmaz bu bir haftalik sureyi Ana Kampta gecirmek istedi, bu uzun etabi inmek istemedi hakli olarak. Dile kolay hizli bir tempoda ve 10 saatte indim bu uzun etabi. Aslinda epey de yoruldum acikcasi ama dedigim gibi eski okul bunu soyler. Bu isi tam yapmak en onemlisi benim icin. 1998 yilindaki Lhotse tirmanisimda da bizim ekipten bir tek ben inmistim buraya kadar. 3 gun iyice dinlenmis ve iki gunde de geri cikmistim ve tirmanista da cok faydasini gormustum. Oksijen destekli gidenlerden bile daha hizli olmustum. Bu arada 30 yasinda yaptiklarimin aynisini 42 yasinda yapiyor olmanin heyecanini size anlatamam. 8000 metrelik daglari gercekten cok ozlemisim su son 10 yilda. Butun bu ugras cok iyi geldi bana, yine eski Nasuh’u buldum daglarda…

Internet fırsati bulunca ulkede neler olup bittigini de takip edebildim ve Türkiye’nin iç karartıcı, yüz kızartıcı, mide bulandırıcı siyasi gündeminin içinde olmadigim icin de ayrica mutlu oldum. Hepinize gercekten sabirlar dilerim, hergun bu pislikleri izlemek zorunda kalmak cok agir olsa gerek. Bu ulkenin temel degerleriyle bu kadar oynayanlar, uc kurusluk dunya menfaati icin bizi birbirimize dusurenler ve herseyimizi altust edenler eminim bir gun bunlarin hesabini da verecekler. Tum bu cirkin, ucuz ve onursuz tiyatro birgun sona erecek. Bunlari gordukce Yilmaz’lar ne iyi etti de ayarladilar Antalya’lı CANTEK’in sponsorlugunu demekten kendimi alamiyorum. Neyse, Turkiye’den ne kadar uzak olsak da Turkiyesiz olmuyor elbette.

Himalayalara gelince. Buralar gercekten cok degismis, tirmanislarin stili de, katilimcilarin profili de 15 yil oncesine kiyasla bambaska bir hal almis. Dogrusu ya duyuyordum ama bu kadarini beklemiyordum diyebilirim. 15 yil once dagda gercek dagcilar vardi, tirmanis icin bir cok seyi goze almis, kendilerince asil sebepleri olan insanlardi. Simdi Everest Dagi’ni bir proje olarak goren ticari ekspedisyon liderleri ve musterileri var. Muthis bir Serpa ve oksijen destegi ile bu projeler gerceklestiriliyor. Yarim yamalak aklimatizasyonla dagda bir dolu insan dolasiyor. Everest Dagi tırmanislarinin ruhu baska bir sey olmus. Bunu kritik etmek icin soylemiyorum, bence her dunyali dunyanin en yüksek noktasina ulasmayi isteyebilir ve bunu Serpa ve oksijen destegiyle gerceklestirebilir. Sadece bu dunyaya gelmis olmak bile bence isteyen herkese bu hakki veriyor. Ben dunyanin ve icindeki herseyin insanlar icin olduguna inanirim, asiriya kacmamak kaydiyla tabi ki. Buraya kadar hicbir itirazim yok ama biliyorsunuz bir seyin gercek maliyeti ne kadar duserse insanin gozunde degeri de o kadar dusuyor. Bu isin toplam maliyetini sadece 30.000 – 40.000 – 50.000, bilmemne kadar bin dolar olarak gorunce ve icindeki emek, kan, ter, gozyasi, risk, heyecan, tehlike, korku ve bilinmezlik maliyetlerini dusurunce, isin gercek degeri de sulaniyor gibi geliyor bana. Burada gorduklerimin bir cogu daglari tutkuyla, coskuyla, askla sevenlerden ziyade, Everest Dagi’nin zirvesine tirmanmanin mumkun oldugunu bilen ve bunu istemek icin kendilerince cok degisik sebepleri olan insanlar. Bir cok kisi sırtlarinda canta bile tasimiyor, yaninda hazir asker bir Serpasi var ve cantasini, yukunu bile o tasıyor. Hayatinda ilk defa kazma, krampon takan bile var iclerinde. Buradaki ilk gunlerinde once hizlandirilmis bir buzul gecisi egitimi alarak basliyorlar ise. Vay ki ne vay…

Benim en cok uzuldugum Everest Dagı’nın insanlarin hayallerindeki bir centik atabilecekleri ‘bir baska proje daha’ halini almasi. Everest Dagi bundan daha fazlasini hak etmeliydi, eskiden ediyordu, 15 yil once bile ediyordu. Sanirim onun sansi ve sanssizligi dunyanin en yuksek dagi olmasinda. 1920’lerden 1970’lere, 1980’lere kadar dunyanin en prestijli, en zorlu, en olaganustu ve en degerli hedefiyken ve ancak dunyanin en iyi, en cevval, en gozukara insanlari tarafindan hedef olarak gorulebiliyorken, 2000’lerde artik bambaska bir insan profili tarafindan hedeflenebiliyor olması da Dunyanin Ana Tanricasinin makus kaderiymis demek ki. Zaman nasil da herseyi tepetaklak cevirebiliyor.

O yuzden dostlar bence en degerlisi herseyi zamaninda yapmak, zamanin ruhunu yakalamak, hep dalganin en ucunda, kirildigi yerde olmaya calismak. Yoksa goruntude yine ayni seyi yapiyor gibi gorunsek bile, gercekte sadece eskinin zorlu mücadelelerinin ve asil insanlarinin kotu bir kopyasini taklit etmekten baska bir sey yapiyor olamayiz. Everest tirmanislari bir acidan bakinca artik bu hale gelmis…

Son yillarda her yil yuzlerce insanin zirveye varabilmesinin sirri buymus demek ki. Bu cok saglam kurulmus sistem olmasa dagdakilerin yarisindan cogu zirveyi hayal bile edemez. Bu arada Serpalar da artik bambaska bir performansa ve kabiliyete ulasmislar. Herzaman iyi ve guclu dagcilardi ama artik kendi cografyalarinin tamamen sahibi olmuslar. Nepal’deki Dagcilik Enstitusu ve iyi planlanmis egitimler sayesinde yeni nesil, daha 20’li yaslarindaki Serpalarin gelistirdikleri kabiliyetlerini ve guclerini takdir etmemek mumkun degil. Eskiden Anatoli Boukreev gibi cok guclu Batılı dagcilarin onculugunde ve Serpalarin destegiyle asilirdi en zor etaplar. Artik rotalarda oncu olarak sadece Serpalar var. Her ekip belli sayida en nitelikli Serpalarini rota hazirliklari icin veriyor ve zaten hepsi birbirini cok iyi taniyan Serpalar kusursuz bir makina gibi cok hizli ve cok saglam bir sekilde islerini yapiyorlar. Batili egitim modeli yeni neslin atakligiyla birlesince harika bir kombinasyon cikarmis ortaya. Bu cocuklarin Everest Dagi’ndan baska ilgi alani yok ne yazik ki, cunku sonucta butun bunlari ailelerini gecindirmek icin, bir is olarak gordukleri icin yapiyorlar. Ancak eger bir gun gozlerini diger daglara ve rotalara cevirirlerse butun dunya dagcilik tarihinin sinirlarini bambaska bir yere tasiyacaklari da kesin.

Bizim tirmanisa gelince. Bugün Namche’deki ikinci gunum, yarini da burada dinlenerek ve bol bol yemek yiyerek gecirecegim sonra ayin 11’inde Ana Kampa yuruyuse basliyorum. 12’si aksami Ana Kampa varacagim. Ya hemen ertesi gunu ya da bir gun dinlenerek 2. kampa oradan da 3. kampa, 4. kampa ve zirveye gidecegiz Yilmaz’la. Everest Dagi’na oksijen desteksiz tirmanmak biliyorsunuz 1978 yilina kadar, Reinhold Messner ve Peter Hebeler tarafindan basarilincaya dek, bilim adamlari tarafindan insanoglunun metabolizmasi itibariyle mumkun degil diye nitelendiriliyordu. Ancak onlardan sonra cok iyi hazirlanmis, cok guclu ve cok motive dagcilar tarafindan tekrarlari da yapildi. Bugüne dek bunu basaran toplam dagci sayisi 130 – 140 kisi civarinda. Genelde son 10 yilda Everest Dagi’na yapilan oksijen desteksiz tirmanislarin cogu kuzeyden gerceklestirilmis, 1’e 4 gibi bir orani oldugunu soyleyebilirim. Kuzey’e gore 250 – 300 metre asagidan baslandigi icin oksijen desteksiz denemelerde genelde guneyi, Nepal tarafini tercih etmiyor dagcilar. Ben 15 yil once kuzeyden ciktigim icin bu sefer mecburen guneye denk geldi bu denemem. Bu durumu dert etmiyorum merak etmeyin. Tirmanisla ilgili bu istatistiklerin hepsinin dogrusunu Katmandu’ya donunce Liz Hawley’den alacagim, simdilik ancak havada bilgi verebiliyorum.

Sanirim 16 – 17 – 18 – 19 Mayis gibi bir tarihte Yilmaz’la birlikte zirveyi deniyor olacagiz. Everest Dagi’na oksijen desteksiz tirmanmak insanoglunun fizyolojik yapisi ve kabiliyetleri itibariyle bu dunyada yapabilecegi en zor bir kac seyden biri. Sizin anlayacaginiz, bir hafta icinde, teknik olarak degilse bile fiziksel olarak hayatim boyunca yaptigim en zorlu seylerden bile, K2 Dagi’na oksijen desteksiz tirmanmak dahil, daha zor bir seye kalkisiyorum. Buraya kadar, profesyonel bilgilerimin ve tecrubelerimin tamamini en iyi ve en dogru sekilde kullanarak kendimi buna hazirlamaya gayret ettim. Zamani geldiginde hazir olacagima inaniyorum ancak yine de benim hazir olmam, bu isin olabilmesi icin gerekli 4 – 5 degiskenden sadece biri. Rotanin, ruzgarin, havanin durumunun, rota uzerindeki dagci sayisinin ve benzeri bir kac unsurun da ideal kosullarda olması gerekli ki bu tirmanisin altindan kalkabilelim. Yanimda Yilmaz gibi daglarda cok iyi anlastigim, cok guvendigim ve oksijen destegi aldigi icin de rasyonelligini yitirmeyecek birinin surekli beni kontrol edecek olmasi cok buyuk bir avantaj. Bunu en iyi sekilde degerlendirmek ve bu tirmanisin altindan ikimiz birlikte kalkmak istiyoruz. Aklimatizasyon tirmanislarindan itibaren cok uyumlu calistigimiz ve tum planlamamizi bu hedefe gore yaptigimiz bu tirmanisi basarirsak bu ikimizin basarisi olacak.

Son olarak, bildiginiz gibi sizlerden istedigim cok onemli bir sey daha var. Lutfen bize bol sans dilemeyi ihmal etmeyin. Ben dagdaki herseye, her zorluga, her sikintiya hazirim. Yukarida isler ne kadar sertlesirse sertlessin Yilmaz’la birlikte hepsini asabilecek kabiliyete, donanima, motivasyona sahibiz. Tek korkumuz sansimizin ters donmesi. Sanssizlik en iyileri, en gucluleri bile bir anda bitirebilir, ben ornegini cok gordum. Bu yuzden arkadaslar zirve denemesini yapiyor olacagimiz bahsettigim gunler icin bize sans dilemeyi ihmal etmeyin. Gerisini de merak etmeyin, orasi bizim isimiz…

Biliyorsunuz bu yil sizlerin olumlu enerjisine ve sans dileklerine ihtiyaci olan 3 Turk var Himalayalarda, Tunc’a, Yilmaz’a ve bana olumlu enerjilerinizi yollamayi lutfen unutmayin.

Allah utandirmasin

Sevgiler,
Nasuh

Arayış

Hermann Hesse’nin Doğuya Yolculuk adlı çok hoş bir kitabı var. Adı kitapta açıklanmayan çok eski, gizli bir cemiyetin üyesi olan Hesse, bu cemiyetin seçkin üyelerinin yaşamlarının bir döneminde her şeylerini bırakıp doğuya doğru çıktıkları yolculuğu anlatır. Yalnız bu yolculuğa katılacak olanların bir amacı olmalıdır.

 

Hepsi, kendi yaşam tecrübeleri ve beklentilerine göre, bir amaç uğruna bu yolculuğa katılır. Kimi hayalindeki prensesi, kimi çok eski bir hazineyi, kimi de efsanevi bir kitabın elyazmalarını bulmak için bu uzun ve zorlu yolculuğa çıkar. Yolculuk aynıdır ancak herkes kendi ruhunun özlem duyduğu şeyin arayışındadır.

M. İlin ve E. Segal, İnsan Nasıl İnsan Oldu adlı ünlü kitaplarını Gorki’ye anlatırken şöyle derler; “Şimdi, uçsuz bucaksız uzayı gözünüzün önüne getirin. Yıldızların, bulutsuların doldurduğu uzayı. Bu devler devi bulutsulardan birinde, güneş alev alev yanıyor. Güneşten gezegenler kopuyor. Küçücük bir gezegende madde canlılaşıyor, kendi bilincine varmaya çalışıyor. Bunun sonucunda ortaya insan çıkıyor.”

İşte ben de kendimi, kendi bilincine varmaya çalışan bir insan olarak algılıyorum. Bütün çabam, bütün uğraşım, hatta yaptığım her şey, hep bunun için. Ben kimim, ben neyim, neden ben, nasıl ben, ne zaman ben…

Hint kültürünün Vedik yazıtlarında, son derece eski bir antikçağ disiplini olan, aşırı derecede katı münzevi dervişlik uygulamaları anlatılır. Buna göre, varlık sorununa bir cevap bulmak isteyenler, gerçeği arayan keşişler, uzun yıllar süren katı ve zorlu bir yaşama biçimi seçerler. Bu sayede ruhsal yeteneklerini geliştirmiş, bedensel isteklerden arınmış, tapas ya da iç ısı adı verilen yüksek bir bedensel ısı üretmek istedikleri zaman aşkın hale girmek gibi, yaşamsal fonksiyonlarını kontrol edebilir hale gelmişler ve bir takım doğaüstü güçlere sahip olmuşlardır. Tamamen egzersiz, disiplin ve meditasyon üzerine kurulmuş olan bu uygulamalarda, herhangi belirgin bir dinsel öğreti yoktur. Amaç, son derece katı disiplinli bir hayat sürerek, bireyin ruhunu olgunlaştırması ve maddesel tutkulardan ve engellerden arınmasıdır.

Tasavvufta, insanın “benlik duygusu” kötü sayılır. Onu bastırmak anlamında “nefsini öldürmek” deyimi kullanılır. Buna “ölümden önce ölmek” de denir. Ölümden önce ölmek; insanın olgunlaşmak, yetkinleşmek için bütün doğal eğilimlerini, yönelimlerini yok etmesi, bastırması, böylece salt düşünce varlığı olarak kalması, yalnız Tanrıyı düşünür, hisseder duruma gelmesidir.

Bireyin aydınlanması için, Hinduizm’de ve İslam mistisizminde olduğu gibi, Budizm’de, Jainizm’de, eski Mısır inisiasyonunda ve diğer antikçağ öğretilerinde de, hep birbirine benzer yöntemler kullanılmış. Oruç, zikir (anış), konsantrasyon, meditasyon ve bir takım duyulardışı algılama yöntemleri, bu tür bütün uygulamalarda temel olarak kabul edilir. Bu yöntemler, yıllar süren katı bir eğitimle, izleyicilerine aşama aşama öğretilir. Ancak bu kadar katı disiplin ve sert yaşama koşulları, herkesin uygulayabileceği bir hayat tarzı olamaz. Çok az sayıda birey, yalnızca özel olanlar, bu uzun ve zorlu eğitimleri tamamlayabilir. Yine de sıradan bir insan, sıradan yaşamını sürdürürken de tinselliğini güçlendirebilir. Bence hepimiz, dış yaşama da dahil olmalı ve sistem için gerekli içsel sorumluluğa da sahip olmalıyız. Benim yeteneklerime sahip sıradan bir insan için bunun yolu, eskilerin katı disiplininden değil de, tırmanmak, uçmak, dalmak ve gitmekten oluşuyor. Benim yaptığım yalnızca bu, herkes gibi ben de kendi yoluma gidiyorum. Kendi dağıma tırmanmaya, kendi göğümde uçmaya, kendi denizime dalmaya, kendi gözlerimle görmeye, kendimi görmeye çalışıyorum…

………, sayısız inanç,

sonsuz renk, koku, tat, doku,

farklı insanlar, farklı kültürler,

farklı coğrafyalar,

Farklı……?

Orada……?

Uzakta……?

Hayır !

 

“Her şey ve her yer, burası ve orası özde aynı, ve aslında hepsi bir…”

 

kendi yoluna gitmeli,

kendi dağına tırmanmalı,

kendi denizine dalmalı,

kendi göğünde uçmalı,

 

kendi gözlerinle görmeli,

 

kendine gitmeli,

kendine tırmanmalı,

kendine dalmalı,

kendine uçmalı,

 

kendini görmeli,

 

gittim, tırmandım, daldım, uçtum,

 

görülmek için çok büyük, ama

görmek için çok küçükmüş.

Akut Gönüllülerine Yazdığım 2010 Yeni Yıl Mesajı

2010 EN ÇOK BİZİM YILIMIZ OLACAK

Sevgili arkadaşlarım, AKUT’un çok değerli gönüllüleri,

Sizlerle birlikte ve aramıza yeni katılan gönüllülerle her geçen gün büyüyerek, neredeyse 15 yıldır ülkemiz ve insanlarımız için, insanlık için mücadele ediyoruz. Arama ve kurtarma alanında gönüllülük ve karşılıksız yardımseverlik ilkeleriyle, sosyal girişimciliğin dünyadaki en etkili örneklerinden birini vererek Türkiye’mizin öncü ve lider sivil toplum örgütü olduk ve bu kadar zamanda ülkemizde bir çok ilke imza attık ve büyük değişimlerin öncüsü olduk. Bu çabalarımız sayesinde bildiğiniz gibi, dünyanın önde gelen sosyal girişimci destekleme programı olan ASHOKA Vakfı’nın dünyanın 60 ülkesinde 2000 civarında desteklediği sosyal girişimcilerden biri de ben olmuştum. Aşağıdaki bağlantıdan bu konunun detaylarını takip edebilirsiniz.

http://www.ashoka.org/fellow/2942

Değerli arkadaşlarım, 2010 hiçbirimiz için kolay bir yıl olmayacak, bunun emarelerini görmemek, görmezden gelmek mümkün değil. Yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada da giderek her şey daha zorlaşıyor, karmaşıklaşıyor ve ne yazık ki iyiye doğru gitmiyor. Bizler gibi, daha iyi bir dünyada yaşamak ve gelecek kuşakları daha iyi bir dünyada yaşatmak için mücadele eden milyonlarca dünyalı için yapacak çok şey, düzeltilecek çok yanlışlık, giderilecek çok eksiklik var. İnsan olmanın gereklerinin ve sorumluluğunun farkında olan bizim gibi insanlara her geçen gün daha fazla görev düşüyor. Bugün için, bu sorumluluğun farkında olmayan diğer insanların yapmadıklarını da bizim yapmamız gerekiyor. İnsanlar yaptıklarından bazen de yapmadıklarından sorumludur. Bizler ve bizim gibiler gidişatı, süreçleri görmezden gelip, hiçbir şey olmamış gibi yaşayamayız ve zaten yaşamadık. Bugünkü tembelliğimizin ve sorumsuzluğumuzun bedelini çocuklarımıza ödetmenin vebalini hiçbirimiz taşıyamayız arkadaşlar. Büyük önderimiz; “Yaşamda tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek kuşakların şerefi, varlığı ve mutluluğu için çalışmakta bulunabilir” derken bence bu gerçeğe dikkat çekmişti.

Bizim sadece ülkemizde değil, tüm dünyada da gelecek kuşakların şerefi, varlığı ve mutluluğu için yıllardır gösterdiğimiz iyi niyetli ve gayretli çabalar, belki ülkemizde bazı medya gruplarının dikkatini yeteri kadar çekmiyor olabilir ama dünya bizim farkımızda arkadaşlar. Türkiye’de bir avuç dağcının öncülüğünde başlayan ve her geçen gün etki alanını genişleten AKUT hareketi, daha iyi bir dünyanın mümkün olduğuna inananların dikkatinden kaçmıyor. Geçen ay Filipinler’den aldığım Uluslararası GUSI Barış Ödülü de bu durumun bir diğer en güzel örneği. Bildiğiniz gibi GUSI BARIŞ ÖDÜLÜ VAKFI tarafından, 2002 yılından bu yana çalışmalarında üstün başarılar gösteren, dünyanın her köşesinden bugüne kadar 120 kadar seçkin bireye verilen, ULUSLARARASI GUSI BARIŞ ÖDÜLÜ’ne layık görüldüm. Filipinler Cumhurbaşkanı’nın himayesinde verilen Asya’nın bu prestijli ödülünü, dağcılık sporundaki uluslararası başarılarım, arama / kurtarma alanında toplumdaki öncülüğüm ve sivil toplum örgütü liderliğim nedeniyle, SPOR ve İNSANLIĞA KATKI temalarında verilmişti.

Aşağıdaki linklerden Voice of America’da yayınlanan bu bölümü takip edebilirsiniz.

http://www.ajanspress.com.tr/New_Video_stream/2009%5C12%5C31%5CCD9819416.wmv

Değerli arkadaşlarım, bu ödüllerin, bu başarıların hiçbirini tek başıma alamazdım, başaramazdım. Bizler birbirimize inandığımız ve güvendiğimiz için, bugün dünya bizi takdir edilmesi ve hakkının teslim edilmesi gereken yurttaşları arasında görüyor. Bu ödüller bizimdir, hepimizindir ve bizim hakkımızdır, hepimize aittir. Yaşamımın en faydalı yılları AKUT ailesi içinde sizlerle birlikte geçti ve geçiyor. Sizlerle yollarımızın kesiştiği ve kader birliği yaptığımız AKUT derneğine duyduğum koşulsuz sevgiyi ve bağlılığı, 2010’a girdiğimiz bu günde bir kez daha bütün varlığımla hissediyorum. İyi ki varsınız ve bu yaşamda yollarımız iyi ki kesişmiş. AKUT’suz ve sizsiz bir hayatın nasıl olacağını düşünemiyorum bile. Allah öyle bir günü hiçbirimize yaşatmasın dilerim…

Bizler tüm dünyada giderek genişleyen yurttaş sektörü olarak adlandırılan sosyal girişimcileriz. Ve tüm kalbimle inanıyorum ki geleceği biz ve bizim gibi sosyal girişimciler değiştirecek. Bizim gibiler dünya sahnesinde belki yeni oyuncu değiller, tarih boyunca bizler gibi, yaşadığı coğrafyaya karşılıksız hizmet eden, bir şeyleri düzeltmeye çalışan sayısız insanoğlu geçti dünyadan, ama artık etkinliğimiz ve sonucu değiştirme kabiliyetimiz görmezden gelinemeyecek kadar güçleniyor. 1999 Depremi tüm Türkiye’ye şunu gösterdi; artık herşeyin devletten beklendiği düzen sona eriyor ve herkesin üzerinde düşeni yapması gereken yeni ve çağdaş bir dönem başlıyor. Ve biz bu muhteşem sürecin öncüsüyüz arkadaşlar. Biz 17 Ağustos Depremi’nde sadece 220 insanın hayatını kurtarmadık, aynı zamanda ülkemizin atıl duran yurttaş sektörünün potansiyelini de harekete geçirdik. Örgütlü toplumun güçlü toplum olduğunu gösterdik. Örgütlü olmanın, sadece çıkar gruplarının tekeline bırakılamayacak kadar önemli olduğunu ve daha iyi bir dünyaya inanan yurttaşlık sorumluluğu gelişmiş insanların da örgütlendiği taktirde muhteşem değişimler yaratabileceğini gösterdik.

Bu konuları size daha iyi aktarabilmek için, bu aralar üzerinde çalıştığım yeni kitabımdan ilgili bölümü de aşağıda sizle paylaşmak istiyorum.

“Sosyal girişimciler tarihin her döneminde, her toplumda var olmuştur. Sosyal girişimcilik, toplumsal sorunların çözümüne, herşeyi kamu ve özel sektörden beklemeden, toplumu oluşturan bireyler olarak doğrudan katılmaktır. Çözümün bir parçası olarak yaşadığı topraklara bütünüyle sahip çıkmaktır. Peter Drucker, sosyal girişimcinin toplumun performans kapasitesini değiştirdiğine dikkat çekiyor. Daha iyi bir dünya için yapılacak en akıllıca şeylerden biri, dünyadaki sosyal girişimcilerin etkinliğini artırmak ve sayılarını çoğaltmak üzere ekonomik ve toplumsal destek sağlamaktır. Tüm dünyadaki sosyal girişimciliği, sosyal girişimcileri ve yeni fikirlerin gücünü anlatan, DÜNYA NASIL DEĞİŞİR? kitabının yazarı David Bornstein önsözünü şu paragrafla bitiriyor; (Bu kitabı tüm ekiplerimizin kütüphanesine yollamıştık, isteyenler kitabın tamamını da ekiplerinden bulup okuyabilirler.)

“Sosyal girişimciliğin artık dünyanın bir çok işletme okulunda okutulduğuna tanık oldum. İlkokullarda ve anaokullarında öğretileceği günleri sabırsızlıkla bekliyorum. Çünkü bu öyküler, piyasalar, sürdürülebilirlik veya verimlilik hakkında değil. Bu öyküler başkalarının ıstırap çekmesine dayanamayan insanların öyküleri. Başka insanların, sahip olması gereken fırsatları kaçırmasına razı olamayan kişilerin öyküleri. Bu öyküler kendi prangalarını çözüp, diğer insanları da biraraya getirenler hakkında. Hızlı ve önceden kestirilemez değişim dünyasında, bu öncü sosyal girişimciler ve dünyanın her köşesine değmeyi başaran milyonlarca değişim yaratıcısı, bir merkeze bağlı olmayan ve gelişmekte olan güçleriyle, eğer doğru bir şekilde finanse edilirlerse, şimdiye kadar sahip olduğumuzdan çok daha iyi mekanizmalarla ihtiyaçlarımıza cevap bulacağız. Bu yüzden onlar, huzurlu ve barış içinde bir dünya yaratmak için, sorunlarımızı düzene koyacak ve çözüm sistemlerini yaratacak en büyük ümidimiz olmaya devam ediyorlar.”

Girişimcilik ve eğitim arasında doğrusal bir ilişki var ama asıl etkili olan tecrübe ve yaşanmışlıklar. Her yeni kazandığınız beceri, yeni fırsatları da beraberinde getiriyor. Çağımızın sürekli değişen düzenine uyum sağlayabilmenin tek yolu, sürekli öğrenen insan olmaktır. 21. yüzyılın özgün fırsatlarını yakalayabilmek ve risklerinden korunarak fark yaratabilmek için, yaratıcı ve girişimci ruhunuzu kullanmalısınız. Bilgi toplumunda girişimcilik, bireysel ve toplumsal gelişmenin, kalkınmanın, refahın, rekabet avantajının en önemli etkenidir. Bugün dünyamızın farklı düşünebilen, yaratıcı, yenilikçi, üretken, çağı yakalamış girişimci insanlara ve bu insanların fikirlerine, vizyonuna ve liderliğine her zamankinden daha fazla ihtiyacı var. Dünyamızın hepimize, hepimizin potansiyeline ihtiyacı var, hem de hemen…”

Amerikalı ünlü gazeteci Thomas Friedman’ın Aralık ayında çıkan bir makalesinden çok önemli bir saptamayı da sizlerle paylaşmak istiyorum;

STANDART CEVAP, DAHA İYİ LİDERLERE İHTİYACIMIZ OLDUĞUDUR, GERÇEK CEVAP İSE DAHA İYİ YURTTAŞLARA İHTİYACIMIZ OLDUĞU.

İşte bizler de, tüm dünyanın şiddetle ve aciliyetle ihtiyaç duyduğu burada sözü edilen daha iyi yurttaşlardanız arkadaşlar. Biz AKUT içerisinde para, din, politika ve ırk konularını tartışmayı kapattığımız ve heryere ve herkese eşit yaklaşma ilkesini kabul ettiğimiz gün, böylesi bir geleceğin tohumlarını da atmıştık. 2010 yılında, bu kadar yalanın, dolanın, ihanetin ve aldatmacaların bir çok yeri sardığı ve her türlü ahlaksızlığın, onursuzluğun her yerde cirit attığı, bir çok köşe başını ele geçirdiği güzel ülkemizde, tüm bu gidişata bir dur diyecek olanlar bu daha iyi yurttaşlar olacaktır. Ülkemize bir gün bir sihirli değnek değmeyecek, akşam yatıp sabah kalktığımızda daha güzel bir ülkede gözlerimizi açmayacağız, bir kurtarıcı, bir Mustafa Kemal daha da gelmeyecek arkadaşlar. Türkiye’yi değiştirecek olan da, yanlışlarından döndürecek olan da, eksiklerini azaltacak olan da biz ve bizim gibi namuslu, yurtsever, özverili, aydın ve çalışkan yurttaşlar olacak. Başka türlü bir çözümü hiç boşuna beklememeliyiz. Artık bilgi çağından bilinç çağına geçiyoruz arkadaşlar. Bu yeni çağda, ülkemizde bu değişimin de öncülerinden olacağımızı unutmayın. 2010 işte bu yüzden en çok bizim ve bizim gibilerin yılı olacak ve bu da, bu geleceği biz kendimiz kendimize vadettiğimiz için olacak…

Sevgili arkadaşlarım, hepinizi çok seviyorum ve 2010 yılının her birinize, ailelerinize ve sevdiklerinize güzellikler getirmesini diliyorum.

Sevgilerimle,
Nasuh

Doğal Afetler ve STK’lar

Son yıllarda pek çok kaynakta sıklıkla, sivil toplum kuruluşlarının 21. yüzyılın belirleyici faktörlerinden biri olacağı dile getiriliyor. Gerçekten de sivil toplum kuruluşlarının önemi ve bu yöndeki beklentiler giderek arttı ve kapasitesi, gücü daha doğru anlaşılmaya başlandı.

Demokratikleşme ve paralelinde gelişen sivilleşme ile birlikte eğitimle ve kültürel zenginleşmeyle insanlar kendi haklarını, hiç tanımadığı diğer insanların haklarını, hatta bu dünyayı paylaştığımız diğer canlı türlerinin varolma haklarını koruma konusunda bir vizyona ve bilince erişiyorlar. Bu konuda sivil toplum kuruluşlarına, sivil inisiyatifin toplum içindeki örgütlü dinamiklerine büyük görev ve sorumluluk düşüyor.

20. yüzyılın sonlarına doğru insanlar, her şeyi devletin resmi örgütlü unsurlarından beklemekten vazgeçerek, kendi olanaklarıyla ve kendi inisiyatifleriyle, kendi kaynaklarını koordine ederek bunları toplumun yararına yönlendirerek çok ciddi bir katma değer yaratabileceğini, sivil toplum örgütlerinin yaptırımının ne kadar büyük olabileceğini görmeye başladılar.

Sivil toplum hareketlerini en basit ifadeyle; ‘aktif vatandaşlık’ kavramı içinde değerlendirip, tanımını da; başkalarına saygı gösteren, sorun çözmede girişimci ve yenilikçi olan, eyleme dönük araçlar yaratabilen, kendi iç enerjisi ile harekete geçebilen ve toplumun daha az şanslı kesimleri için toplumsal destek sağlamak üzere kendilerini düzenleyebilen örgütlü insan toplulukları olarak yapabiliriz.

Sivil toplum kuruluşlarının görevi seçtikleri misyon çerçevesinde öncelikle toparlayıcı, zarar azaltıcı ve geliştirici olmak bir diğer deyişle, pro aktif çalışmalar yapmaktır. Ayrıca kamu yararını ilgilendiren konularda çeşitli sebeplerle yaşanabilecek gecikmeleri ve eksiklikleri tamamlayan ve ihtiyaç halinde devletin resmi kurumlarına destek olarak devreye girecek etkin bir güç olmaktır. Örnek verecek olursak, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı’nın amacı, Milli Eğitim Bakanlığı’na alternatif olmak değil destek olmaktır, veya TURMEPA’nın gerçekleştirdiği Türkiye çapındaki deniz temizliği çalışması, Ulaştırma veya Çevre Bakanlığı’nın işini elinden almak amaçlı değil, sivil bir inisiyatifle varolduğu bu topraklara gönüllü bir katkıda bulunma çabasıdır. Aynı yaklaşım, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Sokak Çocukları Derneği, Özürlüler Vakfı ve benzeri yüzlerce sivil toplum kuruluşu için de geçerlidir. Bir diğer örnek olarak  AKUT Arama Kurtarma Derneği’nin de sorumluluğu aynı şekilde kendisine seçtiği gönüllü görevde, acil durumlarda ve doğal afetlerde, bu görevin asıl sahibi olan Sivil Savunma Genel Müdürlüğü’ne ve diğer ilgili kurumlara destek olmaktır.

Sivil toplum örgütleri çeşitli sebeplerle devletin ulaşamadığı, yetemediği, geciktiği durumlarda tamamlayıcı ve son derece dinamik ve hızlı hareket edebilen yapılarıyla ufuk açıcı bir vizyonla hareket ederler.

Kamu ve özel sektör ancak 3. Sektör adı verilen sivil toplum kuruluşlarıyla beraber çalışırsa dengeli ve sağlıklı bir demokrasiden bahsedebiliriz. Çünkü doğru işleyen bir demokraside, seçimle göreve gelen hükümet ve meclis, atanmış bürokratlarla birlikte ülke kaynaklarını, ulusal menfaatler doğrultusunda yönlendirme ve kullanma yetkisini doğru ve etkin bir biçimde kullanır. Bu kaynakları koordine etmek hükümetlerin asli görevidir. Ancak çağımızdaki hızlı ve dinamik değişimlere zamanında ayak uydurabilmek, iyi niyet olsa dahi devletin kurumsal ve büyük ancak hantal gücüyle her zaman mümkün olmayabilir. Bu noktada, devletin resmi kurumlarının tamamlayıcısı rolünü gönüllü olarak üstlenen sivil toplum örgütleri devreye girer ki, gözden kaçan aradaki boşlukları tamamlayan, ekonomik ve sosyal kayıpları en aza indiren bir rol ve sorumluluk üstlenirler. Aynı zamanda devlet kurumlarına anayasa çerçevesinde verilen görevlerin, hukuk sınırları içerisinde kalmak koşuluyla takipçisi olarak sivil bir denetim mekanizması görevini üstlenirler.

Sivil toplum kuruluşları, kendini geliştirmeye çok açık olmaları ve hızlı ve dinamik hareket kabiliyetlerinden dolayı, ülke gelişiminde büyük görevler üstlenebilecek konumdadır. Nitekim içinde bulunduğumuz dönemde çok etkin ve başarılı çalışmalar yapan pek çok sivil toplum kuruluşumuz da mevcuttur. Bizim yapmamız gereken sivil toplum kuruluşlarımızın sayısını ve etkinliğini artırmak ve vatandaşları kendi gelecekleri ile ilgili daha etkin, daha aktif bireyler olmaları konusunda desteklemek olmalıdır. Çünkü gelişmiş bir sivil toplum hem yurttaşını bireyleştirir hem de toplumsallaştırır, hem haklarını öğretir hem de yükümlülüklerini hatırlatır.

Ortak yaşama arzusu içinde bulunan çağdaş toplumlarda vatandaşlık sorumluluğunun içinde, kendisinden daha az şanslı bireyler için mücadele etmek ve çalışmak çok saygıdeğer ve toplum içinde kabul gören bir etkinliktir.  Toplumlar, yurttaşları arasında bu anlayışı eğitim, öğretim, doğru rol modeller ve ödüllendirme – destekleme çalışmalarıyla güçlendirmeli ve vatandaş olma bilinci ve sorumluluğunu her ortamda harekete geçirmelidir.

Burada en önemli mesaj olarak unutmamalıyız ki, örgütlü toplum güçlü toplumdur.

Sivil toplum kuruluşlarının doğal afetlerde aktif olarak kullanılmasının tarihi aslında yüzlerce yıl geriye, geçmiş deneyimlere dayanıyor. Osmanlı İmparatorluğu zamanında, evlerin çoğu ahşap olan İstanbul’un karşı karşıya kalabileceği en büyük tehlikelerden biri büyük yangınlardı ve bu tehdite karşı mahallelerde delikanlılar kendi içlerinde örgütlenerek tulumbacılar teşkilatlarını kurmuşlardı.

Aynı şekilde Japonya’da da yine geçmişi yüzyılları aşan mahalli itfaiye gönüllülülerinin olduğu biliniyor.

Doğal afetlerde toplumun yapabilecekleri zannedildiğinden çok daha fazla. Geçmiş acı deneyimler bunu pek çok kez göstermiş.

ABD’de CERT – Community Emergency Response Team, bizde ise TAMT olarak tanımlanan program, afetlere hazırlık süreçlerinde komşular, akraba ve işyerindeki arkadaşlar arasındaki dayanışma ve gönüllülük kavramlarından yola çıkarak geliştirilmiş “Toplum tabanlı afetlere hazırlık”  modelidir ve çok verimlidir.

Dünyanın deprem konusunda en riskli coğrafyasında yaşayan Japonların birçok felaketin ardından toparlanmayı becerebilmeleri, Japon halkının afetlere karşı duyarlılığı ve direncinden kaynaklanır. Yaşanan felaketler karşısında başının çaresine bakmak zorunda  kalan ve toplumsal dayanışma ve gönüllülük mantığı ile hareket edebilmeyi öğrenen Japon halkının nesiller boyu  geliştirdiği ve koruduğu bu yetenekleri Amerikalılar tarafından fark edilince çok ciddiye alınır.

1985 yılında Kobe’ye giden Los Angeles itfaiyesi bölgeye ulaştığında tanık olduğu ilk şey birbiriyle sıkı sıkıya kenetlenmiş homojen bir toplumdur. Özellikle sağlam komşuluk ilişkileri bu ulusun afetler karşısında sigortası gibidir. Mahalle ölçeğinde komşular yangın söndürme, hafif arama kurtarma, ilk yardım ve kitlesel tahliye konusunda eğitimlidir.

Yine 1985 yılında Eylül ayında Meksico City’de büyük bir deprem yaşanır. On bin kişinin öldüğü otuz binden fazla insanın yaralandığı deprem sonrasında oldukça fazla sayıda insanın gönüllü olarak arama kurtarma çalışmalarına katılmış olması dikkat çekicidir. Mexico City depreminin ardından gelen ilk on beş gün boyunca sürdürülen kurtarma çalışmalarında 800 kişi gönüllülerin yardımı ile sağ olarak kurtulurken ne yazık ki bazı gönüllüler bu çalışmalar sırasında yaşamını yitirecektir.

Japonya’dakinden farklı olarak bu eğitimsiz ve deneyimsiz  gönüllülerin gelen artçı şoklar ile yaşamlarını yitirmeleri karşısında uzmanlar iki önemli gerçeğin farkına varırlar; büyük kentlerde afetler sonrasında gönüllü kurtarma çalışmalarının engellenemeyen gücü ve aynı zamanda disiplinsiz gönüllüğünün sebep olabileceği ölüm ve yaralanmalar.

Japonya ve Meksika deneyimleriyle ülkelerine dönen Los Angeles itfaiyecilerinin yeni hedefi, afetlerde gönüllüğün gücünden yararlanmak amacıyla Japonya’daki gibi güçlü bir alt yapı oluşturarak gerekli standartların geliştirilmesi olur.

Bu noktada en önemli konu, Japonya’da olduğu gibi büyük şehirlerde, sosyal sorumluluğun ve bilincin artırılarak afetlere hazırlık süreçlerine toplumsal katkının güçlendirilebilmesi ve sürekliliğidir. İşte bu konu da bütün bu deneyimlere dayanılarak hazırlanan ve toplum içinde yaygınlaştırılan TAMT – Toplum Afet Müdahale Takımı eğitimleri ile çözülür.

1985 yılında yaşanan Meksika Depremi sonrasında, Amerika’da Los Angeles İtfaiyesi tarafından oluşturulan ve FEMA tarafından ulusal seviyeye yükseltilip geliştirilen ve afet süreçlerinde halkın yapabileceği çalışmaları örgütleyerek acil durumlarda etkin olarak sisteme dahil edilmelerini sağlayan TAMT kursları, son dönemlerde giderek daha fazla kabul görmeye başlayan bir model.

Bunun en önemli sebebi de kitlesel afetlerin yıkıcı gücü karşısında bazı durumlarda ilk 72 saat çevreden hiçbir yardımın ulaşamaması halinde, bölgede yaşayan yerel halkın kendi kendine inisiyatif kullanıp müdahale ederek en kritik olan ilk günlerde çok önemli işler başarabilmeleridir. Buna göre ilk 72 saat için toplumun kendi başının çaresine bakmak zorunda kalması halinde, ağır kurtarmada uzman ekipler bölgeye ulaşıncaya dek, yurttaşların en azından hafif kurtarma konularında bir takım eğitime ve donanıma sahip olmaları halinde çok verimli oldukları hemen tüm kitlesel afetlerde gözlemlenebiliyor.

Bu eğitimi ilk olarak 1999 Gölcük Depremi’nden sonra Amerika’ya eğitim için yolladığımız 3 eğitmenimiz aracılığıyla Türkiye’ye biz getirmiştik. Bu eğitimin daha kısa bir versiyonu olan TAG – Toplum Afet Gönüllüleri kurslarını ise Boğaziçi Üniversitesi’yle birlikte kısaltarak Türkiye’ye uyumlamıştık. Bizden sonra başka kurumlar da aynı eğitimleri Amerika’dan alarak bu sürece dahil oldular.

Doğal afetlerin etkilerinin azaltılması ve koruma bilincinin yükseltilmesi  yönünde genç nesillerin önemini bütün dünya kavramış durumda. Yetişkinler bu anlamda bazen kaderci davranıp bir direnç gösterse de,  okullarda aldıkları eğitimlerle birlikte genç neslin ufku genişliyor ve ebeveynlerini de öğrenmeye ve değişmeye yönlendirebiliyorlar.

Burada akılda kalacak en önemli veri, topumsal dayanışma duygusu yüksek toplumların, doğru bilgi,  eğitim ve bilinçlendirmeyle birlikte doğal afetler gibi son derece tehlikeli ve yıkıcı süreçlerde bile en az zararla bu afetlerle başa çıkabilecekleri gerçeğidir.

Son olarak AKUT olarak yaptığımız çalışmalardan da bir kesit sunmak istiyorum sizlere. Bugüne dek  (Ağustos 2008) yurt içi ve yurt dışı olmak üzere toplam 478 arama ve kurtarma görevine katılmış ve 733 insanın hayatının kurtarılmasında aktif olarak görev almış durumdayız. Türkiye’nin her yerinde verdiğimiz binlerce seminerde yüzbinlerce vatandaşımıza ulaşarak afet öncesi, sırası ve sonrasında doğru davranış biçimlerini anlattık ve Türk toplumunun afete dayanıklı bir topluma dönüşmesi için toplum bilinçlendirme çalışmaları yaptık ve yapıyoruz. Yine bu amaçla bu günlerde, TVV ile birlikte hazırladığımız gezici deprem eğitimi projesi ile, özel donanımlı bir tırla 130 günlük bir Türkiye turuna çıkarak internet, yazılı ve görsel medya, seminerler, tiyatro gösterisi, eğitim filmleri ve 1 milyon adet olarak bastırdığımız eğitim kitapçığı ile birlikte çok kapsamlı bir deprem bilinçlendirme çalışması yapıyoruz.

Bir yandan da 18 bölgede konuşlanmış ekiplerimizle, hemen her türlü acil durum ve afette doğrudan müdahale ederek can kayıplarının en aza indirilmesine katkıda bulunmaya çalışıyoruz.

Bu anlamda yurttaşlık bilinci, sosyal sorumluluk duygusu, ülke ve insan sevgisi gibi temel değerlerden yola çıkarak, eğitimli, bilinçli ve donanımlı gönüllülerimizle ülkemize ve insanımıza karşılıksız ve gönüllü hizmetlerimizi artırarak sürdürüyoruz.

AKUT ve dünyadaki diğer örneklerin rahatlıkla Afrika’daki devletler ve milletler için de benzeri şekilde kullanılabileceğini düşünüyorum. Burada önemli olan yerel riskleri ve ihtiyaçları doğru tesbit etmek, bunlara göre çocukları da kapsayacak şekilde sürekli ve düzenli eğitimlerle toplum bilinçlendirme çalışmaları yapmak ve sivil inisiyatifle toplumun içinde örgütlü dinamikler oluşturarak ilgili devlet kurumlarıyla eşgüdümlü çalışmalar yapmak olduğunu söyleyebilirim.

Cumhuriyet Güçbirliği İzmir Mitingi Konuşma 12 Haziran 2011

Değerli İzmirliler, güzel İzmir’in bu güzel Pazar gününde keyifli ve coşkulu bir gün geçirdiğinizi umuyorum.

Bugün öncelikle şunu söylemek istiyorum; Cumhuriyetin kazanımlarının korunması, yaşatılması ve geliştirilerek çoğaltılması gereğine olan sarsılmaz inancım nedeniyle bugün buradayım. Bu inancın yılmaz savunuculuğunu yapan Cumhuriyet Güçbirliği adaylarına, düşünen bir insan olarak destek vermek için buradayım.

 

Cumhuriyet Güçbirliği benim de bu seçimlerde bağımsız olarak aday gösterilmemi istemişti. Ancak bir sivil toplum gönüllüsü olarak kendi alanımda yapacağım daha pek çok şey olduğu düşüncesiyle bu onur duyulacak teklifi kabul edememiş ama Cumhuriyet Güçbirliği adaylarını da destekleyeceğimi söylemiştim.

Ülkemizin geleceğiyle ilgili söyleyecek sözü olan bu değerli insanların yerinin, meclis çatısı olduğuna inanıyorum ve mücadelelerini, olmaları gereken doğru yerde, TBMM’nde verebilmelerine ben de katkıda bulunmak istiyorum.

Cumhuriyet Güçbirliği adaylarının meclise girmelerini ve ödünsüz Atatürkçü değerlerle meclis çatısı altında  bizim yerimize ve bizim için hizmet etmelerini tüm kalbimle istiyorum. Çünkü bu insanların bazılarını tanıyorum, hayat içindeki akıla, bilime ve sağduyuya dayalı üretkenliklerini ve ülkeye hizmetlerini biliyor ve çok takdir ediyorum.

Bugün buraya gelme ve bu konuşmayı yapma sebebim, açıkçası biraz da bir yurttaş olarak, ülkeye değerli hizmetlerini bildiğim bu insanlara karşı hissettiğim bu duygudur.

Cumhuriyet Güçbirliği adaylarının vatanseverliklerini ve bu uğurdaki mücadelelerini, çabalarını biliyorum. Başta Doğu Perinçek olmak üzere, Türk Milleti’ni en derinden yaralayan o alçakça saldırıya, Ermeni Soykırımı yalanlarına karşı bütün dünyada nasıl inançlı ve inatçı bir mücadele verdiklerini gördüm. Kıbrıs için verdikleri mücadeleye tanık oldum. Atatürkçü değerlere özünden bağlı bu mücadeleci insanların, Cumhuriyet Güçbirliği adaylarının TBMM’ne girmelerinin Türkiye’nin hayrına olacağına inanıyorum.

Cumhuriyet Güç Birliği adaylarının, Cumhuriyetin temel değerlerinin korunması, yeni anayasa ve özellikle siyasi dokunulmazlıklar konusundaki mücadele için mutlaka Meclis’te yer almaları gerektiğine inanıyorum.

Bir sivil toplum gönüllüsü ve ülkesini çok seven bir yurttaş olarak, hayatımda dokunulmazlık diye bir kavram istemiyorum. Kimse dokunulmaz olamamalı. Hele ülkeyi yönetecek yasaları çıkaran insanların, ülkeyi yönetenlerin, hayatın neredeyse her alanındaki kabahatlerinden dokunulmaz olmalarını anlayamıyorum. Siyasetin adil, şeffaf ve hesap verilebilir şekilde yapılmasını ve gerçek bir demokrasiye ulaşabilmemiz için de ülkede kuvvetler ayrılığının kesin olarak sağlandığını görmek istiyorum. Cumhuriyet Güçbirliği adaylarının bu konuların yılmaz savunucuları olacağına inanıyorum ve bu nedenle onları destekliyorum..

Türkiye olağanüstü günler geçiriyor. Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının büyük mücadeleler ve olağanüstü fedakarlıklar sonucunda, Anadolu insanıyla birlikte kurduğu Cumhuriyetin birleştirdiği her şeyin ayrıştırılmaya çalışıldığı elim bir süreç yaşıyoruz. Atatürk’ün; “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” tanımıyla bir ulus yaptığı Türk Milleti’nin özgün zenginliklerinin, kendisine karşı kullanıldığına acı içinde şahitlik ediyoruz.

Tüm söylemlerden, yeni meclisin en önemli görevinin yeni anayasa yapmak olacağı anlaşılıyor. Anayasa, toplumları asgari müştereklerde bir araya getiren barış, huzur, refah ve güven içinde bir arada yaşatan en önemli belgedir. Seçimden sonra yeni mecliste, toplumun düşünen her kesiminin temsil edilmesi bu nedenle çok önemli olacak.

Meclis’e halkın iradesinin tam olarak yansımasını engelleyen, anti demokratik % seçim 10 barajı nedeniyle Cumhuriyet Güçbirliği adaylarını destekliyorum. Çağdaş, uzlaşmacı, kalıcı ve Türkiye’yi geleceğe taşıyacak bir anayasanın yazılabilmesi için Cumhuriyet Güçbirliği adaylarına ihtiyacımız var bu mecliste. Hele birileri daha şimdiden Anayasa’daki değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeleri sorgulamaya başlıyorsa, Cumhuriyet Güçbirliği adaylarına Meclis’te ne kadar ihtiyacımız olduğu ortaya çıkıyor.

Siyaset bir uzlaşı sanatıdır, farklılıkları yönetebilme ve toplumu oluşturan tüm bireyleri, tüm katmanları barış, güven, huzur ve refah içerisinde, vatan toprağında bir arada tutabilme ve yaşam kalitelerini geliştirme becerisidir. Ancak ne yazık ki ülkemizde siyaset artık böyle yapılmıyor.

Siyaseti ötekileştirme ve karşıtlık yaratarak yönetme yolunu seçen siyasi partilerin karşısında, ülke gerçeklerinin farkındalığıyla, birleştirici ve  bütünleştirici aydın duruşlarıyla, cumhuriyeti ve kazanımlarını ödünsüz savunan Cumhuriyet Güçbirliği adaylarına, bu yaşamsal mücadelenin gereğine olan inancım nedeniyle bugün destek veriyorum. Cumhuriyete ve cumhuriyetin kazanımlarına sahip çıkan herkesle aynı tarafta olduğumun bilinmesini isterim.

Biz çok zor şartlar altında ve çok ağır bedeller ödeyerek cumhuriyete, vatanımıza, Türkiye’mize kavuşmuş bir milletiz. Burası hepimizin vatanı, Türkiye Cumhuriyeti devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkesin ortak vatanı. Tüm önyargılarımızı, köktencilikleri, aşırı uçları geride bırakmak, arınmak, kendimize gelmek ve yine bir olmak zorundayız.

Bilimin, aklın, vicdanımızın, kalbimizin yol göstericiliğine bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür, özgür düşünen insanlara, özgür düşüncenin yol göstericiliğine de, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var.

Cumhuriyet Güçbirliği adaylarına bu yüzden destek veriyorum ve yerlerinin TBMM olması gerektiğine inanıyorum.

Son olarak, 12 Haziran için Cumhuriyet Güçbirliği adaylarına bol şans diliyorum ve 2011 genel seçimlerinin ülkemiz için, milletimiz için hayırlı olmasını diliyorum.

Sevgilerimle…

Ali Nasuh Mahruki

Evliya Çelebi

Seyahat etmek, yeni yerler, yeni kültürler tanımak, yeni insanlarla tanışmak, yaşamın içinde yeni olasılıklar keşfetmektir de bir yandan. Bu keşif kişinin vizyonunu, dünyaya bakışını geliştirir, hayatı, dünyayı, insanları, ülkeleri, kültürleri çok daha geniş bir perspektiften görmesini sağlar. Kişinin hem ideallerini yükseltir hem de ufkunu genişletir. En önemlisi ise kendisine benzemeyenleri de oldukları gibi kabul edebilmeyi öğretir.

Hayatı dolu yaşamanın etkili bir seçeneği de seyahat etmektir. Bu nedenle imkanlarımız elverdiği ölçüde, yurtiçinde ve yurtdışında seyahatlere çıkmak, yaşadığımız ve bildiğimiz yerin dışında yeni ve farklı kültürler tanımak, dünyayı kendi gözlerimizle görmek ve deneyimlemek beraberinde müthiş bir kişisel gelişim ve büyüme fırsatı da getirecektir.

Gençliğinde büyük bir gezi tecrübesi olan insanların, yaşamlarını çok daha verimli ve sağlıklı kurduğunu düşünüyorum. İnsan dünyayı ne kadar erken tanırsa ve dünyanın, kendi evinde, mahallesinde, okulunda, işyerinde, yaşadığı şehirde gördüğünden çok çok daha fazla rengi, kokuyu, düşünceyi, inancı, dünya görüşünü, hikayeyi ve insanı barındırdığını ne kadar erken yaşar ve öğrenirse, o kadar dünya vatandaşı olur ve kendi yolunu da o kadar doğru seçer, o denli başarılı ve üretken olur.

16 yaşındayken İngiltere’ye bir dil okuluna gitmiştim, 20 yaşındayken de Norveç’te zihinsel engellilerin bakıldığı bir çalışma kampına katılmıştım. Bu iki deneyim dünyayı daha yakından tanımamı sağlamış, ufkumu açmıştı, dışarıda bambaşka ve rengarenk bir dünya olduğunu keşfetmiş ve çok etkilenmiştim.

20’li ve 30’lu yaşlarım boyunca ne kadar çok dağa tırmandıysam o kadar da çok seyahat etmişimdir. Dağları bu kadar çok sevmemin bir sebebinin de bana dünyayı gezme fırsatı vermesi olduğunu söyleyebilirim. Bugünkü kişiliğimde tırmandığım her bir dağın olduğu gibi her bir seyahatimin de ayrı ayrı etkisi vardır. Her birinden çok değerli dersler çıkarmış, çok ama çok şey öğrenmişimdir.

Bir dünyalı olarak insanın yaşadığı dünyayı, dünyayı paylaştığı diğerlerini tanımasını, kendi çerçevesi içinde her şeyden daha değerli olarak gördüğümü söyleyebilirim. Çünkü o zaman görüntüdeki farklılıklarımızın bir sorun değil bilakis bir zenginlik olduğunu ve aslında öz olarak hepimizin aynı olduğunu, aynı yerden geldiğimizi ve aynı amaçla aynı yere gittiğimizi de görebiliriz.

Mark Twain şöyle der;

Önyargı, taassup ve dargörüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir.

Evliya Çelebilere işte bu yüzden, bizi birbirimize önyargısız ve tarafsız tanıttığı için dünyanın çok ihtiyacı var.

Evliya Çelebi, insanlık tarihinde kültürler ve medeniyetler arasında köprüler kurulmasına en önemli katkıda bulunan ve öncü rol oynayan insanlardan biri kabul ediliyor. 400. doğum yıldönümünde UNESCO tarafından 2011 yılının Evliya Çelebi yılı ilan edilmesi, Osmanlı’nın bu en önemli seyyahının dünya tarihinde bıraktığı izin derinliğini ve yarattığı değerin önemini gösteriyor.

Büyük bir gözlem gücüne dayanan görgü tanıklığıyla, 17. yüzyıl Osmanlı toplum yaşamının her alanını, sultanlardan sokaktaki dilenciye kadar toplumun her kesiminden insan manzaralarını, doğal güzelliklerini, coğrafyasını, kültürel ögelerini kendine özgü uslubuyla, etkileyici betimlemeleriyle, biraz mizahi, biraz sivri ve çok hoş anlatımıyla kaleme aldığı Seyahatname’sinde herkesi herkesle tanıştırıyor bir yandan da.

Evliya Çelebi daha küçük yaşlardan itibaren dünyayı daha yakından tanımayı, yeni yerler ve yeni insanlarla tanışmayı istermiş. İlk fırsatını bulduğunda da önce yaşadığı şehirden, İstanbul’dan başlamış ve tüm Osmanlı coğrafyasına ve ötesine uzanmış.

17. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun Asya, Avrupa ve Afrika’daki uçsuz bucaksız topraklarını ve komşularını gezmiş olan Evliya Çelebi’nin devrinin imkanlarında çok iyi bir eğitim aldığını biliyoruz.

Evliya Çelebi’yi tanıdığınızda şunu görüyorsunuz; devrinin bu aydın insanı, dünyayı, hayatı, insanları daha yakından tanıma tutkusuyla büyük bir cesaretle yollara düşmüş ve yine büyük bir disiplinle her gördüğünü not etmiş ve kendi uslubuyla 10 ciltlik Seyahatname’sinde anlatmış. O kadar güzel anlatmış ki, 400 yıl sonra bugün bile Evliya Çelebi’nin sayesinde 17. yüzyıl Osmanlı coğrafyası hakkında geniş ve kapsamlı bilgiye ulaşabiliyoruz. Toplum bilimi araştırmacıları için bulunmaz bir fırsat bu.

Evliya Çelebi, Yarım yüzyılı aşan seyyah yaşamında gözlemlediklerini, öğrendiklerini anlattığı Seyahatname’siyle, Osmanlı’ya sahip olduğu coğrafyanın ruhunu öğretir. Evliya Çelebi dünyayı Osmanlının ayağına getirir. Osmanlı’nın uçsuz bucaksız topraklarında olan biteni, yaşayanları, yaşananları, ülkeleri, coğrafyaları, kültürleri, inançları, savaşları, efsaneleri, eğlenceleri, gördüğü hemen herşeyi anlatır.

İşte bu nedenle dünya tarihinde farklı kültürlerin kaynaşmasına en büyük katkıyı sağlayan insanlardan biridir.

Aslına bakarsanız, tüm dünyanın aradığı barışın anahtarı da ötekini doğru tanımaktan ve onu olduğu gibi kabul edebilmekten geçiyor.

Ben Evliya Çelebi’yi asıl bu açıdan çok değerli buluyorum.

Evliya Çelebi benim gözümde, seyyahlığından daha önemli olarak bir kültür ve barış elçisidir. Herkesi olduğu gibi, olmak istediği gibi görür ve öyle anlatır. Bugün bile kendine benzemeyen herkesi düşman ve öteki görmeye meyilli dünyadaki hakim anlayıştan yüzlerce yıl önce Osmanlı’ya, farklılıklarımızın bir sorun değil bir zenginlik olduğunu gösterir. Yargılamadan, sorgulamadan, insanların farklılıklarını doğal kabul edebilmesini kolaylaştırır.

Bugün bile Türk kültüründe gurur duyarak taşıdığımız en önemli özelliklerimizin başında misafirperverliğimiz, hoşgörümüz ve merhamet duygularımız gelir. Ötekine büyük bir anlayış ve cömertlik göstermemizi sağlayan bu değerlerimiz, tarih boyunca baskın bir kültür olan Türklerin üstün savaş gücü kadar, pek çok kültürü kendi topraklarında huzur, barış ve refah içerisinde yaşatabilmemize olanak veren, özgüveni yüksek ve adaleti, hakkaniyeti tüm ilişkilerimizde merkeze alan dünya görüşümüzden de gelir.

Bu tür bir anlayış, ancak ötekini doğru tanıyabildiğinizde ve onun farklılığını hoşgörüyle kabul edebildiğinizde oluşabilir. Evliya Çelebi’nin 17. Yüzyıl’da Osmanlı hakimiyetindeki topraklarda yaşayan halkları ve yaşam biçimlerini anlattığı eserinin dünya barışına ve kültürler arası diyaloğa katkısı işte bu yüzden paha biçilmezdir ve yine işte bu yüzden Evliya Çelebi Osmanlı’ya, Osmanlı da Evliya Çelebi’ye yakışır.

ALİ NASUH MAHRUKİ

İnanç Sistemlerimizin Doğaya Etkisi

Çevre konuları dünyanın gündemine geniş anlamıyla 1990’lardan sonra girmeye başladı. Bugün yaşadığımız bir çok çevresel sıkıntının özünde aslında çevrenin insan hayatı ve doğal denge için tartışılmaz öneminin farkına geç varılması yatıyor. Çevrenin ve doğanın korunmasının, aslında dünyanın ve insanın, hatta hayatın korunması için en temel gereklilik olduğu ne yazık ki çok geç farkedildi.

Çoğunuz duymuşsunuzdur; Everest Dağı’nın üzerindeki çöp ve kirlilik sorununu. Hatta belki de doğayı ve dağları sevmesi beklenen dağcıların neden bu kirliliğe sebep olduklarını ve dünyanın en yüksek dağını nasıl olup da çöplüğe çevirdiklerini  merak etmişsinizdir.  1995 yılında Everest Dağı’na tırmanmayı başaran ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı olarak bu konuda gözlemlerim olmuştu. 1990’larda başlayan çevre konularındaki duyarlılıkla birlikte benim dönemimdeki dağcılar zaten boş oksijen tüplerini, çöplerini geri indirmeye başlamışlardı, hatta 2000’lerle birlikte 1970’lerden 80’lerden kalan çöpleri toplamaya, bu amaçla özel ekspedisyonlar düzenlemeye bile başlamışlardı. Sorun 1990’lar öncesindeki yanlış bilinenler ve hatalı yaklaşımlardan kaynaklanıyordu. Sadece dağcılar için değil, tüm dünya için… Konunun sadece yeşili koruyalım, ağacı sevelim, çöplerimizi bırakmayalım, çevremize saygı duyalımın çok ötesinde, insan için yaşamsal öneme sahip temel bir zorunluluk olduğunu sadece dağcılar değil tüm dünya çok geç fark edebildi.

Kızılderili Reisi Seattle’ın 1854 yılında ABD Başkanına yazdığı mektupta çok derin ve güçlü, bilgece ifadeler vardır. Bir cümlesini almak istiyorum;

“Beyaz adam anası olan toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne alınıp satılacak, işlenecek, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki; bu toprakları çölleştirecek ve herşeyi yiyip bitirecektir.”

Bir Kızılderili atasözü ise şöyle der;

“Son ağaç kesildiğinde, son nehir kirletildiğinde, son balık tutulduğunda beyaz adam paranın yenmeyeceğini anlayacak.”

Seattle’ın ünlü mektubundaki son cümlesi ise şudur;

“İşte o gün, insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını sürdürebilme savaşının başlangıcı gelip çatmış olacak.”

İnanç sistemlerimizin doğaya etkisini daha doğru anlayabilmek için öncelikle insanın dinle ilişkisini anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü çevre veya doğa diye tanımladığımız çevremizdeki herşeyle, dünya, hayat, denizler, dağlar, bitkiler, hayvanlar, atmosferle olan ilişkimiz, kısaca hayat ve hayata karşı duruşumuz, yaklaşımımız ve bu ilişkimizin şekli, köklerini, insan yaşamını organize etme konusunda tartışılmaz olarak çok güçlü bir yeri olan din olgusundan alıyor.

İsveçli yazar Rolf Edberg sorunu şöyle tanımlıyor;

“Yanlışlık şuradadır, olasılıkla biz kendimizi büyük ve bölünmez bütünün bir parçası olarak görmeyi başaramadık. Uzun zaman yaşamlarımızı; – Tanrı bizi, denizdeki balıklara, havadaki kuşlara ve dünya üzerindeki hareket eden her canlıya hakim kılmıştır – düşüncesine bağlı olarak yönlendirdik. Dünyamızın bize ait olmadığını, aksine bizim ona ait olduğumuzu anlamayı bir türlü başaramadık.”

Bence 21. yüzyılın başlarında farkına vardığımız bütün bu çevre ile ilgili küresel sorunların özünde, doğaya karşı insanı yerleştirdiğimiz bu kibirli ve küstah konumlandırma yatıyor. Bunun da yine sebebi, Tanrı ile kul, yaratan ile yaratılan arasındaki ilişkinin, anlaşılmaz bir şekilde tamamen 180 derece yanlış bir yorumlamayla sevgi yerine korku üzerine inşa edilmesinde yatıyor. İnsanlara birliği, sevgiyi, güzelliği, huzuru, barışı ve ebedi mutluluğu vaat eden dinlerin, nasıl olup ta bu kadar karmaşaya ve kötülüğe yol açabildiğini, etrafımızdaki bütün bu çatışmaların, acıların, savaşların din üzerine ve Tanrı adına inşa edilebildiğini anlayabilmek mümkün değil.

İnançlarımızın doğaya olan bakış açımıza olan etkisini değerlendirirken, bence anlaşılması gereken en temel konu, peygamberlerden sonra dinlerde düzeni sağlamak ve öğretiyi yaymak amacıyla oluşturulmuş kurumların ve ruhban sınıfının, kendi dinlerini diğerlerinden ayrı konumlandırmaları ve sadece diğer halklara karşı değil, kendi içlerinde bile keskin bir bizden ve bizden olmayan ayırımcılığını dinlerinin temeline yerleştirmeleri yatıyor. Bu ayrımcı yaklaşımlarıyla da dinlerinin mesajını, Tanrı’nın gösterdiği gibi sevgi ve bütünlük üzerine değil de suç, ceza, günah ve korku üzerine kurgulamaları insanları birbirlerinden uzaklaştıran en önemli yanlış anlama oluyor. Din ve inanç öyle bir hale getirilmiştir ki, kurumlaşmış ruhban sınıflarına kralları, sultanları bile korkutacak bir kudret vermiştir. Öyle ki ortaçağ avrupasındaki engizisyon mahkemelerinin insanlığa sığmayacak işkencelerinden yüzlerce yıl sonra Papalık makamı, din adına kendi kurumları tarafından yapılan bu vahşetler yüzünden resmi bir özür yayınlamak zorunda kalmıştır.

İşte bu anlayış ve bu anlayışla doğaya, hayata, Tanrıya, dünyaya ve insana karşı alınan tutum ve davranışlar, yüzlerce yıl sonra küresel iklim değişikliği adı verilen, kayıtlı insanlık tarihinin en büyük ve en korkutucu tehditinin de ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İnsanoğlu kendisini doğadan ayrı bir varlık olarak konumlandırdığı için, doğayı her istediği gibi ve ölçüsüzce tüketebileceği sınırsız bir kaynak olarak algılıyor. İnsana dilediği gibi tüketmesi için verilen, dolayısıyla diğerlerinden de daha hızlı davranarak bu talanda daha fazla ele geçirmesini sağlayacak her yolu mübah sayan bu anlayışın, eninde sonunda bir çıkmaza gireceğini öngörmek için hiç de uzmanlığa gerek yok. İnsan nüfusunun katlanarak artması ve teknolojideki gelişmelerle birlikte dünyamızın kendisini yenileyebileceğinden daha hızlı tüketebilmesi, insan ve doğayı birbirinden ayrı konumlandıran algıyla birleşince, sadece bencil hırslarına ve isteklerine odaklanan ve geleceği hesap etmeyen bir yaşam biçimi oluşmuş. Bu yaşam biçiminin anlık zevkleri yüksek olmakla birlikte sürdürülebilir olmadığı açıktır.

İnsanlar ve halklar üzerindeki egemenliklerini korumak için aslında bir sevgi ve birleştirme, bütünleştirme yolu olması gereken dinleri, içindeki sevgi özünü unutturup korkuya ve korkutmaya dayalı ödül ve ceza gibi basit bir mantığa indirgeyerek, insanlar üzerinde bir  korku egemenliği kurmak amacıyla Tanrı’nın sevgi yolunu bir korku kültürüne dönüştürmek, tarih boyunca sadece ve sadece aradaki ruhban sınıfa ve onlarla gücünü ve emellerini birleştiren yönetici elitlere yaramıştır. Başka türlü olması da mümkün değildir zaten, dini yozlaştırmanın, Tanrı’nın birlik ve sevgi yolundan uzaklaştırmanın mutlaka bir bedeli olacaktır. İşte tarih boyunca yaşadığımız savaşlar bir yana, bugün küresel iklim değişikliği süreciyle bence bu kez en ağır bedelle karşı karşıyayız.

Doğaya ve çevreye saygı duymak bir yana, sadece rengi, ırkı ve milleti farklı diye diğer insanlardan kendimizi ayrı konumlandırmışız ve her yaptığımızda biz ve onlar ayırımına gitmişiz. Kızılderililer ve kendilerini doğanın bir parçası olarak konumlandıran doğu halklarının bir bölümü gibi doğaya ve çevreye bütüncül bakış açısıyla ve içten ve inançlı bir saygı ve sevgiyle yaklaşamamışız.

Bütüncül bakış ve sevgi kültürü beraberinde güzelleştirmeyi, korumayı, sahip çıkmayı, daha iyi yerlere taşımayı ve sevdiğimiz şeyin mutluluğundan ve başarısından mutlu olmayı da getirir; hatta onun için kendini feda etmeyi bile… Dinlerin özündeki sevgi, varolan herşeye karşı içten ve inançlı bir sevgi ve sorumluluk duygusunu geliştirir. Biz Anadolu görgüsüyle, Yunus Emre’lerin, Mevlana’ların, Hacı Bektaş-ı Veli’lerin “yaradılanı sevdik yaradandan ötürü” öğretisini şiar edinmiş bir milletiz. Allah sevgimizi, Allah’ın yarattıklarına karşı bir sevgi olarak somutlaştırırız duygularımızla ve davranışlarımızla. Doğaya saygılı şamanik eski Türk gelenekleriyle İslamiyeti kendine özgü yorumuyla Anadolu’da birleştirebilen Türkler, yüzlerce yıl çok geniş bir coğrafyada  kendine bağlaşık yaşayan milletlere, o günün şartlarına göre barış, refah ve güvenlik getirerek egemenliklerini sürdürebilmişlerdir. Oysa korku kültürüyle beslenen din yorumları, izleyicilerinin bilinç altına son derece güçlü bir şekilde yerleştirmeyi başardığı sonsuz azap korkusuyla, dini öylesine özünden uzaklaştırır ki, izleyicilerinin çoğu, aradaki ruhban sınıfının eksik yorumlarıyla ödül ve ceza ikiliğine takılıp kalarak dinin özündeki sevgi ve birlik mesajı yerine şekilsel şartlarını yerine getirmeye ve dini dogmatik bir kurallar silsilesi haline dönüştürerek garip bir şekilde yaşamaya çalışmışlardır. Ne kendileri huzur bulabilmiş, ne de kendilerine, çevreye, doğaya, dünyaya, diğer insanlara bir faydaları olabilmiştir. Hep korkarak, korkularından kurtulabilmek için de ruhban sınıfının uydurmalarına daha fazla inanarak ve yer yer fanatikleşerek, yanlışlar içerisinde endişe ve huzursuzluk içinde yaşamışlar ve bugünleri el birliğiyle istemeden de olsa hazırlamışladır. Dinin politize edilmesinin sonuçları hem insan için, hem de doğa için korkunç olmuştur.

James Lovelock ünlü kitabı GAIA’NIN İNTİKAMI’nda Gaia teorisinden bahseder. Bir metafor olarak da bakılabilecek bu teoriye göre bütün dünya, atmosferiyle, biosferiyle, okyanuslarıyla, üzerindeki oluşumlarıyla, tıpkı bir canlı gibi kendi kendini düzenleyebilen tek bir süperorganizma olarak varlığını sürdürür. Ancak bugün için bu dev canlı organizma, kendi doğal süreçlerinin ötesinde insan aktivitelerine bağlı olarak artan  aşırı ısınma nedeniyle hastadır. Dünya bu rahatsızlığına karşı, bizim insani ölçeğimize göre çok uzun bir süreç alacak şekilde kendisini yeniden düzenleyecektir ve bütün bu alışılmadık süreç insanoğlu için gerçek bir varolma testi olacaktır.

Yaşayan ve kendi kendini düzenleyebilen canlı bir organizma olan Gaia her zamanki gibi kendi başının çaresine bakacaktır. Her koşula uyum sağlayabilmek konusunda çok becerikli olan İnsanoğlu ise mutlaka bu süreci de atlatacak ve varlığını sürdürebilecektir, ancak medeniyet büyük bir tehlike altındadır. Esas risk insanoğlunun 21. yüzyıla dek ulaştırdığı medeniyetin üzerindedir.

Biz bugünü yaşayan insanlar için ise düşünülmesi gereken en önemli konu, bu değişim sürecinin bizim hayatımıza yapacağı muazzam etkileri olmalı bence.