Yükseklerde Ölmek – Dalai Lama’yı Dinlemek

YÜKSEKLERDE ÖLMEK

1974 yılı Temmuz ayında 7134 metrelik Lenin dağına düzenlenen ilk Kadın Ekspedisyonunun lideri, Rusya Dağcılık Federasyonu eski başkanı Vladimir Shatayeva’nın eşi Elvira’ydı.

Vladimir’le benim ilişkim, yıllar önce elde ettiğim Kar Leoparı unvanının resmi belgesini, İstanbul’da düzenlenen “Dünya Dağcılar Birliği” toplantısında onun elinden aldığım günlere kadar gidiyor. 1995 Mayısında Everest’in Ana Kampında tekrar birlikte olduk. Bir kaç gün ara ve 31 yıl yaş farkı ile dünyanın en yüksek dağı Everest’e tırmandık.

Eşi Elvira ve ekip arkadaşlarının acıklı hikayesi, Lenin dağına tırmandığım 1993 yılından bu yana hep aklımın bir köşesinde yer almıştır. Vladimir’e, eşini ve o olayı hiç soramadım ama hakkında yazılanları, söylenenleri hep ilgiyle dinledim.

İyi bir dağcılık geçmişine ve tecrübeye sahip olan Elvira, güçlü karakteriyle hemen herkesin dikkatini çekiyordu. Onun liderliğindeki 8 Rus kadın dağcıdan oluşan ekip, Lenin dağına ilk kadın ekspedisyonunu gerçekleştirerek doğu tarafından Lipkin sırtından tırmanıp, batıdaki Razdelni tepesinden inmeyi planlıyordu.

Büyük bir fırtınanın yaklaşmakta olduğu haberini alan ve üst kamplarda olan diğer ekipler, ki aralarında Doug Scott ve Ronnie Richards gibi, o dönemin tanınmış dağcıları da vardır, Elvira’ya gelen fırtınanın bilgisini ve hızlı bir şekilde aşağı inmeleri gerektiğini bildirirler. Elvira’nın telsizdeki cevabı çok dengeli değildir; Yorgun olduklarını ve geceyi yukarıda geçirip ertesi sabah Ana Kampa döneceklerini söyler.

Ertesi sabah, yüksek irtifa kamplarında ağır kar yağışı ve çok şiddetli rüzgar yüzünden mahsur kalan kadın dağcılar, Ana Kampa kötü bir gece geçirdiklerini ve fırtınada iki çadırlarını kaybettiklerini bildirirler. Kalan iki çadırlarıyla dörder kişi idare etmeye çalışırlar. Ana Kamp onlara aşağı inme emri verir. Ancak rüzgarın sesi sağlıklı bir görüşmeyi engeller. Saat 17:00’deki telsiz görüşmesinde durum daha da kötüye gitmiştir. Biri hayatını kaybetmiştir, iki dağcı da, dağ hastalığının pençesine düşmüş durumdadır ve konuşmalar gittikçe anlamsızlaşır. Ana Kamptakiler Elvira’nın bu dengesiz durumuna bir anlam veremezler.

Bir sonraki günün akşamında Elvira tekrar telsizle Ana Kampa ulaşır. Hastalanan iki dağcı da hayatını kaybetmiştir ve bir çadırları daha fırtınada parçalanmıştır.

Üçüncü günün sabahı Elvira’nın sesi iyice zayıflar. İki gündür hemen hemen hiç bir şey yemeden ve içmeden buz gibi çadırda beklemek zorunda kalan ekip artık iyice bitkindir. Yalnızca iki dağcı iyi kötü idare eder durumdadır

Aynı gün öğlen yapılan telsiz görüşmesinde, Ana Kamptakiler toplam dördünün öldüğünü ve ikisinin de ölmek üzere olduğunu öğrenir. Elvira ve hala dayanan bir dağcı aşağıya inmeyi deneyeceklerini söyler, ancak 18:30 ve daha sonra 20:30’da yapılan son görüşmelerde, yalnızca ikisinin sağ kaldığını öğrenirler.

O dönemin en güçlü dağcılarından bazılarının bulunduğu Ana Kampta, aşırı derecede kötü hava koşulları ve lojistik sorunlardan dolayı kurtarma operasyonu bir türlü başlatılamaz. Fırtınadan dolayı hiç bir şey yapamayan Ana Kamptakilerin gözleri önünde bütün ekip birer birer ölür. O yıl aşırı kar yağışı, kötü hava ve depreme bağlı çığlar yüzünden toplam 15 dağcı Lenin dağında hayatını kaybeder.

Normal şartlarda çok tehlikeli sayılabilecek bir rotası olmamakla birlikte, 1990 yılında Lenin dağının 1. Kampını vuran büyük çığ, dağcılık tarihinin en korkunç faciası olarak kabul edilir. O sırada 1. Kampta uyumakta veya dinlenmekte olan 43 dağcı hayatını kaybeder. Yalnızca iki dağcı bu müthiş çığdan sağ kurtulur ki, daha sonra biriyle, Alex Courin’le bir yaz birlikte tırmanma ve bütün hikayeyi detaylarıyla dinleme şansım olmuştu. Bu çığdan bir de bir İngiliz ekibi hiç yara almadan kurtulur. Çünkü onların lideri 1.Kampın kurulduğu yeri, herkesin aksine güvenli bulmaz ve ekibini biraz daha yukarıdaki kayaların arasına çıkartır ve kampı oraya kurdurur.

Sonuç olarak, riskli bir spor dalında performansımız, malzememiz ve ekibimiz ne kadar iyi olursa olsun, hesapta olmayan aksaklıklar için mutlaka çevremizi çok iyi gözlemlememiz, aniden değişebilecek koşullara süratle uyum sağlayabilmek için de, gerekli esnekliğe ve beceriye sahip olmamız ve hızlı, doğru, etkin karar vermemiz gerekir. Eğer hayatta kalmak istiyorsak tabii ki…

DALAI LAMA’YI DİNLEMEK

1959 yılında ülkeden kaçmak zorunda kalan genç Dalai Lama ve yandaşları dönemin Hindistan Devlet Başkanı Nehru tarafından Dharamsala’ya yerleştirilirler. Coğrafi ve iklimsel anlamda Tibet’e benzerlikler gösteren bu huzurlu bölge, sürgündeki Tibet halkının ikinci vatanı olur. Dalai Lama o tarihten sonra, Tibet’in bağımsızlığı için çalışmalarını buradan sürdürür.

Nobel Komitesi, 1989 yılı Barış Ödülünü, Tibet halkının dini ve politik lideri 14. Dalai Lama Tenzin Gyatso’ya vermeyi uygun buldu. Komite, Dalai Lama’yı, Tibet’in bağımsızlığını kazanması ve tarihi – kültürel mirasını korumak amacı ile, karşılıklı saygı ve tolerans üzerine kurulu barışçı çözümler oluşturma çabaları üzerine bu ödüle layık gördü.

Dalai Lama, tüm insanlara hatta tüm canlılara saygı duyan ve evrensel bir sorumluluk duygusu üzerine kurduğu barış felsefesini geliştirdi. Uluslararası anlaşmazlıklara, insan hakları sorunlarına ve çevre problemlerine getirdiği yapıcı ve ileriye dönük düşünceleri, Nobel Barış Ödülü sonrasında, dünya kamuoyunun yoğun ilgisini ve sempatini çekti.

1997 yılında motosikletle İstanbul’dan Katmandu’ya ve ardından Sıkkım’a gittiğim 4 ay süren yolculuğum sırasında, Dalai Lama ile karşılaşma fırsatı da buldum. Yaşına göre oldukça dinç olan bu neşeli ve sevimli insanın bir sabah Gangtok’daki İngilizce verdiği dersi izleme şansım oldu. Sıkkım’ın değişik manastırlarında ve bölgelerinde, o hafta içinde verdiği diğer üç derse de katıldığım halde, kullanılan dillerin Tibetçe ve Hintçe olmasından dolayı ne yazık ki takip edemedim. Ancak en sonunda bir grup gezgin arkadaşımla birlikte kararlı takibimiz sayesinde, budizmin ruhani liderinin Sıkkım’da özel bir gruba verdiği İngilizce inisiyasyonunu alabildik.

Dalai Lama ilk olarak İngilizcesinin çok iyi olmadığından bahsetti ve bu yüzden konuşmasına yapabileceği hatalardan özür dileyerek başladı. Toplum içindeki uyumun ve kişinin kendisiyle barışık olmasının öneminden söz etti. Bunların kişiden kişiye ve toplumdan topluma geçerek, diğerlerinin de yararına olması gerektiğini belirtti. Kişinin akli ve fiziki güçlerinden bahsetti, ve esas olanın akli güç olduğunu söyledi. Zihnimizi okyanusa benzetti, derinlerde sakin ama yüzeyde dalgalı. Karşılıklı hoşgörünün ve uzlaşmacılığın insandaki temel kavramlar olması gerektiğini söyledi.

Konuşmasının sonlarına doğru da, dinlerin iki türlü olduğundan, bir Tanrıya dayalı dinler ve belirli bir Tanrısı olmayan ama yüksek varlıkların bulunduğu dinlerden söz etti. Her iki türdeki dinlerin de, aynı amaca yönelik olduğunu, insanların mutluluğunu, huzurunu, uyumunu arttırmak için var olduğunu söyleyerek, her insanın aynı kalıba sokulamayacağından dolayı, çeşitliliğin önemli ve gerekli olduğunu savundu. Geleneğe göre, tüm varlıklara karşı merhametin ve şefkatin bedenlenmiş hali olan Dalai Lama’nın, bu son derece sıcak ve her inanışa, her düşünceye karşı hoşgörü dolu tutumu, ne kadar yüksek ruhlu bir insan olduğunu gösteriyor.

İki buçuk yıl sonra bile, bu sıcak konuşmayı hala çok hoş bir anı olarak hatırlıyorum.

Kali Gandaki – Safkan Bir Maceracı

KALİ GANDAKİ

Himalayalarda denizden 800 kilometre içeride ve 4000 metre yukarıda binlerce “amonit” fosili bulunur. Bugün yaşamayan bu küçük kabuklular 100 milyon yıl önce okyanusları dolduruyordu.

Dağların tepelerinde yalnızca denizde yaşayan bir canlının fosillerinin bulunmasının açıklaması konusunda, bilim adamları son bir kaç onyıla kadar anlaşamıyordu.Bugün genel olarak kabul edilen görüşe göre, bundan 65 milyon yıl önce, Asya ve Hindistanı oluşturan kara parçalarının arasında büyük bir deniz, “Tethys” denizi bulunuyordu.

Milyonlarca yıl önce, her iki kara parçasında bulunan nehirler, Tethys denizine doğru aktıkça beraberinde toprak ve çamur tortular getirdiler. Zaman içinde ölen Amonitler de okyanusun dibinde bu tortul oluşumların arasında fosilleştiler.

Hindistan, yavaş yavaş Asyaya doğru yaklaştıkça, denizin dibinde nehirlerin getirdiği tortular yükselmeye ve buralarda deniz sığlaşmaya başladı. Zamanla, bu tortular kireçtaşı ve kumtaşı kayaçlarına dönüştü ve küçük tepeler oluşturmaya başladı. Asyadan güneye doğru akan nehirlerin çoğu, önlerinden yükselen bebek Himalayaları aşabilmek için onların, doğusuna doğru akmaya başladı ve uzakta Brahmaputra nehriyle buluştu.

Kali Gandaki ise, yavaş yavaş yükselen yumuşak kayaçları aşındırarak kendi akış yolunu sürdürebilecek güce sahipti. Bugün Nepal’in orta kesiminde bulunan Annapurna (8091m.) ve Dhaulagiri (8167m.) dağlarının arasından geçen Kali Gandaki vadisi muazzam derinliğiyle dünyanın en derin nehir yatağını oluşturur.

40 milyon yıl önce Asya ve Hindistan birleşti. Böylece dünyanın en genç ve en büyük dağları Himalayalar yükselmeye başladılar. Bugün bile Hindistan kuzeye doğru yavaş ama kararlı ilerleyişini sürdürür. Eski çağların nehirleri yani yataklarında akarken, Himalayalar da milimetre ölçülerinde yükselmeye devam eder.

Yer yer 6000 metreyi aşan derinliğiyle Kali Gandaki nehri bugün görsel zenginliği, ekolojisi ve sportif imkanlarıyla da araştırmacıların, gezginlerin ve raftingcilerin ilgi odağıdır.

SAFKAN BİR MACERACI

İkinci Dünya Savaşı öncesi döneminin ünlü dağcılarından Bill Tilman, 1898 yılında dünyaya geldiğinden beri yaşamı hep keşfedilecek bir macera olarak algılamış ve sınırlarını zorlamış. Gençliğinde 14 yıl Afrika’da kalmış, keşif yolculukları, tırmanışlar yapmış.

Noel Odell ile birlikte 1936 yılında yaptığı 7816 metrelik Nanda Devi tırmanışı, o güne dek yapılan en yüksek irtifa tırmanışı ve en zor teknik tırmanış olur.

Savaş yıllarında Balkan partizanlarla savaşır. 1947 yılında onu Sinkiang bölgesinde bir keşif yolculuğunda görürüz. Savaş sonrasında ellili yaşlarında Himalayalarda bir kaç ekspedisyona daha liderlik eder ve sonra gözlerini denizlere çevirir. Denizciliği, dağcılığı ve keşfetmeyi birleştirir. Kendi teknesiyle, Güney Okyanusta, Arktik kuşakta yolculuklar yapar, Patagonya’da, Grönland’da dağlara tırmanır. Denizciliği sayesinde, dünyanın uzak köşelerine, kimsenin gidemediği coğrafyalara ulaşır. 1956 yılında, Güney Patagonya Buzulunun ilk traversini gerçekleştirir.

Döneminin en tanınmış gezgin – yazarlarındandır. Bir balıkçı teknesinden bozma Mischief ‘le, değişik mürettebatla yaptığı yolculukları altı kitapta toplar. Bu seyahatlerden biri için The Times’a verdiği küçük ilan ilginçtir; “Küçük bir tekne ile uzun bir yolculuğa çıkacak denizciler aranıyor, ücret yok, rota belli değil, pek fazla eğlence yok.”

Bill Tilman, dağcılığı, denizciliği, macerayı sonuna dek yaşar. 1977 Kasımında En Avant adlı tekneyle 79 yaşındayken, Antarktika açıklarındaki Smith adasına doğru yola çıkar. Ancak tekne hedefine hiç bir zaman ulaşamaz, okyanusun soğuk sularında kaybolur. Soluk soluğa yaşayan Bill Tilman, bir Viking cenaze töreni ile dünyadan ayrılmıştır.

Bill Tilman ölmekten korkmadığı gibi, yaşamaktan da korkmamış. Yaşamı boyunca hep sınırlarda dolaşmış, hep gidilmeyen yerlere gitmiş, tırmanılmayan dağlara tırmanmış ve yelken basılmayan denizlerde dolaşmış.

Yaşadıklarını paylaşma isteği ve bu konudaki yeteneği sayesinde de, geride toplam 12 kitap bırakmış. Arkadan gelenlere değişik, heyecanlı ve çok güzel bir vizyon sunabilmek için…

Cesaret, korkunun olmaması değildir.
Cesaret korkunun altedilmesidir.

Tek Başına – Ararat

TEK BAŞINA

14. yüzyılda dağların çekiciliğine kapılan ve dağcılığın babası sayılan Petrarca, insanın kendini geliştirebilmesi ve mutlu olabilmesi için yalnız yaşaması, özgür olması ve düşünüp yazması gerektiğine inanmış. Ancak yalnız yaşamanın, insanları sevmeye engel olmadığını, yalnız yaşarken de insanlarla ilgilenip, onlarla beraber olunabileceğini söylemiş.

Yalnızlık, ne kadar sosyal ve grup insanı olsak ta, zaman zaman hepimizin ihtiyaç duyduğu bir süreçtir. Bazen yalnızca kendimizi dinlemek, düşünmek isteriz. İnsanın kendi iç dünyasına daha kolay dalabildiği bu süreç sayesinde, kişi kendini daha iyi tanıma fırsatı bulur. Kimilerinde bu duygu daha da gelişmiştir, öyle ki, kalabalıkların arasında kendini rahatsız hisseder. Yalnızken kendini daha iyi ifade eder, hatta daha üretken olur.

Bir de seçtikleri hayat tarzına bağlı özel hedeflerinden yada yaşamın garip cilvelerinden dolayı tek başına büyük işler başaran, başarmak zorunda kalan insanlar vardır.

Charles Lindbergh, 1927’de New York’tan “The Spirit of St. Louis” adlı uçağı ile havalanıp, 33 saat süren Atlantik Okyanusu üzerindeki 5800 kilometrelik uçuşun ardından Fransa’ya indiği gün, başarısı, teknolojinin ulaştığı noktanın yanısıra, bireysel kahramanlığın da yeni bir ölçüsü olmuştu.

Uzun yolculuğuna başlamadan önce son hazırlıklar nedeniyle 24 saat uykusuz kalmıştı. Okyanus üzerindeki sert rüzgarların, rotayı kaybetme tehlikesinin, dayanılmaz monotonluğun, iyice hissizleşen duyularının, uçaktaki buzlanmanın ve korkunç yalnızlığının getirdiği müthiş gerilimin yanısıra, 33 saat boyunca uykusuzlukla mücadele etmek zorunda kalır.

Böylesine zorlu bir uçuşu tek başına tamamlayabilmesindeki en önemli etmenler onun daha önceki eğitimi, tecrübesi ve güçlü, kararlı karakteriydi. Lindbergh, dönemin koşullarına göre bu çılgıncasına zor uçuşu kendi seçmişti ve herşeyi en ince detayına dek düşünüp buna göre hazırlanmıştı. Onu, güçlü bir metaforla, tek başına bu dünyada kendi yolunu bulmaya çalışan bir maceracı olarak düşünebiliriz.

And dağlarında haftalarca bir buz cehenneminin ortasında yaşama mücadelesi veren Nando Parrado ve arkadaşlarının sağ kalmalarını sağlayan şey ise biraz daha farklıydı.

Çaresiz, umutsuz bekleyişin son haddine geldiğinde Nando, dağları aşmayı denemeye karar verir. Günlerce önündeki büyük dağı aşmak için karların – buzların arasında tırmanır. Yarı aç, donmak üzere, önündeki zirvenin arkasında yeşil vadileri ve kendilerini kurtuluşa götürecek olan patikaları göreceği inancıyla son bir gayretle dağın zirvesine ulaşır. Ancak görebildiği bütün ufuk karlarla örtülü dağlarla kaplıdır.

Nando, hayal kırıklığı, acı ve kızgınlık içinde ağlamaya başlar, neredeyse çözülmek üzeredir. Fakat geriye dönüp baktığında, aştığı o uzun mesafeyi ve karlı tepeleri görünce, aslında ne kadar çok şey başardığını anlar. Öfkesinin ve umutsuzluğunun yerini gurur ve kararlılık alır. Kişisel bir zirveye ulaşmıştır. İçini zafer ve kendini gerçekleştirme duygusu sarar. Nando yaşamayı başaracaktır. Önündeki dağların hepsini teker teker aşacak ve ölmek üzere olan arkadaşlarına yardım getirecektir.

Nando, Lindbergh’in aksine istemeden ve hazırlık yapmadan böylesi bir mücadelenin ortasında bulmuştu kendisini. Onu ayakta tutan ve dayanma gücü veren şey, hepimizin içinde bulunan sağ kalma içgüdüsüydü.

Tarihte nice Lindbergh benzeri cesur kaşifler olduğu gibi, Nando benzeri beklenmedik zor koşullarda hayatta kalmayı başaran kararlı insanlar da vardır. Koşullar aşırı derecede sertleştiğinde, içindeki bu doğal güdüyü açığa çıkarabilen en sıradan bireyler bile, inanılmaz zorluklara rağmen sağ kalmayı başarabilirler.

ARARAT

Türkiye’nin en yüksek doruğu olan 5137 metrelik Büyük Ağrı dağı, Doğubayazıt ovası ile Iğdır ovası arasında bütün heybetiyle yükselir. İlk tırmanışı 1829 yılında Alman Profesör J. Von Parrot ve ilk kış tırmanışı da, 1970 yılında Dr. Bozkurt Ergör tarafından yapılan Büyük Ağrı dağı, Doğu Anadolu volkan dizisi üzerinde yer alır.

1992 yılından bu yana güvenlik nedeniyle kapalı tutulan Ağrı dağı, yaşları 30 – 32 veya daha altında olan Türk dağcıları için, çoğunun tanışma fırsatı bulamadığı ama özlemle açılacağı günü beklediği bir eski tanıdık gibidir. Silahlı Kuvvetlerin koruması altında bu yıl iki kez tırmanışa izin verilmesi, yakın gelecekte ülkemizin en yüksek dağıyla, genç dağcılarımızın da tanışabileceği müjdesini veriyor.

Dağcılık açısından sahip olduğu önemin belki de 100 katına mitolojik değerinden dolayı sahip olan Büyük Ağrı, bütün Hristiyan dünyası tarafından İncil’de geçen adıyla “Ararat” olarak bilinir. Turizm potansiyeli açısından Türkiye için muazzam bir değere sahip olan Ağrı dağına tırmanış yapmak, efsanevi Nuh’un Gemisini aramak için bölgeye gelmek isteyen insanların sayılarını yüzbinlerle ifade edebiliriz. Dünyanın pek çok ülkesinde Nuh’un Gemisini bulmak için kurulmuş dinsel veya bilimsel kökenli yüzlerce dernek ve kulüp bulunuyor ve hepsi de bir gün Ararat’a, insanlık tarihinin en önemli dağını ziyaret edecekleri günü hayal ediyor.

Umarım 2000 yılında Büyük Ağrı dağı sekiz yıllık yalnızlığından kurtulur ve dünyanın dört bir tarafından gelecek dağcıları ve araştırmacıları eski günlerdeki gibi yine konuk eder.

2000 yılının (yeni bin yılın yada yirmi birinci yüzyılın diyemiyorum, çünkü bunun için bir yıl daha sabretmemiz gerekiyor) herkese hayal kurma ve hayallerini gerçekleşirme fırsatı vermesini diliyorum.

Neyi yapabiliyorsan yada yapabileceğini hayal ediyorsan – başla,

Cesarette, akıl, güç ve büyü de vardır.

Goethe

Dünyanın En Yüksek Dağı

Dünyanın En Yüksek Dağı – 10203 Metre

848 metre yüksekliğiyle Tibet’lilerin deyimiyle; Dünyanın Ana Tanrıçası Everest, 8611 metre ile hemen arkasından gelen Karakurum dağlarının efsanevi K2’si ve ardından 8598 metrelik Sıkkım’lıların koruyucu tanrısı Kangchenjunga dağları dünyamızın göğe en yakın noktalarını oluşturur.

Belirli bir seviyenin üzerindeki hemen hemen tüm dağcıların hayallerini süsleyen bu muhteşem kütleler, bütün ihtişamları ve ürkütücü görünümlerine rağmen, Pasifiğin ortasında yer alan küçük kız kardeşleri Mauna Kea ve Mauna Loa ile kıyaslandıklarında, adlarının önündeki bütün “en” sıfatlarını yitirirler.

Pasifik Okyanusunda, Avustralya ve Malinezya’nın doğusunda, kuzeyde Hawai’den başlayıp güneyde Yeni Zelanda’ya kadar uzanan Polinezya adaları bulunur. Milyonlarca yıl önce bilinmeyen kıtaların çarpışması sonucunda, okyanusun derinliklerinden yükselen bu adalar grubu, Hint-Avustralya ve Pasifik tektonik plakalarının çarpışma hattında yer alırlar.

2100 yıl önce, Güney Pasifik denizinde uzun mesafeler göç eden Polinezyalıların bir kısmı, İ.S. 1. yüzyılda Orta Pasifik adalarından kuzeye, Hawai adalarına doğru yelkenlerini doldurur. Daha önce gördükleri herşeyden daha büyük ve etkileyici olan Hawai adalarının aktif volkanik dağları ve kraterleri Polinezyalıları büyüler. Kısa sürede bu dağlar, adalara yerleşen Polinezya yerlilerinin efsanelerinde, Tanrıların Evi olarak yerini alır.

Mauna Kea; deniz seviyesinden yüksekliği 4205 metre olan bu dağın, okyanus tabanından ölçüldüğünde yüksekliği tam 10203 metre olur. 8848 metrelik Everest’e bile 1350 metre tepeden bakabilecek olan bu dev kütle tabanı ile zirvesi arası ölçüldüğünde yerküremizin en yüksek dağı olarak karşımıza çıkar.

Dağcılığa gönül vermiş ve 8848 metrede incecik havayı solumuş bir dağcı olarak, Mauna Kea ve Mauna Loa dağlarının neredeyse 6000 metresinin sular altında olmasından ne kadar memnun olduğumu anlatamam. 8848 metre bile insan metabolizmasının dayanıklılığının hemen hemen sınırlarında yer alırken, hiç bir zaman doğru olmamakla birlikte, eskilerin bazı yüksek dağlar için dediği gibi; “Bu dağın zirvesine insan ayağı hiç bir zaman değmeyecek” sözü, insanoğlunun bütün tutkuları, hırsları ve inadına rağmen, Pasifiğin bu güzel volkanik dağları için tartışılmaz bir gerçek olabilirdi. Ve dağcılık tarihinin en acıklı öyküleri, 10000 metreden yüksek bu dev kütlelerin eteklerinde yazılırdı…

Şeylerden Korkmak mı, yoksa Korkmaktan Korkmak mı? – Deniz Çobanı

Korku; çoğumuzu fazlasıyla tedirgin eden, huzursuz eden, strese sokan bir duygu. Aslında kimse korkmadığını iddia edemez, çünkü korku, duyguları olan varlıklara has bir duygudur. Hepimiz zaman zaman korku duyarız.

Çok değişik hatta absürd, komik sebeplerden bile olabilir bu durum. Kimimiz köpekten, fareden korkarız, kimimiz süratten, yüksekten.Kimimiz amirinden korkar, kimimiz ise tehlikeli diye adlandırdığı şeylerden. Sonuçta herbirimiz bu duyguyu öyle yada böyle belirli durumlarda yaşarız. Aramızdaki farkı ise, bu duygunun da diğer duygular gibi kontrol edilebilir olduğunun bilincinde olmamız ortaya çıkarır.

Bazıları – çoğu, korkar da, korkusunu gidermek için yada korktuğu başına geldiğinde altından kalkmak için önceden hiç bir şey yapmaz. Sadece korkar, gerçekleşmesinden korkar, başına gelmesinden korkar, korktuğu başına gelmesin diye dualar eder de, bu iş başıma gelirse ne yapmalıyım diye önceden düşünmez, hesabını, planını yapmaz.

İnsan aslında bilmediğinden korkar. Bilgi korkuyu bir anda azaltır, çünkü bilgi güçtür. Korktuğu şeyin sebeplerini, koşullarını, gerekçelerini bilen biri, kendi aklında korktuğu şeyin açıklamasını yaparsa, korkusu azalır. Çünkü artık korktuğu şey bir gizem olmaktan çıkar, sakınılması gereken bir tehdit olur. Bu tehditin de belirli önkoşulları ve unsurları vardır. O zaman bu önkoşulların yaratılmasını önlemek ve unsurlarını önceden ortadan kaldırmak, bizi bir ölçüde korkularımızla karşılaşmaktan koruyabilir.

Önlemler, son çözümlemede bizi 100% koruyamasa bile, — çünkü insanoğlu, çevresini ancak belirli bir ölçekte kontrol edebilir ve değiştirebilir, — korktuğumuz başımıza geldiğinde uğrayacağımız zararı azaltır. Ki bize korku veren, ancak kontrolümüz dahilinde olmayan unsurlara karşı yapabileceklerimiz, önlemlerle sınırlıdır. Yine de bu önlemleri hiç küçümsemeyin, akıllı bir insan değişken koşulları öngörebilir ve kendini ona göre hazırlayabilir. Sonuçta da, korktuğuyla karşılaştığında normalden daha az zarar görür.

Korku ve stresin iki uç noktası vardır. Biri mutlaka sakınılması gereken “panik hali”, diğeri de, bu uyaranların olumlu bir motivasyon aracı haline getirilmesi sonucunda kazanılan kontrol ve dikkat.

Çok zor bir parkuru aşmaya çalışan dağcı ne kadar iyi olursa olsun korkar ve strese girer ama asla kontolünü yitirmez ve paniğe kapılmaz. Belli bir ölçüye kadar korku ve stres mutlaka olmalıdır. Yaptığı tırmanışın ciddiyetini ve risklerini küçümsemeyen, ama aynı zamanda da abartmayan dağcı en doğru seçimleri yapar. Korkusunu ve stresini öyle kullanır ki, dikkatini 3-4 katına çıkarır. Her tuttuğu kayayı, her bastığı yeri mutlaka kontrol eder. Çevresini, düşebilecek taş veya çığlara karşı sürekli gözlemler ve herhangi bir aksilik olursa ne yapacağı konusunda mutlaka bir planı olur. Ani bir tehlike ortaya çıktığında da, stres altında, korkarak ama kontrollü ve soğukkanlı bir şekilde yapması gerekenleri yapar.

Burada farkı yaratan yaklaşımdır. Riskleri bilmek, önlemini alıp hazırlıklı olmak, acil durumlar için eylem planı yapmak ve gerektiğinde bu planı uygulayabilecek psikolojik sağlamlığa sahip olmak. Korktuğumuzla yüzleşmekten değil de, ona hazırlıksız yakalanmaktan korkalım.

KAHRAMANLAR KORKULARINI EN İYİ GİZLEYENLERDİR.

DENİZ ÇOBANI

Okyanuslarımızda, balinalarımızı, foklarımızı, dugonglarımızı, albatroslarımızı, deniz fillerimizi, deniz kaplumbağalarımızı, yunuslarımızı, kısacası aslında çocuklarımızdan ödünç aldığımız paha biçilmez deniz canlılarımızı ve ekosistemimizi, bilinçsizce, hesapsızca, vahşice yapılan kıyımlardan korumak amacıyla, gece gündüz mücadele eden bir çoban dolaşıyor.

Sea Shepherd Conservation Society, kar amacı gütmeyen, herhangi bir hükümete bağlı olmayan ve deniz yaşamını korumak için kabul edilmiş anlaşmaların, uluslararası kanunların ve kuralların ihlal edildiği durumları araştıran ve belgeleyen bir sivil toplum örgütü. Aynı zamanda, imzalandığı halde, yetki sorunlarından veya politik kaygılardan dolayı takibi yapılmayan uluslararası anlaşmaların maddelerinin yerine getirilmesi konusunda zorlayıcı önlemler almaya çalışan, kendi deyimiyle “doğrudan doğruya hareket” modeli ile müdahale eden kurum, Greenpeace çevre örgütünün de kurucularından olan ancak sonradan ayrılan Kaptan Paul Watson tarafından, daha etkin müdahale edebilmek amacıyla 1977 yılında kurulmuş.

Gönüllülerden oluşan ekipleriyle Sea Shepherd gemileri, kameralar ve fotoğraf makinalarıyla, deniz ekosistemine zarar veren bütün kaçak avcıları belgeliyor. İlgili kanun maddeleri ile, hükümetlere hukuki takibin yapılması konusunda baskı yapıyor ve medya kanalıyla da konuyu kamuoyunun bilgisine sunuyor. Açık denizde ise kurallar daha sert; bürokratik olmayan organizasyonu ve doğrudan doğruya hareket ilkesiyle Sea Shepherd, Uluslararası Balina Avcılığı Komisyonunun yasakladığı sularda avlanan Balina gemilerini ve tüm okyanuslarda kullanımı yasak olan Akıntı Ağlarıyla avlanan gemileri saptayıp batırıyor.

Denizlerimizin, dünyamızın, çocuklarımızın geleceği için savaşan, bütün deniz canlılarının, kendi deyimleriyle okyanus vatandaşlarının hakkını arayan bu idealist, korkusuz deniz çobanını daha yakından tanımak için; http://www.Seashepherd.org adresine bakabilirsiniz.

Ölçek – Yalnız Gezegen

ÖLÇEK

Dünyamız, çapı yaklaşık 12.756 ve çevresi yaklaşık 40.000 kilometre olan bir gezegen. Devasa boyutlarıyla, eski çağlarda insanoğluna sonsuz olduğu ve evrenin merkezinde bulunduğu izlenimini vermiş. Ta ki Kopernik, bunun böyle olmadığını ispatlayıncaya dek…

İnsanoğlu çağlar boyu yaşadığı gezegeni tanımaya, anlamaya, öğrenmeye çalışmış. Kaşifler yollara düşmüş, denizlere açılmış, hep bu mavi gezegeni ve onun gizli hazinelerini daha iyi tanıyabilmek, daha iyi değerlendirebilmek için. 1519 yılının Ağustos ayında, Güney İspanya’dan, Magellan’ın komutasında 5 gemiden ve 237 denizciden oluşan filo, bilinmeze doğru yelkenlerini doldurur. Üç yıl sonra, müthiş zorlukların ardından dünyanın çevresindeki ilk turu tamamlayıp, tekrar İspanya kıyılarına dönen filodan geriye yalnızca 1 gemi ve 18 denizci kalmıştı. Jules Verne’nin ünlü romanında, aşırı titiz centilmen Phileas Fogg ve yardımcısı Passepartout’nun dünyanın çevresini dolaşmak için tam 80 güne ihtiyaçları vardı. Bugün ise bir jet uçağı ses hızının üzerine çıkıp bütün dünyanın çevresini bir günden kısa sürede dönebilir. Teknoloji fiziksel olarak değilse bile pratik olarak dünyamızı küçültüyor.

Şimdi bir adım geriye gidelim;

Hepinizin bildiği gibi güneş sistemimiz, bize can veren sevgili güneşimiz ve onun etrafında dönen dokuz gezegenden oluşuyor. Güneş ve ona en uzak gezegen olan Pluto’nun yörüngesindeki en uzak köşesine olan uzaklık tam 4.6 milyar mil. Güneş ışınlarının dünyamıza ulaşması 8 dakika sürerken, Pluto’ya ulaşması neredeyse 7 saat sürüyor. Işık hızı boyutlarında bile çok uzak bir mesafe.

Bir adım daha geriye gidiyoruz;

Başından sonuna milyarlarca mil olan güneş sistemimizin, içinde bulunduğu Samanyolu galaksisinin merkezi etrafındaki bir tam turunu tamamlaması tam 225 milyon yıl sürüyor. Büyük güneş sistemimiz dev Samanyolu galaksisinde küçülüverdi birden.

20. yüzyılın başlarına dek bizim güneş sistemimizin ait olduğu Samanyolu galaksisi bütün evren olarak değerlendiriliyordu. Oysa bugün biliyoruz ki, bizim galaksimiz evrende bulunan en az yüz milyar galaksiden yalnızca biri. Dev Samanyolumuz evren ölçeğinde nokta kadar kalıverdi.

Rahatlıkla anlaşılacağı gibi, büyük, küçük, uzak, yakın ve benzerleri aslında son derece göreceli kavramlar ve tamamen bizim baktığımız noktayla ilgili. Ara sıra dünyaya baktığımız yeri değiştirmek, ileri ve geri adımlar atmak, daha geniş bir vizyona sahip olmamız ve normalde kaçırdığımız pek çok detayı görebilmemiz açısından son derece önemli. Kimbilir belki de yaşam bizim fark ettiğimizden çok daha farklı sırlara sahip.

“Umut belki de gelecek sayfadadır.

Kapatma kitabı.

–Kitabın bütün sayfalarını çevirdim, ona rastlamadım.

Belki de kitaptır umut.”

Jobes (80)

YALNIZ GEZEGEN

1973 yılında Maureen ve Tony Wheeler adlı iki gezgin, İngiltere’den Avustralya’ya her türlü ulaşım aracını kullanarak bir yolculuk yapar. Herkes bu yolculuğu nasıl yaptıklarını sorar, ne yediklerini, ne gördüklerini, nelerle karşılaştıklarını, detaylarını öğrenmek ister. Bunun üzerine, mütevazı imkanlarıyla “Across Asia on the Cheap” adlı bir kitap çıkarırlar. Onsekiz ay sonra, Singapur’un arka sokaklarında bir otelde, ikinci rehber kitapları, “South-East Asia on a Shoestring’i” hazırlarlar. Bu kitap, dünyanın dört bir tarafındaki gezginlerin o kadar ilgisini çeker ki, bugüne dek dokuz baskı yapar ve yarım milyon adet satar. Lonely Planet her geçen gün büyür ve bugün, 70 gezgin-yazarın hazırladığı 240’dan fazla kitaba sahiptir.

Lonely Planet, Rough Guide, Trailblazer, APA Insight Guide, Bradt, AA , Spectrum Guide, Fielding, Odyssey ve diğer rehber kitap hazırlayan yayınevleri binlerce kitaba varan arşivleriyle, ihtiyar dünyamızın hemen hemen her köşesini en ince detaylarına kadar tanıtmış durumdalar. Öyle ki, isterseniz önünüze bir harita alın ve elinizi rastgele bir yere koyun. Mutlaka ama mutlaka birileri oraya daha önceden gitmiş ve hakkında çok detaylı bir kitap hazırlamıştır. Elinizde bir rehber kitapla dünyanın her köşesine rahatlıkla ve güvenle gidebilirsiniz, çünkü bilmeniz gereken herşeyi o sayfalarda bulacaksınız…

Merhaba – Ultima Thule

YERYÜZÜ GÜNCESİ

Merhaba,

Bugün benim için oldukça heyecanlı bir başlangıca adım atıyorum; Köşe yazarlığı. Çocukluğumun mütevazı şiirlerini saymazsam, 1989 yılında Bilkent Üniversitesinde okurken, doğa sporları hakkındaki DOST dergisini çıkardığımdan ve 1992 yılında Khan Tengri tırmanışı sırasında tuttuğum, üç yıl sonra “Bir Dağcının Güncesi” adıyla basılacak olan günlüğümden bugüne dek hep yazıyla içiçe bir hayat sürdüm, sürmeye çalıştım.

Kelimelerle kendimi çok daha rahat ifade edebildiğimi farkettiğim andan itibaren, yazmak en az tırmanmak kadar doğal bir eylem oldu benim için. Nasıl tırmandıkça, gezdikçe, okudukça öğreniyorsam, aynı şekilde yazarken de öğrenebildiğimi gördüm, ki “öğrenmek”, benim en büyük mutluluklarımdan biridir.

Henüz yirmi yaşındayken, doğa sporlarına kendi fiziksel ve ruhsal sınırlarını zorlamak için başlayan atılgan, hızlı, mücadeleci bir gençken, zamanla, aslında yaşadığım herşeyin bir öğrenme süreci olduğunu fark ettim. Doğa sporları fiziksel bir mücadele olmaktan çıkıp, kendimi ve dünyayı tanıdığım bir okul, doğanın her bir köşesi de onun derslikleri oldu benim için. Ardından doğal olarak paylaşma isteği kendini gösterdi, ve bunun en iyi araçları da, tabii ki yazı ve fotoğraf oldu. İşletme okuduğum halde, hayatımı dağcılığın yanısıra, profesyonel yazar ve fotoğrafçı olarak kazanmaya başladım. Belki sadece ilginç bir tesadüf ama, basından kazandığım ilk parayı, 1994 yılında Hürriyet gazetesine verdiğim “Kar Leoparının Öyküsü” adlı beş günlük yazı dizisinden aldım. Beş yıl sonra yine aynı gazetede yazarlığa başlamak, en basit ifadeyle, benim için heyecan verici.

Eğitim anlamında basının büyük bir güç olduğunu düşünüyorum. Geniş kitlelerin doğru bilgilendirilmesi, bilinçlendirilmesi ve toplumun daha sağlıklı olabilmesi için doğru yönlendiren bir basının, geleceğin Türkiye’si için çok önemli olduğuna inanıyorum. Hayatımda yeni bir sayfa olacak köşe yazarlığını bu düşünce ile değerlendirdim.

Bundan sonra her hafta bize ait olacak bu köşede, sizlerle paylaşmaya çalışacağım konularda görüşleriniz, önerileriniz ve isteklerinizden beni mahrum etmemenizi diliyorum.

ULTIMA THULE

Ultima Thule sözü eminim pek çoğumuzun daha önce duymadığı bir kelime. Benim içinse uzun zamandır önemli bir anlamı ve hayatımda yeri olan sembolik bir kavram.

İ. Ö. 330 yılında Yunanlı kaşif Pytheas, Akdenizden başlayıp kuzeye doğru yelken bastığı yolculuğu sırasında, kuzeyde bir yerlerde Thule adı verilen gizemli bir takımadalar grubunun varlığından bahsedildiğini duyar. Thule, insanoğlunun geniş hayal gücüne dayanılmaz çekici gelir ve ulaşılması zor bir hedef olur. Arktik kaşifler gittikçe daha kuzeye ulaşır ve Thule her seferinde daha da uzaklaşır. Sonunda şiirlerde dile geldiği gibi, “Ultima Thule”, “en kuzeydeki topraklar” adıyla bir efsane haline dönüşür.

Ünlü İnuit Shamanı Qillag da keşfedilmemişe susamıştır. Qillag’ın liderliğinde, kabilesi Lancaster Sound bölgesinden kuzeybatı Grönland’a göç eder. Dünyanın en kuzeyindeki yerleşik yaşamın kurulduğu bu yere Thule adı verilir. Quillag’ın 1858 yılında söylediği “Yeni yerler tanıma isteğini, yeni topraklar görme isteğini biliyormusun?” sorusu, pek çok gezginin, kaşifin çok iyi tanıdığı bir söylemdir. İnsanoğlunu güvenli çevresinde, sakin sakin yaşamak varken, dünyanın en zorlu maceralarına sürükleyen motif, bu basit sorunun cevabında gizlidir.

Günümüzde artık kutup kaşifleri, coğrafi kutbu da, manyetik kutbu da çoktan keşfetmiş ve her yönüyle bize tanıtmış durumdalar. Gezginler, maceracılar, kaşifler dünyanın en uzak coğrafyalarına gitmiş, en zor dağlarına tırmanmış, en gizemli köşelerine ulaşmışlar. Geriye keşfedilecek çok az şey kalmış dünyamızda. Oysa asıl keşif daha yeni başlıyor; Yeni insan artık kendi içindeki Ultima Thule’yi, kendi sınırlarını keşfetmek istiyor…

Kaşifler, yüksek irtifa dağcıları, ekstrem sporcular, bilim adamları, araştırmacılar, sanatçılar, filozoflar, gezginler ve diğer üretken grupları temsil eden insanları hep bu grupta değerlendirebiliriz. Kendi yetenekleri ve uzmanlıkları doğrultusunda yaptıkları eylemler hem fiziksel dünyanın perdelerini aralar hem de kişinin iç dünyasının gizemlerini açar. Kişi hem yaşadığı dünyayı hem de kendi iç dünyasını tanır.

“Dünyaya öğretecek yani bir şeyim yok;

Gerçek ve şiddet karşılığı tepeler kadar eskidir.”

Gandhi (Otobiyografi)

Kaçak Avcılar ve Yok ettiğimiz Doğa – Dördüncü Dünyanın İnsanları

Afrika deyince çoğumuzun aklına İsak Dinesen’in ünlü “Out of Africa”sındaki Ngong dağları, Hemingway’in yeşil tepeleri ya da Burton’un Nil’i gelir. Son yirmi – yirmi beş yılda iç savaşların, kokuşmuş idari sistemlerin ve kaçak avcıların yüzünden bu otantik görüntü ne yazık ki artık gittikçe yok olmaya yüz tutmuş durumda. Hayalimizdeki eski Afrika, bugün sadece parklarda yaşamaya çalışıyor. Orada bile kaçak avcılık yüzünden ciddi bir tehdit altında.

25 yıl önce Orta, Güney ve Doğu Afrika’da nüfusu 65.000’i bulan orta çağ şövalyelerini andıran Siyah Gergedanların % 90’ı bugün yaşamıyor. Sudan, Uganda ve Chad’da hemen hemen soyları tükenme sınırlarına gelmiş durumda. Muazzam cüsseleriyle Filler artık Somali steplerinde eskisi gibi dolaşmıyor.

1970 yılında İdi Amin’in diktası Uganda’nın ekonomisini, turizmini ve vahşi hayatını yok etti. O dönemde kaçak avlananlar, otomatik silahlara sahip ordunun kendisi ve hükümet görevlileriydi.

1990 öncesinde Zambia’nın doğal parklarında 4000 Siyah Gergedan ve 100.000 Fil kaçak avcılar tarafından öldürüldü. Kendi ülkelerinde öldürülecek hayvan kalmayınca, Zambezi nehrini geçen kaçak avcılar Zimbabwe’nin vahşi doğasını katletmeye başladılar.

Afrikada kaçak avcılarla korucular arasında gerçek bir savaş sürüyor. Her yıl onlarca insan bu çatışmalarda hayatını kaybediyor. Bugün, kaçak avcıları gördüğü yerde vurma yetkisine sahip özel eğitimli ve donanımlı korucular sayesinde nesli tükenme tehlikesiyle karşı karşıya kalan bu değerli hayvanlar bir ölçüde koruma altına alınmış durumda.

Aslında bütün bu risklere rağmen neden kaçak avcılığın tam anlamıyla önlenemediğini anlamak zor değil. Afrika gibi fakir bir bölgede yaşayan halk için fildişi ve gergedan boynuzu ticareti, tabii yakalanmazlarsa, inanılmaz bir gelir kaynağı olabiliyor. Bugün dünyada fildişi ticareti hemen hemen tamamen yasaklamış durumda. Yine de son yıllara dek bazı Uzak Doğu ve Arap ülkelerinde meraklılar, bu ürünlere inanılmaz rakamlar ödeyebiliyorlardı. Öyle ki, bir Gergedan boynuzu el altından 30.000 dolara kadar alıcı bulabiliyormuş.

Bu eski kıta için herşeyin kabus gibi gittiği bir dönemde, Louis Leakey’in torunu Richard Leakey, Kenya Wildlife Service’in başına geçerek, Devlet başkanı Moi’yi Fil dişi ticaretini önlemek için güçlü bir hamle yapmaya ikna eder. 1989 yılında kaçak yollardan toplanan bütün fildişlerini kamuoyunun gözü önünde yaktırır. Toplam değeri 3 milyon doları bulan söz konusu fildişlerinin satılıp iyi amaçlarla kullanılması konusunda eleştirilirler ancak bu hareket, yıllık turizm getirisi 400 milyon dolar olan Kenya’nın kaçak avcılık karşısındaki kararlılığını göstermesi bakımından etkileyicidir.

Kısıtlı kaynakların düşüncesizce tüketilmesi konusu aslında başka pek çok alanda da dünyamızın önemli bir sorunu. Okyanuslarımızın dev balinalarından, sevimli yunuslarından tutun da, bir dönem kadınların pek meraklı olduğu kürkleri için katledilen vahşi hayvanlara, ve sorumsuzca ormanlarımızın kesilmesine dek, ihtiyar dünyamızın sınırlı olanaklarını ne yazık ki, tekrar yerine koyabileceğinden daha hızlı tüketiyoruz. Bu hızla giderse, dünyamızın bu paha biçilmez hazinelerini gelecekte yalnızca müzelerde izleyebileceğiz.

Bu konuda sıradan bir insan olarak hepimizin yapabileceği bir takım şeyler var. Herhangi bir ürüne talep ortadan kalkarsa, buna bağlı olarak arz da ortadan kalkacaktır. Bunun en iyi örneği, kadınların artık kürkü tercih etmemeleri. Bilinçli anti – kampanyalar sayesinde bugün neredeyse kürk giyen kadın kalmadı. Çünkü toplum içinde artık kürk giyenlere olumlu gözle bakılmıyor.

Daha iyi bir gelecek için bizler, seçimlerimizle, hayat tarzımızla ve tabii ki üretkenliğimizle başkalarına örnek olmalıyız.

DÖRDÜNCÜ DÜNYANIN İNSANLARI

Bugün dünya nüfusuna baktığımızda, % 4’ünü “Yerli” diye niteleyebileceğimiz, dillerine, kültürel ve coğrafi kökenlerine bağlı olarak, aşağı yukarı 70 ülkede yaşamını sürdüren 5000 farklı grupta toplayabileceğimiz bir insan topluluğu karşımıza çıkıyor.

Sözkonusu “Yerli”lerin ataları, genellikle bugün yaşadıkları topraklara ilk yerleşenler olmuşlar. Hayat tarzları zaman içinde çok büyük değişikliklere uğramadan bugünlere dek gelmiş. İnuit, Saami, Kayapo, Maori, Hmong ve diğer pek çok “Yerli” kavimin kedilerine verdikleri ad, kendi lisanlarında “İnsanlar” anlamına geliyor. Yaşadıkları topraklar da “Bizim ülkemiz”.

Dördüncü Dünya kavramı, bir ülkenin en eski yerlilerinin oluşturduğu, tamamen yada büyük ölçüde kapalı bir bölgede, kendi imkanlarıyla yaşamını sürdüren insanlar topluluğuna verilen bir tanımlama. Bu insanların içinde bulundukları ülkeye etkileri de hemen hemen hiç yok.

Dördüncü Dünya insanını diğerleriden ayıran pek çok özellik var. Bunların içinde en önemlilerinden biri de, onların dünyayı algılayış biçimleri. Gelişmiş ülkelerin oluşturduğu Birinci Dünya ülkeleri, sosyalist blokun oluşturduğu İkinci Dünya ülkeleri ve gelişmekte olan ülkelerin oluşturduğu Üçüncü Dünya ülkelerinin dünya ile ilişkilerindeki en belirgin özellik, her üç grubun da, toprağın insana ait olduğunu düşünmesi. Oysa Dördüncü dünyanın insanları, kendilerini toprağa ait olarak görürler.

Onlar için “Dünya Ana”, yaşamın kaynağıdır. Yaratıcının, insanı besleyen, koruyan, öğreten paha biçilmez bir hediyesidir. “Dünya Ana”, “Yerlileri”, ataları vasıtasıyla geçmişe, her türlü ihtiyaçlarını karşılayarak bugüne ve çocukları ve torunlarına kalacağı vasiyeti ile de geleceğe bağlar.

Bu yaklaşımla “Yerliler”, dünyaya ait olma duygusuna sahipler. Hayvanlar, toprak, dağlar, nehirler, bitkiler, böcekler, gökyüzü ve insanlar, hepsi birbiriyle ayrılmaz bir bağ ve ilişki içinde. Onlara göre her şey bütünün bir parçasıdır. Toprak, hava – gökyüzü ve su gibi o kadar onların içindeki, ona sahip olmayı, alınıp satılabileceğini düşünemiyorlar bile. Şehir hayatına adapte olmuş diğer insanların zamanla yitirmeye başladığı bu görüş, ilkel! “Yerlilerin” yaşamlarının odak noktasını oluşturuyor.

Medeniyetin bize getirdiklerinin yanında bizden götürdüklerini, bizi nasıl gerçek doğamızdan uzaklaştırdığını düşününce, ilkel! insanın içhuzuruna gıpta etmemek elde değil. Keşke medeniyeti doğallıktan kopmadan, doğallığı da medeniyetin getirdiği kolaylıklarla birlikte yaşayabilsek. Yine de, hiç bir şey için geç kalmış sayılmayız, yaşam, hala önümüzde bizim onu nasıl şekillendireceğimizi bekliyor…

Ne zaman su içmek için bir pınara eğilsem, o canlı suyun da benim gibi susamış olduğunu görürüm, ve ben onu içerken o da beni içer.

HALİL CİBRAN (ERMİŞ)

Neden Doğa Sporları

İnsanoğlu, varolduğundan bu yana doğayla, dağlarla içiçe olmuş. Avcılık, hayvancılık, beslenme, barınma gibi temel ihtiyaçlarını hep doğadan karşılamış. Mitolojilerde, efsanelerde yüce dağlar, etkileyici ve doğal yapılar en güçlü tanrıların mekanı olmuş. Büyük dinlerde dağlar hep önemli bir yer tutmuş.

Şehirleşmenin ve betonlaşmanın artmasıyla kaçınılmaz olarak doğadan uzaklaşmaya başlayan insan, ona geri dönmek farklı yöntemler geliştirmiş. Doğaya olan içgüdüsel tutku, zamanla bazıları için sportif bir içerik kazanmış. Dağcılık, mağaracılık, rafting, yamaç paraşütü, kanyonculuk, aletli dalış, yürüyüş ve benzeri sporlar hem insanı doğaya çekip ona aslında özünde olan ama zamanla unuttuğu ama için için özlediği ilişkiyi yaşatmış, hem de kişiye kendi ruhsal ve fiziksel yeteneklerini göstermiş. Hala da bu duyguları yeni gelenlere yaşatıyor ve gösteriyor.

ÖZGÜVEN VE BAŞARI

Doğa sporlarındaki risk ve tehlike, kişiye özgüven ve başarı duygusunu yaşattığı gibi, dostluk, paylaşım, ekip çalışması ve takım ruhu kavramları da, kişisel yetenekleri geliştirir. Bu yüzden doğa sporlarını yalnızca bir vücut sporu olarak ele almak yanlış olur. Doğa öylesine sonsuz bir kaynaktır ki, onda herkes kendini çeken bir şeyler bulabilir. İnsanın doğayla sportif bir ilişkisi olmasa bile, içgüdüsel olarak, doğa yalnızca görsel ve duyumsal olarak da onu tatmin etmeye yetecektir. Gören gözler ve tadabilen ruhlar için doğa en büyük öğretmendir.

Doğa sporlarının özü gereği içerdiği risk ve tehlike faktörleri, kişinin her zaman ve her koşulda hazır olmasını gerektirir. Bu yüzden iyi bir doğa sporcusu kararlı, disiplinli, özgüvenli, gözlem yeteneği olan, analiz yapabilen, insiyatif kullanabilen, kısacası her koşulda kendine yetebilir biri olmak zorundadır. Kendi gibi güçlü karakterli ekip arkadaşları ile birlikte daha da güçlenir ve çok daha zorlu mücadelelerin altından kalkabilir.

İlk bakışta insanla doğa arasında gibi görünen bu ruhsal ve fiziksel mücadele aslında insanın kendi içindedir. Doğa yalnızca bir seyircidir, oğullarının kendilerini aşmak için giriştikleri bu onurlu mücadeleyi gözleri gurula parlayarak seyreden doğa, bu büyük savaşında oğlunun yanındadır. Onun tüm ihtiyaçlarını karşılar, güneşiyle, yıldızlarıyla, yağmuruyla, rüzgarıyla oğlunun yanında olduğunu fısıldar. Kazanan ya da kaybedenin olmadığı bu savaştan insanoğlu, kendisiyle ve dostlarıyla omuz omuza çıkar. Doğada yapılan her etkinlikten sonra insan, yeni tecrübeler ve daha geniş bir bakış açısıyla geri döner, doğayı, insanları ve kendisini dah aiyi tanır.

İÇTEN GELEN BİLİŞ

Doğanın bu huzurlu ve dingin ortamında doğa sporcuları diğer insanlardan daha fazla kendileriyle başbaşa kalırlar ve kendilerini daha iyi tanırlar. Bu yüzdendir ki, doğa sporcularının çoğu tasavvufa ve zen budizmine; temelinde kişinin gerçeği kendisinde araması olan düşünce sistemlerine ilgi duyar. Bu yaşama sanatlarında belirli bir kuram ve öğreti yoktur, yalnızca içten gelen bir biliş vardır. Başından beri insandan hiçbir şey saklanmamıştır. Kendisidir kişinin gerçeğe gözlerini kapayan ve yine kendisidir sonunda açabilen. Özgürlüğüne düşkün doğa sporcusu, doğanın huzurlu ortamındaki iç hesaplaşmaları sonucunda aradığının kendisinde olduğunu anlar.

Doğa sporları aslında doğayla uyum içinde yaşamayı öğrenmiş gezgin ruhlu insanların daha iyiyi ve mükemmeli arayışlarının bir dışa vurumudur. Günler hatta haftalar süren zorlu bir uğraşıdan sonra zirveye ulaşmak, bir kanyonu aşmak ya da bir mağaranın sonunu bulmak elbette ki yoğun bir duygudur ve insanın kendine olan güvenini ve saygısını arttırır. Ama sıradan sporcular gibi bunu bir yarış ve üstünlük meselesi haline getirmek bu duygu yoğunlaşmasının değerini azaltır, saygınlığını yitirtir. Sıradan bir dağcı, zirveye ulaştığında bunu o dağı fethetmek, yenmek olarak yorumlar ve kendisine daha zorlu bir dağ, bir rakip arayışına girer. Gezgin ruhlu gerçek bir sporcu ise bunu o dağla olan dostluğunun sarsılmaz bir biçimde pekişmesi olarak görür ve yeni ve iyi dostlar edinmek için yükseklikleri arar.

Doğa sporları da sanat gibi, edebiyat gibi, kişinin kendisini tanımasına yardım eden bir okuldur. Bir heykeltraş için bir taşı ya da ağacı yontarak kendisinden bir şeyler yaratması neyse, gerçek bir doğa sporcusu için de dağlara tırmanmak, kanyonları aşmak, tepelerden uçmak aynı şeydir. Nasıl bir heykeltraş sanatçı ruhundaki fırtınaları elleriyle dindirirse, bir doğa sporcusu da serüvenci ruhundaki tehlikeye susamışlığı ve merak duygusunu dağlara tırmanarak, mağaralara girerek, kanyonları aşarak doyurur. İkisi de farklı yeteneklerle donatılmış gelişmiş ruhların gerçeği arayışlarındaki kendilerine has yaratıcılıklarının ürünleridir.

Doğanın ve varoluşun özünü kavrayamamış insanlar için doğa, altedilip başında zafer çığlıkları atılacak bir rakiptir, gerçek bir doğa sporcusu için ise, arayışın cevabına giden yoldur.

Engeller, zihninizi hedefinizden saptırdığınızda karşınıza çıkar.

Peter Blake…

İran’ın En Yüksek Dağı – Demavend – 5671 m.

Demavend dağı, İran’da kuzeybatı-kuzeydoğu hattı üzerinde, Hazar Denizi ve İran Çöllerini birbirinden ayıran “Alborz” dağlarında yer alıyor. O da, bizim sevgili Ağrı dağımız gibi dördüncü jeolojik zamandaki volkanik aktiviteler sonucunda oluşmuş. Bazı kaynaklara göre, 5671 metre yüksekliğindeki bu dağın ilk tırmanışı 1837 yılında W. T. Thomson tarafından gerçekleştirilmiş. Eski dönemlerde tırmanışı dinsel ve mitolojik sebeplerden dolayı teşvik edilmeyen dağa, 1940’lı yıllardan itibaren de sayısız İranlı dağcı tırmanmış.

1989 yılında düzenlenen Türkiye Dağcılık Federasyonu faaliyetinde de, 10 dağcımız bu dağın ilk Türk tırmanışını yapmış. Bu tarihten sonra da Demavend, çeşitli zamanlarda Türk dağcılarının sıklıkla ziyaret ettiği dağlardan biri olmuş.

Gerçekten de, Ağrı (5137m.), Elbruz (5642m.) ve Demavend (5671m.) dağları, yüksek irtifa dağcılığına başlamak ve kış dağcılığı tecrübelerini arttırmak isteyen dağcılar için son derece uygun koşullara sahip. Belirli bir seviyenin üzerine çıkmak isteyen, hemen hemen her Türk dağcısının bir dönem geçtiği bu dağlar, coğrafi yakınlıkları ve ekonomik koşulları nedeniyle de Türk dağcılığı için biçilmiş kaftan gibi. Son yıllarda Üniversite kulüpleri bile rahatlıkla bu dağlara tırmanış düzenleyebiliyorlar.

21 Ocak 2000 tarihinde Türkiye’den beş dağcı yola çıkarak iki buçuk saatlik bir uçuşun ardından Tahran’ın Mehrabad havaalanına indik. Havaalanında bizi, 1998 yılında ben 8516 metrelik Lhotse dağına tırmanırken İran’ın ilk Everest tırmanışını yapan ekibin lojistik sorumlusu Homayoun karşıladı. Oldukça iyi hazırladıkları organizasyon programı dahilinde bizi hemen diğer misafir dağcıların da kaldığı Sport Otele yerleştirdi.

Bu tırmanışta ağırlıklı olarak İranlı dağcılar bulunuyor. Ayrıca çoğunu daha önceki tırmanışlarımdan tanıdığım Amerikalı, İskoç, Kazak, Ukraynalı ve Singapurlu dağcılar da davet edilmiş. 5671 metrelik Demavend dağının üzerinde pek çok rota olmakla birlikte, bu seferki kış tırmanışında dört ana rota kullanılacak. Bu programa göre de bizim ekibimiz iki grup olarak “Güney” ve “Kuzey Doğu” rotalarına gidecek.

1994 Aralığında Türkiye Dağcılık Federasyonu tarafından yollanan 10 dağcıdan oluşan ekibimizden dokuzunun zirveye ulaştığı “Güney” rotasında yaptığımız tırmanış, Türkiye’nin en yüksek kış tırmanışı olmuştu. Bu rotayı yıllar önce tırmandığım için, Yılmaz Sevgül ve Tunç Fındık’la bu kez biraz daha zor olan “Kuzey Doğu” rotasını seçtik. Efecan ve Sinan da “Güney” rotasına girecekler.

İranda çok köklü bir dağcılık geleneği var. Öyle ki, insanların hafta sonu yürüyüş yaptıkları ve dağcıların büyük bir tırmanış öncesi aklimatizasyon (vücudun yüksek irtifaya uyumu) tırmanışlarını gerçekleştirdiği, Tahran’ın hemen yakınındaki 4000 metrelik dağlarda binlerce insana rastlamak mümkün. Bu rakamlar Türkiye için çok şaşırtıcı olmakla birlikte İranlıların bu spora verdikleri önemin de bir göstergesi. Dağcılık Federasyonunun, ülkedeki diğer Federasyonlarla ortak kullandığı büyük binanın içindeki konumu ve personelinin gösterdiği ciddiyet de doğrusu etkileyiciydi.

Son hazırlıklarımızı ve eksiklerimizi de tamamladıktan sonra 23’ü sabahı erkenden kalkıp Fedrasyon’da diğer dağcılarla buluştuk. Toplam sekiz otobüs dolusu dağcı birbirimize şans diledikten sonra Demavend dağının “Kuzey”, “Kuzey Doğu”, “Batı” ve “Güney” rotalarına doğru yola çıktık.

Bizim rotamızın başlangıç yeri olan 1700 metre yüksekliğindeki yol kenarındaki Gerveze köyünde otobüslerden inip, geceyi geçireceğimiz 2800 metredeki kamp yerimize doğru yürüyüşümüze başladık. İlk gecenin ardından ertesi sabah da 4300 metre yüksekliğindeki Takht-e Fereydun adı verilen son kamp yerimize geldik. Efsaneye göre burası kahraman Fereydun’un zorba Zohak’ı altedip Demavend dağının içine hapsettiği yer. Bu olay, 10. yüzyılda yaşayan ünlü Pers şairi Firdevsi’nin “Shah Nama” adlı eserinde çok hoş bir dille anlatılmış.

Türkiye’de fırsat bulamadığımız, burada da vakit olmadığı için bu tırmanışı aklimatizasyon tırmanışı yapmadan deneyeceğiz. Normalde asla tercih edilen bir durum olmamakla birlikte, 1996 yılında 5642 metrelik Elbruz dağına da aklimatize olmadan tırmanmıştım, dolayısıyla bunu yapabileceğimi biliyorum. Yılmaz da Tunç da son derece güçlü dağcılar olduğu için bu durumun biraz baş ağrısı dışında bize çok sorun yaratacağını pek düşünmüyoruz.

Zirve günü hazırlıkları için saat 02:30’da kalktık ve bir saat sonra gecenin karanlığında ve buz gibi bir rüzgarın altında zirve tırmanışına başladık. Daha tırmanışın başında koşulların bu kadar soğuk olması pek tercih edilen bir durum olmamakla birlikte, günün koşulları ne yazık ki bize başka şans bırakmadı. Oysa çok iyi hatta sıcak bir havada buraya kadar gelmiştik. Daha ilk bir kaç saatte, rüzgarın müthiş derecede soğuttuğu hava koşulları dayanılmaz hale ulaştı. Ne varsa üzerimize giydiğimiz halde, tırmanış boyunca bir türlü tam olarak ısınamadık. Hatta artık zirvenin altındaki 100 metrelik dik buzul bölüme geldiğimizde, yandan gelen rüzgar bizi yere devirecek kadar kuvvetli esmeye başladı.

Sonradan öğrendiğimize göre o gün saatte 90 kilometre hızla esiyormuş rüzgar. Bu süratle esen rüzgarın yarattığı “rüzgar soğutma faktörü” ve ortamın ısısı gözönüne alındığında, soğuğun üzerimizdeki etkisi “– 50 , – 60” dereceyi buluyordu. Dağcıların en çok korktuğu şeylerden biri ciddi bir kış tırmanışında veya yüksek irtifa tırmanışında çok şiddetli bir rüzgara yakalanmaktır. Çünkü bu şekilde muazzam derecede artan soğuk donma olaylarına davetiye çıkartıyor.

Saatler süren bir tırmanışın ardından 150 metre genişliğe ve 20 metre derinliğe sahip volkanik kraterin en üst noktasına ulaşıyoruz. Doğrusu ya hem aklimatize olmamamız hem de aşırı soğuk hepimizi iyi hırpalamış durumda. Fazla oyalanmadan, şiddetli rüzgar altında biraz çevreyi izleyip biraz da zirveyi işaret eden plaketlerin bulunduğu yere gidip fotoğraflarımızı çekip tekrar inişe geçiyoruz.

İlginçtir, bütün soğuğa rağmen kuru havadan dolayı zirvede buzul bulunmuyor. Bir de yer yer çıkan kükürt gazı ve çevredeki sarı renkli kayaçlar zaman zaman ortamın kokusunu çok ağırlaştırabiliyor. 1994 yılındaki çıkışımızda, “Güney” rotasında daha fazla bulunan kükürt gazı, ekipteki bazı dağcılara ciddi bir baş ağrısı yaşatmıştı.

Tekrar 4300 metredeki kamp yerimize döndüğümüzde doğrusu ciddi şekilde yorulduğumuzu fark ediyoruz. “Güney” rotası ekibimizin şansı bizim kadar iyi gitmemiş, şiddetli rüzgar yüzünden geri dönmek zorunda kalmışlar. Tahmin ettiğimiz gibi şiddetli rüzgar pek çok dağcının parmaklarında ve burnunda donmalara neden olmuş. Bir kaç tanesinin oldukça ciddi boyutta olduğu bu donmalardan, daha az olmakla birlikte biz de nasibimizi almışız. Yılmaz’ın ve benim burnumuz, Tuncun da ayak parmaklarının ucu biraz donmuş. Fazla ciddi olmamakla birlikte Tunç bir süre ilaç tedavisi ve pansuman geçirecek. Bizim burunlarımız da bir hafta – on günde toparladı.

Tahran’da bir gün daha gezdikten sonra İranlı dostlarımızla ve diğer dağcılarla vedalaşıp, bir gün, bir başka dağda tekrar karşılaşmak dileğiyle Türkiye’ye dönüyoruz.