Türk İnsanı Dünyaya Yelken Açıyor – Dünya Günü, Temiz Enerji ve Bisiklet

Bir şeyi ilk yapmak her zaman için son derece zordur. İlk olan, yaptığı şeyin bütün fiziksel, organizasyonel, lojistik veya kuramsal zorluğunun yanısıra, onun psikolojik zorluklarıyla da mücadele etmek zorundadır. İkinci kişinin işi birinciye göre, fiziksel anlamda değilse bile, psikolojik anlamda çok daha rahattır. Bilinmeyen insanı korkutur.

Oysa herhangi bir şey bir kez başkaları tarafından yapılmışsa, artık tekrar yapılabilir konumundadır. Bir de, grup olarak hareket etmek ve bir ekip olmanın getirdiği güvenlik duygusunu ve bilgi paylaşımını yaşamak var. Bu da yapılacak işin üzerindeki psikolojik baskıyı büyük ölçüde rahatlatan bir durumdur.

Türkiye’de artık pek çok sektörde insanlar tek başlarına göze alamayacakları şeyleri, organize gruplar halinde gerçekleştirmeye başladılar. Örneğin Fotoğrafevi, yıllardır düzenledikleri Midibüsle İstanbul – Katmandu, Ürdün, Suriye, Moğolistan ve benzeri seferleri sayesinde, onlarca Türk gezginine dünyayı karadan tanıma fırsatı verdiler. Pek çok kişi böyle bir yolculuğu hayal etmesine rağmen, hiç bilmediği bir lisanın konuşulduğu, hiç bilmediği bir coğrafyada, hiç bilmediği bir ülkede bilinmez bir maceraya atılma korkusu yüzünden bir türlü ilk adımı atamaz. Yıllarca ve yıllarca hayalini kurar da, bir türlü çantasını toplayıp yola çıkamaz. Biraz da bizim yetiştirilme tarzımızla alakalı olan bu durumu değiştirmemiz elbette ki çok kolay değil, ancak artık Türkiye’de de farklı sektörlerde bu bağlamda hizmet veren kurumlar var.

Bir diğer örnek de, Yelkenli Tekneyle Mısır’a, Yunan Adalarına ve Beyrut’a amatör denizcileri götüren Yüksel Yatçılık. Onlar da, yelken konusunda belirli bir tecrübesi olan ancak kendi tekneleriyle bir açık deniz yolculuğuna çıkmayı henüz denemek istemeyen denizcilere hem tecrübelerini arttırma fırsatı veriyorlar, hem de ekibin, teknenin personeli olduğu çok hoş bir deniz yolculuğu yaşatıyorlar. Bu yarı eğitim yolculuğu sırasında, hem seyir sırasında dikkat edilmesi gerekenleri, açık denizde vardiya sistemini, harita, pusula, GPS kullanımını, yabancı limanlardaki ve gümrüklerdeki işlemleri ve benzeri konuları hem teoride hem pratikte yaşıyorsunuz.

İstanbul’dan Katmandu’ya kendi motosikletimle gidip gelmiştim. Çünkü bunu yapabilecek bilgi birikimine ve tecrübeye sahiptim. Ancak yelken konusunda, Ege ve Akdeniz’de kendi yaptığımız seyirlerin yanısıra, Yüksel Yatçılığın yurt dışı gezilerine de katıldım. Çünkü bu konuda tecrübemi ve bilgimi arttırmaya ihtiyaç duyuyorum. İyi bilmediğim ama gerçekten de ciddi şekilde öğrenmek istediğim yelken konusunda da, organizasyonun, lojistiğin, risklerin, liderliğin bu konunun uzmanları tarafından organize edilmesi şu an için benim için çok daha uygun. İleride kendi teknemle yapmayı hayal ettiğim yolculuğu gerçekleştirebilmem için bugün tüm bu eğitimleri almam gerekiyor.

Benzer örnekleri başka sektörlerde de verebiliriz. Klasik Otomobil Kulübü, üylerinin kendi antika arabaları ile tek başlarına yapmayı kolay göze almayacakları yurt içi ve yurt dışı seyahatleri organize ediyor ve üyelerinin çok sevdikleri araçlarıyla benzersiz bir tecrübe yaşamalarını sağlıyor. Harley Davidson motoru kullananların da benzer bir organizasyonla grup halinde Yunanistan’a gitmeleri bir diğer örnek olarak verilebilir. Bu tür kurumlar sayesinde, insanlar tutkularını, hayallerini çok daha rahat ve güvenli bir şekilde ve çok daha az bilinmeyen stresine girerek gerçekleştirebiliyorlar.

Türkiye gibi nüfusu genç bir ülkenin, değişik konularda insanların ufkunu açacak, yeni vizyonlar kazandıracak kurumlara ihtiyacı var. Gençlerimizin üretkenliğini arttıracak, daha güçlü bireyler olmalarını sağlayacak bu tür yapılanmaların daha da artmasını diliyorum.

DÜNYA GÜNÜ, TEMİZ ENERJİ VE BİSİKLET

22 Nisan Cumartesi günü temiz enerji konusunda mesaj vermek üzere 182 ülkede toplam 4500 etkinlik düzenledi. Türkiye’de de Çevre kulüpleri ve çevre sorunlarına duyarlı vatandaşların ve kurumların desteğiyle organize edilen etkinliklerde bu yılın gündemi temiz enerji kavramıydı. İstanbul, Adana, Hatay, İzmir ve Tekirdağ’da da ulaşımda temiz enerji konusunda bisikleti Türkiye’de yaygınlaştırmaya çalışan Bisiklet Sevenler Derneği ve bu konuda destek veren diğer kurumlar binlerce bisikletliyle şehir içi ulaşımda bisikleti önerdiler.

Bisikletin, temiz enerjinin yanısıra, sportif içeriğinden dolayı da, sağlığa son derece yararlı bir etkinlik oluşu, gelecekte daha da önemli bir yere geleceğini gösteriyor. Bugün bütün batı ülkelerinde bisiklet yolları, şehir içi ulaşımda bisikleti seçenlere hem güvenli, hem süratli bir ulaşım imkanı sağlıyor, hem de insanların sporla içiçe bir hayat sürmelerine yardımcı oluyor.

Bisikleti ben de yüksek irtifa tırmanışlarıma antrenman dönemlerinde ağırlıklı olarak kullanıyorum. Yüzme, cross country kayağı, biatlon gibi sporlarla birlikte kardiovasküler (kalp – akciğer) sistemini çalıştıran ve geliştiren en iyi sporlardan olan bisiklet, özellikle bir yüksek irtifa dağcısı için son derece iyi bir antrenman imkanı sağlıyor. Eskiden her gün hatta bazen günde iki kez Bebek ve Küçük Bebek yokuşlarını bisikletle çıkardım ve 7000 metrelik, 8000 metrelik dağlara hazırlanırdım. Bu yıl deneyeceğim 8611 metrelik K2 dağına hazırlık için çok yakın zamanda tekrar bu antrenmanlarıma başlayacağım.

Gezgin Olmak – Gezginler Kulübü

Gezmek, kişinin vizyonunu, hoşgörüsünü, üretkenliğini arttıran bir okul gibidir. Gezen kişi, kendisini, yaşamı, dünyayı, diğerlerinden çok daha detaylı kavrar. Bu sayede kendi çizgisini çok daha belirgin ve tutarlı çizer. Yaşamın içine karışmış küçük detayları ve bu detaylarda saklanan mutluluğu yakalar. Bu da gezgini daha mutlu, çevresine karşı sevgi dolu, kendisiyle ve herkesle barışık, kendine güvenli, daha başarılı ve üretken yapar.

Zanzibar’ın dar sokaklarında kaybolmak, Alaska’nın muhteşem doğasına aşık olmak, Himalayaların muazzam boyutlarına hayran olmak, Endonezya’da, Afrika’da, Avustralya’da bambaşka kültürlerden gelen ama dünyayı benzer efsaneler ve söylencelerle anan ve aynı sevecenlikle kavramış olan yerli halklarla iletişim kurmak, Patagonya’da Deniz Aslanlarını, Deniz Fillerini yakından görmek bir gezgin için unutulmaz tecrübelerdir. Bu duyguları yaşayan sıradan bir insan bile bir daha asla eskisi gibi olamaz. Çünkü artık çok renkli ve zengin bir dünyanın kapılarını aralamıştır. Bundan sonra, hep daha fazlasını görmek ve öğrenmek ister. Bu tecrübeler hem kişiliği geliştirir hem de kişinin dünya üzerindeki konumunu anlamasına yardımcı olur.

Gezen kişi, yaşadığı ilginç ve sıradışı tecrübeler sayesinde, önce kendi toplumuna sonra da bütün dünyaya karşı bir sorumluluk taşıdığını, taşıması gerektiğini hisseder. Bu duygu onu daha üretken ve çevresine daha faydalı bir birey yapar. Batı ülkelerinde aileler bize göre çok erken yaşlarda çocuklarını kendi başlarına dünyayı tanımaya gönderirler. 17 – 18 yaşındaki delikanlılar, kızlar okullarına bir yıl ara verip, dünyayı tanımaya çıkarlar. Bilmedikleri bir coğrafyada, kendi ayakları üzerinde durmayı deneyimlemek hem onları kendine güvenli ve güçlü bireyler yapar ki, döndüklerinde kendi toplumlarına çok daha faydalı bireyler olurlar, hem de olağanüstü güzellikler ve renklerle dolu bambaşka kültürleri tanımanın getirdiği sevgiyi, dostluğu, barışı yaşarlar.

Zorluklar muhakkak ki her yerde vardır. Ama bu sadece bilmeyen için ciddi bir tehdit unsuru olabilir. Oysa çevresini gözlemlemeyi ve kendine dikkat etmeyi öğrenen tecrübeli bir gezgin, bu zorlukların üstesinden rahatça gelir. Hem zorluklarla başa çıkmak da, en az herşeyin keyifli ve sakin gitmesi kadar yapıcıdır.

Gezginler birbirlerini dünyanın ilginç yörelerinde, uzak coğrafyalarda bulurlar. Tecrübeli bir gezgin, kendisi gibi tecrübeli bir gezgini, tarihi bir çayevinde oturmasından, eski bir çarşıda alışveriş ederken dükkancıyla kurduğu ilişkiden, sırt çantasını omuzunda taşıma şeklinden, hatta ayakkabılarının ya da sandallarının eskiyen yerlerinden bile tanır. Yine de gezginler birbirleriyle daha kolay iletişim kurabilmek ve bilgilerini daha hızlı paylaşabilmek için kulüpler kurmuşlar. Bu kulüplerin bir benzeri de 150den fazla ülke gezmiş olan Prof. Dr. Orhan Kural’ın öncülüğünde bir grup gezgin tarafından İstanbul’da kuruldu.

GEZGİNLER KULÜBÜ

Gezginler Kulübü derneği, yurt dışındaki benzer kulüplerle sürekli iletişim içinde olarak, hem Türkiye’ye gelen yabancı gezginleri ağırlamayı ve üyeleriyle tanıştırmayı, hem de Türk gezginlerine, gezi öncesinde ihtiyaç duyacakları bilgileri en doğru şekilde ulaştırmayı amaçlıyor. Bu sayede, hem daha çok Türk gezgini dünyayı tanımaya çıkıyor, hem de güzel ülkemizin tarihi, doğal ve kültürel değerleri yabancılara en doğru şekilde tanıtılıyor.

Bugün, aralarında benim de bulunduğum yaklaşık 90 üyesi bulunan Gezginler Kulübü, her ay düzenlediği toplantılarda, her biri gezgin olan değerli konuşmacılarla üyelerini biraraya getirerek saydam gösterileri, söyleşiler ve dinletiler yapıyor. Yurt içinde ve yurt dışında çeşitli geziler, gezginleri motive etmek amacıyla gezi öyküleri ve gezi fotoğrafları yarışmaları düzenliyor. 1998 sonlarından bu yana hizmet veren ve her geçen gün büyüyen kulüp, pek çok gezme tutkununa yol göstermiş ve önlerinde yepyeni ufuklar açmış.

Gezginler, gezgin olmak isteyenler, gezmek isteyenler, sorularınızın cevabını burada bulabilirsiniz.

Önyargı, taassup ve dar görüşlülüğün en iyi tedavisi seyahattir.

Mark Twain

(Yalnızca) Düşünmek Varolmak İçin (Ne Kadar) Yeterlidir?

İnsanoğlu, her gün yaşadıklarından, gördüklerinden, duyduklarından, okuduklarından, kısacası tecrübe ettiklerinden ve öğrendiklerinden, olması ve olmaması, yapılması ve yapılmaması gereken şeylerin neler olduğunun farkına varacak potansiyele sahip olarak geliyor bu dünyaya. İnsan olmanın farkı da bu zaten. Sokrates, “iyi” ile “kötü” arasında bir seçim yapabileceğimizden bahsetmiş ve bunu bilgiye bağlamış. Bu seçim özgürlüğü söylemini pek çok felsefi akımda görmek mümkün.

Gözlem, analiz, yorum ve uygulama programı içinde normal bir zekaya sahip sıradan her insan, doğruyu bulabilecek, iyi davranışı seçebilecek kapasiteye sahiptir. Descartes’a göre insanın başlıca olgunluğu özgür bir iradeye sahip olmasıdır. İşte onu yerilir ve övülür kılan da budur. İrade özgülüğü için yapılan şu tanım da bence çok uygun; “nedeni bilerek karara ulaşma yetisi.”

Doğru yolu bulma konusunda Plotinus, tanrıya giden üç yol vardır demiş; sanat, sevgi ve felsefe. Sanatçı, doğanın duyularla algılanan güzelliğinde, seven, insan ruhundaki ve bedenindeki görülebilir güzellikte, filozof ise, doğal olarak sahip olduğu düşünme yeteneğiyle gerçekleri görebilmesiyle tanrıya ulaşır.

Bu yolların sonsuz sayıda olduğunu düşünüyorum. Bence ne kadar arayan insan varsa o kadar da doğru yol vardır. Hepimiz doğuştan getirdiğimiz özellikler ve sonradan edindiğimiz tecrübeler itibariyle farklı yeteneklere sahibiz. Bunun sonucu olarak da, istediğimiz şeyler, bize mutluluk veren şeyler birbirlerinden farklıdır. Ben dağlara tırmanmaktan, mağaralara girmekten, denize dalmaktan, tepelerden uçmaktan, fotoğraf çekmekten, kısaca; doğayı ve kendimi özgürce – doludizgin yaşamaktan büyük zevk alıyorum. Çünkü sahip olduğum, geliştirdiğim yeteneklerim doğrultusunda kendimi en iyi ifade edebildiğim ve mutluluğa en çok yaklaşabildiğim alanlar bunlar. Her bireyin de kendine özgü, yapmaktan zevk aldığı, mutluluk duyduğu ilgi alanları vardır. Bir ressamın resim yaparken, ya da bir müzisyenin eserini yaratırken duyduğu hazzı ben doğayı yaşarken yakalayabiliyorum.

Bir sanatçı ancak kendinden bir şeyler yaratarak mutluluğu yakalayabilir, bir koleksiyoncu koleksiyonunu geliştirerek, bir bilim adamı araştırmalarının sonucunu aldığında, bir din adamı ise, insanlara yardımcı olduğunu gördüğünde, kısaca; her insan kendi üretkenliğini ortaya koyabildiğinde, sonuçlarını alabildiğinde bunun mutluluğunu yaşar. Kant’ın “ödev ahlakı” da bu düşünceyi dile getirir; başka hiçbirşeyi düşünmeksizin, bir şey yalnızca yapılması gerektiği için yapılmalıdır. İnsan, kendi özgür iradesiyle, istenciyle ve bilinciyle, doğal olarak ortaya koyduğu işlerde kendini gerçekleştirebilir.

İnsanlığın gelişim zincirine katkıları açısından, yapılan işin önemini tartışmak bence yersiz. Herkes bu zincire ancak kendi yetenekleri doğrultusunda katkıda bulunabilir, ne eksik ne fazla. Ve size en önemsiz gibi gelen şeylerin bile birileri tarafından yapılması gerekir. Birilerinin nefesini tutarak denizin 120 – 130 metre altına dalması, mazzam risklere girerek çok zorlu dağlara tırmanması, ya da hayatının 30 yılını bir manastırda ibadet ederek geçirmesi size görünürde bir şey vermeyebilir. Ancak gelişim bir bütündür ve bu bütün küçük küçük sayısız parçacıklardan oluşur. Biri olmazsa bir sonraki de olmaz. İnsanlığın gelişimi bireylerin tek tek gelişimi değil, bireylerin gelişimlerinin bütünde yansımasıdır. Bunun da yolu “yapmak”, “ortaya koymak”, “üretmek” ve “paylaşmak”tır.

Gelişimi yakalayabilmek için önkoşul elbette ki düşünmek, merak etmek, sorgulamak, anlamaya çalışmak, tanımlamaktır. Ama bu yalnız başına yeterli olamaz, çünkü tanımladığımızı üretkenliğe dönüştürmemiz gerekir.

Bilgi, “bilmek” sürecinde değil de, “olmak” sürecinde esas değerine ulaşır. Bilmek, uygulama olmaksızın bir işe yaramaz. Varolmak için yalnızca düşünmek yeterli değil, yapmak da gerekli, hatta belki de daha önemlisi, paylaşmak da gerekli…

Herşey doğal kuvvetlerin birbiriyle olan etkileşimlerinden meydana gelir. Ama kişisel ve bencil bir gaflet içinde kaybolan insanlar, kendilerini aktörlerin ta kendisi sanırlar.

Dağın Yolu 1

Henüz otuzlarımın başında olmama rağmen dağcılık yada daha açıkçası “dağın yolu” sayesinde göreceli olarak çok yer gezdiğimi, çok değişik insan ve kültür tanıdığımı söyleyebilirim. Daha görecek çok ülke, gezecek çok coğrafya, tanıyacak çok insan ve kültür olduğunun farkındayım, ancak yine de bu kadarlık tecrübeyle bile, bir kaç güzel ders aldığımı düşünüyorum.

Önce doğayı, herşeyiyle birlikte olduğu gibi sevmek. Bu sevgi, beklentisiz ve karşılıksız, saf ve içten bir sevgi olmalı. Aragon’un aşk için söylediği çok hoş bir söz var; “Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir.” İşte, kişiye sonuçta, sadece güç katan böylesine bir aşkla sevmeli insan; gözün görebildiği, kulağın duyabildiği, elin dokunabildiği herşeyi. Sebepsiz, koşulsuz ve öncesiz. Dağı dağ, ormanı orman, denizi deniz, rüzgarı rüzgar olduğu için sevmeli insan.

Kızılderililer, ağaçları, hayvanları, dağları, nehirleri kardeşleri olarak görürler ve onları dinleyerek çok şey öğrendiklerini söylerler. Oysa 20. yüzyılın uygar, beyaz adamı ormanların, ırmakların, dağların dilini çoktan unutmuş. Tekrar hatırlamamız gereken birinci şey şu; dağın, ormanın, ırmağın, kısacası doğanın dilini yeniden öğrenmeliyiz. İnsan; dağla dağ, ormanla orman, ırmakla ırmak rüzgarla rüzgar olmalı. Dağı, ormanı, ırmağı rüzgarı dinlemeyi öğrenmeli. Dağca, ormanca, ırmakça geniş yürekli olmalı.

Doğadayken, büyük ağaçların yada büyük kayaların yakınından geçerken, yolumu uzatmak pahasına bile olsa, onlara yaklaşır ve dokunurum. Büyük, heybetli ağaçlara yada dev kayalara elimi sürmek – dokunmak için dayanılmaz bir istek duyarım. Onları ellerimle okşar, severim, hatırlarını sorarım, teşekkür ederim, sadece orada oldukları için. Benim gözümde onlar, yaşlı bilgeler gibidir, fısıltılarına kulak veririm, öğütlerini dinlerim. Yüzlerce, binlerce yılın tecrübesinden birşeyler öğrenmeye çalışırım. Çoğu zaman öğrenirim de… Eğer aynı rotada değişik zamanlarda ilerliyorsam belirli ağaçlarla yada kayalarla mutlaka selamlaşırım.

Yaşamla ilgili öğrendiğim ikinci şey şu; Ne kadar mütevazı olursa olsun yaşamın her türlüsüne saygı duymalı insan. En küçük böcekten, en garip hayvana, en değişik bitkiye kadar herşeyin en az bizim kadar yaşama hakkı olduğunu düşünüyorum. Eğer bu dünyada kutsal olan bir şey varsa, bence “hayat”ın ta kendisi olmalı.

Bu dünyada yeteri kadar acı var, bu yüzden herhangi bir şeye, canlı olsun cansız olsun, gereksiz yere zarar vermekten kaçınıyorum. İnsanoğlunun zevklerinden biri öldürmek olmamalı. Doğada yürürken bir çiçeğin, bir böceğin bile üzerine basmamaya bu kadar dikkat ederken, onların avcılık adı altında nasıl bu kadar rahatlıkla cinayet işleyebildiklerini asla anlayamıyorum.

Doğada öldürmek vardır, bunu çok iyi biliyorum, ama zevk yada spor için öldürmeyi kabul edemiyorum. Son çözümlemede elbette ki herşey insan için olmalı, ama bunu ayrıcalıklı – düşüncesiz bireylerin keyfi değil, toplumun ihtiyaçları belirlemeli.

Torununuza tanıtmak istediğinizde, o muhteşem ortaçağ şövalyesi gergedanların, heybetli kaplanların, yada dev balinaların yalnızca filmlerini, fotoğraflarını göstermek durumunda kalacağınızı hiç düşündünüz mü?

Bundan 9 yıl önce Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nun başkanlığını yaptığım dönemlerde çıkarttığımız DOST dergisinin ikinci sayısında “Bir küçük rica” başlığıyla kısa bir yazı hazırlamıştım. Bu yazıyı geçtiğimiz haftalarda sizinle paylaştığım için tekrar etmek istemiyorum, ancak özetle, “çocuklarınıza öldürmektense gözlemlemeyi, doğayla mücadele etmektense onunla uyum içinde yaşamayı öğretin” diye yazmıştım.

Ancak uygar insan, kendisinden başka renkteki insanların bile yaşama hakkına çoğu zaman değer vermemiş. İnsanlık tarihi kanla dolu. Bu yüzden yaşama hakkına saygı duymayı, tekrar hatırlamamız gereken değil, artık öğrenmemiz gereken şey olarak görüyorum.

Yaşama ve yaşama hakkına saygı duyma konusuna paralel olarak, bir de insanların tutku ve arzularına saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Ne kadar anlamsız, gereksiz ve önemsiz görünürse görünsün, herkesin istediği şey için kendisine göre mantıklı, geçerli bir sebebi olduğuna inanıyorum ve hoşgörülü davranmak gerektiğini düşünüyorum. Konfiçyus’a yaşam boyu geçerli olabilecek şeyin ne olduğunu sormuşlar, “hoşgörü” demiş. Aynı şekilde Mevlana’nın, “İnsanlar biraz da kusur ve yanlışlıklarıyla güzeldir. Başkalarına zarar vermeyen zaaflara da hoşgörülü olmak gerekir” söylemi ne kadar güzeldir.

Öğrendiğim üçüncü şey ise; Güzelin, güzelliğin tadını çıkarmak. İnsan, yaşamının her anını elinden geldiği kadar güzel şeylerle doldurmalı.

Güzellik, elbette ki görecelidir, herkes kendi değerlerine, beklentilerine göre güzelliği algılar. Benim de kendime göre kriterlerim var ve yaşamda sahip olduğum herşeyin, ev, araba, motosiklet, hayat tarzı, düzen hep bu kriterler içinde olmasına özen gösteriyorum. Etrafımda, güzel bulduğum şeyleri görmek beni daha huzurlu ve mutlu yapıyor. Yakınıma toplayamadığım, dağların, doğanın güzelliklerini yaşamak için ise sık sık ben onlara gidiyorum. Yaşamın her anında değişik güzellikler olduğunu düşünüyorum ama bunu görebilmek için çaba sarfetmek gerek. Aşık Veysel’de dile geldiği gibi, “Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa.” Ve Leonardo’nun dediği gibi; işin sırrı “saper vedere”, yani görmeyi bilmekte.

Aşk – Hoşgörü ve Görmeyi bilmek. Bence başlangıç için bu kadarı yeterli.

Dağın Yolu 2

Doğu bilgeliğinin felsefi ve dini gelenekleri çok açık ve net olan ve pek çok yerde kullanılabilen bir kavram üretmiş; Patika -yol-. Bu “patika” bir takım ahlaki değerlere göre kurulan belirli bir yaşam biçimini ve diet, meditasyon, nefes alma teknikleri, savaş sanatları gibi günlük hayatın çeşitli alanlarına uyarlanan bir takım teknik uygulamaların oluşturduğu bir sistemdir.

Bu “patika”`nın kurallarına uygun yaşamak kişiyi daha üst düzeyde bir erdem anlayışına ulaştırır, yada kararlı keşişlerde ve yogilerde olduğu gibi insanoğlunun kendi iç dünyasına ve çevresindeki dünyaya derinlemesine ulaşmasını sağlar.

Bu düşünceden hareket eden, Polonyalıların son 20 yıla damgasını vurmuş dağcılarından Voytek Kurtyka, dağcılığın sahip olduğu olağanüstü özelliklerden dolayı, insanın fiziksel ve ruhsal gelişmesini getirdiğini söylüyor ve buna “Dağın Yolu” adını veriyor. Bu yol, insanı günlük hayatın küçük, anlamsız, değersiz çatışmalarından temizliyor, arındırıyor.

Son 10-12 yıldır, bu yolu ben de kendime oldukça yakın buluyorum. “Dağın Yolu” sayesinde belki de başka türlü hiçbir zaman öğrenemeyeceğim, (yada çok daha zor öğrenebileceğim) çok şey öğrendim. Bunu daha ne kadar sürdüreceğimi kestiremiyorum ancak dağlardan öğreneceğim şeyler olduğu sürece tırmanmaya devam edeceğim.

Gerçekte bu insanları, -bizleri- dağlara tırmandıran, oradan oraya savuran şey, derin bir yaşama arzusudur; dolu dolu, soluk soluğa, özgürce, sonuna kadar yoğun, tutkulu ve güçlü bir yaşama arzusu.

Nietzsche’nin dediği gibi belki de; “Yaşamdaki en üretken tecrübeleri bilmenin ve en derin zevkleri tatmanın sırrı tehlikeli yaşamaktır”

Elbette ki, dağlara tırmanmanın salt amacı riske girmek, tehlike duygusunu yaşamak olarak nitelendirilemez, burada hedef yaşam tecrübesini derinleştirmek ve zenginleştirmektir de, aynı şekilde yalnızca adrenalini yükseltmek, yada spor yapmış olmak ta değildir, kişinin kendi içine ve çevresine farklı açılardan bakabilmesidir.

Bence dağcılık, insanların, doğayı, yaşamı ve kendilerini tanımak için ve kendi fiziksel ve psikolojik sınırlarını öğrenmek ve geliştirmek için doğada, yükseklere doğru yaptıkları yolculukların oluşturduğu son derece asil bir spor dalı.

Zorlu bir tırmanışın tamamlanması ile dağcı kendi içinde de bir şeylerin tamamlandığını hisseder, bir tırmanış sonuna kadar yaşadığını hissetmektir de. Dağcılığa başladığım ilk dönemlerde dağcılığa daha ziyade sportif ağırlıklı olarak bakıyordum, o dönemlerde dağcılık benim için genelde çok zevk aldığım fiziksel ve ruhsal bir mücadeleydi. Ancak artık dağlara ve tırmanmaya bütün fiziksel ve ruhsal zorluklarının, çekiciliğinin yanı sıra sosyal, kültürel ve felsefi bir yolculuk olarak bakıyorum. Artık dağlara, dünyayı, yaşamı, değişik kültürleri, insanları ve kendimi daha iyi tanımak için de tırmanıyorum. Yoksa iş çıktığım zirveler hanesine bir çizik daha atmaktan öteye gitmezdi. Dağlara tırmanmanın amacı, çıkılan zirvelerin kümülatif değerini arttırmak değil, yaşamın içine girebilmek ve tadını çıkarmaya çalışmaktır…

Dağcılar merak, hayal gücü ve fantazi duyguları gelişmiş insanlardır. zor koşullardaki cesaretleri, baskı ve yoğun stres altındaki zerafetleri, ruhsal cömertlikleri ve gittikçe sertleşen koşullara rağmen gösterdikleri sabır onları sıradan insanlardan farklı kılar. Onlarda korkar ama kontrol etmeyi bilirler, onlarda isterler ama sabretmeyi bilirler ve ağır ağır acele ederler.

Sonuç olarak, elbette dağcılığın içinde tehlike ve korku var, bunlar olmasa zirveye ulaşıldığında duyulan tatmin duygusu, başarmış olma duygusu eksik kalır. Tehlike ve korku bir uyarıcı gibidir, dağcı korkusunu, heyecanını kontrol eder ve bu stresin getirdiği adrenalini, aşırı uyarılmaya izin vermeden olumlu yönde kullanıp dikkatini, gücünü ve sınırlarını arttırır ve bu motivasyonla, normal şartlarda aşamayacağı engellerin üstesinden gelir.

İşte bu yüzdendir, bu insanların fiziksel, duygusal, entelektüel ve ruhsal canlılığı, aktifliği, gücü, çekiciliği…

Dağcılık son yüzyıl içinde oldukça hızlı bir gelişme gösterdi, 1920`lerin – 1930`ların dağcılarının teknikleri ve malzemeleri ile bugünküler arasında büyük farklılıklar var. Bu yüzyılın başlarında Alplerdeki, hatta Himalayalardaki dağları sahip oldukları oldukça kısıtlı bilgi ve malzemelerle zorlayan kararlı dağcıların hikayeleri ve göze aldıkları şeyler, bugün bizlerde saygı ve hayranlık uyandırıyor. Eminim benzer şeyleri 30 yıl sonrasının dağcıları da bizler için söyleyecekler.

Dağcılıktaki malzemelerin ve tekniklerin gelişmesine paralel olarak, dağcıların, dağcılıktan bekledikleri de değişiyor; 1924`te George L. Mallory, Everest`e çıkmayı istemesinin sebebini “because it is there” – ”çünkü o orada” ile açıkladığında, zirveye ulaşmak amaçtı.

1970`lerde Chris Bonington, Doug Scott, Dougal Houston ve diğerleri daha zorlu duvarları, yüzleri zorlamaya başladığında amaç rota oldu.

Yüksek dağların en zor rotalarının, oksijensiz, solo, hatta kış tırmanışları`nın bittiği günümüzde ise rekor tırmanışlar amaç haline geldi.

Yine de hala dağcılıkta yapacak çok şey var, çünkü hala bazı insanlar özgür bir ruh ve bu dünyaya karşı büyük bir açlıkla doğuyor.

Dağcılık tarihinde, ne yazık ki, bencil – düşüncesiz, hırslarının esiri olan insanların da hikayeleri vardır;

Sonuç olarak bu güçlü, cesur, kararlı ve fedakar, ender de olsa bazen korkak, bencil ve zayıf insanların hikayeleri artık herkesin ilgisini çekiyor. Yalnızca dağcılar değil, sokaktaki insan da bu maceraları merakla dinliyor. Çünkü bunlar insanın hikayesi, oyuncuları da, hayal güçleri geniş, fantazileri kuvvetli, merak duygusu gelişmiş kendi limitleriyle uğraşmaktan korkmayan insanlar.

Lütfen, ara sıra onlara şans dilemeyi ihmal etmeyin.

K2 Dağını Denemek

Yarın hayatımın en heyecanlı yolculuğuna başlıyorum. Pakistan – Çin sınırında yer alan yıllardır hayalini kurduğum 8611 metrelik dünyanın ikinci yüksek dağı K2’yi denemek için Karakurum dağlarına gidiyorum. Aslında geçen yıl hem fiziksel hem psikolojik olarak K2’yi deneyebilecek duruma ulaştığıma kanaat getirmiştim.

1998 yılında 8516 metrelik dünyanın dördüncü yüksek dağı Lhotse’nin zirvesine altı kişilik güçlü ekibimizden ulaşan tek dağcı olmuştum ve hemen aynı yıl, bu kez sonbaharda 8163 metrelik dünyanın sekizinci yüksek dağı Manaslu’da zirveye ulaşamamakla birlikte, ki o sezon kimse ulaşamadı – biri benim partnerim olmak üzere iki dağcı hayatını kaybetti, gösterdiğim performans kendime güvenimi en üst seviyeye çıkarmıştı. Ancak çok yoğun bir koşuşturmacayla geçen 1999 yılında koşullar benim için uygun olmadı.

2000 yılında, 8848 metrelik dünyanın en yüksek dağı Everest’in zirvesine ulaştıktan tam beş yıl sonra, bu kez dünyanın en zor dağını denemek benim için tek kelimeyle heyecan verici. Bugüne dek K2’yi anlatmak için pek çok tanımlama yapılmış, benim en hoşuma gideni ise; “Dağların Dağı” sözü. K2, tek kelimeyle dağların dağı. Bugüne dek yalnızca 164 dağcı zirvesine ulaşmayı başarabilmiş ve 57 dağcı bu uğurda can vermiş. Bu oran K2’yi dünyanın en tehlikeli dağı yapıyor. Buna göre zirvesine ulaşan her üç dağcı için bir dağcı hayatını kaybediyor. 1995 yılının 17 Mayısında Everest’in zirvesine ulaşan 592. dağcı olmuştum, bugün bu rakamın 1000’in üzerinde olduğunu tahmin ediyorum. Bir de normal yüksek irtifa dağcılığında kazaların % 40’ı zirve günü yada iniş sırasında meydana gelirken, K2’deki kazalara baktığımızda bu oran % 60’a çıkıyor. Bu da, dağın fiziksel olarak son derece zor olduğunun bir göstergesi. Kazaların çoğunluğu aşırı yorgunluğa bağlı hatalardan ve tükenmekten kaynaklanıyor.

K2 dağının ilk çıkışı 1954 yılında İtalyanlar tarafından, bizim de bu yıl deneyeceğimiz Abruzzi sırtından yapılmış. İkinci çıkışı ise 23 yıl sonra gerçekleşmiş. 1986 ve 1996 yıllarında büyük trajedilerin yaşandığı ve 1998 – 1999 yıllarında kimsenin zirvesine ulaşmayı başaramadığı K2 dağı, umarım bu yıl daha yumuşak davranır dağcılara.

SERANİT firmasının sponsorluğuyla gerçekleştireceğim bu tırmanışı, Ağrı dağı kış tırmanışında zirveden dönerken yitirdiğimiz sevgili İskender (Iğdır) anısına gerçekleştirmek istiyorum. Her şey iyi giderse, üç ay sürecek bu ekspedisyonun sonunda da beşinci kitabımı yazacağım. Üç ay süre ile ne yazık ki çok sevdiğim bu köşede sizlere hitap edemeyeceğim. İlk yazımda hatırlarsanız şöyle bir ifade kullanmıştım; “Kelimelerle kendimi çok daha rahat ifade edebildiğimi farkettiğim andan itibaren, yazmak en az tırmanmak kadar doğal bir eylem oldu benim için. Nasıl tırmandıkça, gezdikçe, okudukça öğreniyorsam, aynı şekilde yazarken de öğrenebildiğimi gördüm, ki “öğrenmek”, benim en büyük mutluluklarımdan biridir.”

Görünen o ki, öğreneceğim yeni şeylerin sırası gelmiş ve beni K2’de bekliyor. Öğrenmek, kendimi geliştirmek ve daha sonra bunları sizlerle paylaşabilmek için bu tırmanışı yaşamam gerekiyor. Hayatım boyunca yaptığım herşeyden daha zor olan K2 ekspedisyonunda, yeni bir dağa tırmanacak, yeni bir coğrafya ve kültür tanıyacak, yeni kitaplar okuyacak ve yeni şeyler öğreneceğim. Sonra da işin en güzel kısmına sıra gelecek; paylaşmak.

Yaz boyunca, haftada bir buluştuğumuz bu köşede karşılaşamama düşüncesi beni de hüzünlendiriyor, ancak tutkularımı anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum. Eylülde tekrar buluşmak dileğiyle sağlıcakla kalın, ve lütfen dağcılara şans dilemeyi ihmal etmeyin…

İnsanın idrak etme gücüyle, elde etme yeteneği arasında ancak tutkuyla birleştirilebilen bir aralık vardır.

Halil Cibran

Dağların Dağı

Gece son derece sakin, durgun ve soğuk. Ancak ay ışığı olmadığı için sadece yıldızların ışığıyla oldukça karanlık. Bu yüzden ancak kafa lambalarımızın ışığıyla önümüzü görebiliyoruz. Yaklaşık 100 metre önümde ilerleyen Valdemar ve Meherban’ın izlerini ve ışığını takip ediyorum. Benim de yaklaşık 75 – 100 metre arkamdan Abele ve Marko’nun ışıkları geliyor.

İlk beş saat ki, gün ışığı yavaş yavaş ufukta kendini gösterene kadar ortalık dayanılmaz soğuk oldu, Gore-tex pantolonumla bir türlü parmaklarımı ısıtamadım. Belki de 10 kez durup Onesportlarımı çıkartıp parmaklarıma masaj yapmak zorunda kaldım. Donma duygusunu çok iyi bildiğimden, engellemek için elimden geleni yapıyorum. Ancak bu çaba beni yok yere yoruyor ve daha sonra çok ihtiyaç duyacağım sınırlı ve değerli enerjimi harcatıyor. Kaz tüyü tulumumu kaybettiğime nasıl yanıyorum anlatamam, ama bu şekilde denemeye herşeye rağmen razı olmuştum ve başıma bunun geleceğini zaten biliyordum. Yine de, ikide birde durmak zorunda kalmak ve Onesportları çıkarmak canımı iyice sıkıyor. Allahtan kramponları çıkartmadan, Onesportların iki fermuarını da sonuna dek indirerek ve sadece kramponların yan bağını açarak ayağımı botlardan çekmenin bir yolunu buldum da hiç değilse her seferinde kramponlarla uğraşmıyorum. Zaten son günlerde hızla değişen planlardan dolayı, Chris’in eğesiyle bir türlü denk gelemedim ve 1. – 3. Kamplar arasındaki kayalarda iyice körleşen kramponlarımı eğeleyemediğim ve tekrar sivriltemediğim için iyice tedirginim. Bunun üstüne bir de bu karanlıkta kramponları yanlış takmam ve kritik bir yerde çıkmaları göze alamayacağım kadar tehlikeli bir problem olabilir. İki krampon kırmış bir dağcı olarak bu durumdan da oldukça huylanıyorum ve emin olun hiç boşuna değil bu.

Güneş doğduktan sonra biraz daha rahatlıyorum ve soğuk birincil problemim olmaktan çıkıyor. Bu arada Meherban hem soğuktan hem de artık iyice yaklaştığımız ünlü ve korkutucu Bottleneck’ten (şişe boynu) iyice rahatsız olmuş durumda. Çok üşüdüğünü ve burayı emniyetsiz geçmek istemediğini söyleyip hızla inmeye başlıyor. Tırmanışın buradan sonrasında 4 dağcı kalıyoruz ve Bottleneck’in hemen altında biraraya gelip tırmanışın geri kalanını birbirimize daha yakın sürdürüyoruz. Hemen önümüzde dimdik yükselen bu dar geçiti sırayla tırmanırken, aklıma kaçınılmaz olarak 7450 metredeki 3. Kampımıza kadar kurduğumuz 96 tane sabit istasyon ve döşediğimiz binlerce metre ip geliyor. Aslında Valdemar’ın, taş düşmesi sonucu yaralanan Yüksek İrtifa Taşıyıcısı ve onu indirmek için giden diğer iki Yüksek İrtifa Taşıyıcısı, taşıdıkları malzemelerle 4. Kampa kadar gelebilseydi, yada bizim 3. Kampımızla birlikte kaybettiğimiz iki tane 50 metre, 6mm. ipimiz yanımızda olabilseydi durum çok daha rahat olurdu. Yine de içinde bulunduğumuz durum bu, biz de iyi – kötü adapte olmaya çalışıyoruz. Abruzzi sırtının 7450 metreden sonrasını yanımızda sadece 40 metrelik bir lider tırmanıcı ipi ile ve hiç bir yere sabit hat döşemeden, döşeyemeden tırmanıyoruz. K2 gerçek bir dağ, insanın konsantrasyonunu bir an bile elden bırakmasına, bir an dikkatini dağıtmasına izin vermiyor. En küçük bir hata, bir anda yüzlerce hatta binlerce metre aşağıya uçurabilir insanı. Ve K2’de bunun pek çok acı örneği yaşanmış bugüne dek…

Bottleneck’in üzerine vardığımızda, önümüze sola doğru yükselen travers çıkıyor. Derin kar ve göründüğünden çok daha dik olan parkur işimizi iyice zorlaştırıyor. Saatlerce mücadele ettikten sonra neredeyse belimize kadar batan bu traversi bitirdiğimizde, bu kez de neredeyse 75 – 80 derece yükselen dimdik sağ tarafı cam buz, sol tarafı ise biraz daha rahat olan bir bölüm çıkıyor karşımıza.

Artık zaman kavramını tamamen yitirmiş durumdayım, derin kar bizi umduğumuzdan çok daha fazla oyalıyor. Bundan bir ay önce, Güney – Güney Doğu Sırtından 7950 metredeki Shoulder’a (Omuz’a) tırmanan ve oradan da buraya çıkan ilk ekipteki 4 dağcının üçünde Oksijen desteği vardı ve bu durum onların işini çok kolaylaştırmıştı. Bugün, 3 hafta süren bir fırtınanın ve kar yağışının ardından, iyice yüklenmiş rotada ilk dağcılar olmak ve yer yer belimize kadar batan derin karda iz açmaya çalışmak bizi fazlasıyla zorluyor. Rotada zannettiğimizden çok daha uzun süre kalacağımızı yavaş yavaş anlamaya başlıyorum. Ancak yapacak fazla bir şey yok, ya geri döneceğiz, ki bunu bir opsiyon olarak düşünmüyorum bile, ya da zorlayacağız ve tahmin ettiğimizden çok daha geç zirveye varacağız. Bu durumda da en büyük sorun güvenli bir iniş yapmak olacak ki, onu da artık inerken düşüneceğiz. Öyle bir durumdayız ki, sadece tek bir şeyle mücadele edebiliyoruz; o anda karşımıza ne çıkarsa, sonrasını ise düşünemiyoruz bile. Yalnızca karşımızdaki engele konsantre durumdayız ve onu aşmaya çalışıyoruz. Bu durum bizi bir kapana bile soksa, kapanı nasıl aşacağımızı onunla karşılaştığımızda düşüneceğiz.

Yükselmeye devam ederek rotadaki tek sete benzer, nispeten düz yere varıyoruz. Burada kısa bir molanın ardından tırmanmaya devam ederek buzul çatlaklarının bulunduğu yere kadar geliyoruz. Bu yükseklikte buzul çatlakları pek tahmin edilen bir şey olmamakla birlikte, çok dikkatli olmak gerekiyor. Şu anda yaklaşık 8400 metredeyiz ve en çok susuzluk bizi perişan etmiş durumda, artık kar yemekten boğazım ağrımaya başladı.

Rotadaki en büyük buzul çatlağının üzerinden, içine düşmemeye özen göstererek büyük bir dikkatle geçiyorum. Hemen arkasından, dimdik ve cam buz, 10 metrelik çok tehlikeli bir bölüm başlıyor. Bir türlü bileme fırsatı bulamadığım kazmamı ve kramponlarımı bütün gücümle buza saplıyorum, yine de buz o kadar sert ki, sadece uçlarından çok az giriyor. Dengemi bozmamak için azami bir gayret sarfetmem gerekiyor. Bugün ikinci kez keşke iki kazmam olsaydı diyorum. Cam buzdan çıkınca rota tekrar rahatlıyor. Aşağıdaki kocaman buzul çatlağının, buzulda tırmandığım rotaya göre yerini iyice aklıma yazıyorum. İnerken, çok dik bir açıyla ve geri geri ineceğim bu buzulun altındaki çatlağı tam olarak göremeyeceğim. O yüzden yerini ezberliyorum. Artık zirveye gittikçe yaklaşmakla birlikte hala çok uzak görünüyor. Ancak buradan sonrasında herhangi bir teknik zorluk ve engel yok karşımızda. Bugünün teknik tırmanış problemlerini, onlarla tekrar inişte karşılaşmak üzere geride bıraktık.

Ağır ağır tırmanıyoruz, ağır ağır acele ediyoruz…

Yükseliyoruz, yükseliyoruz ve zirve sırtına varıyoruz. Sağ taraftan yaklaştığımız zirve sırtı sola doğru geniş bir kavis çizerek devam ediyor. Buradan sonra bile hala yolumuz var. Marko ve Abele hemen önümde, Valdemar ise biraz geride kalıyor. Bu arada saat 16:00 gibi, bizi buraya kadar ısıtan güneş, K2’nin heybetli kütlesinin arkasında kalıyor ve bizim bulunduğumuz Güneydoğu yüzünden ayrılıyor ve ortalık bir anda soğuyor. Bir an önce zirveye varıp, artık inişe geçmek istiyorum. Son metreleri nereden geldiğini bilmediğim ama bunca saatin ardından hernasılsa içime dolan bir enerji ve güç dalgası sayesinde çok daha rahat tırmanıyorum ve sonunda yıllardır hayalini kurduğum, zirvesine ulaşabilecek kadar iyi olup olmadığımı hep merak ettiğim, dünyanın en zorlu ve tehlikeli dağlarının başında gelen K2 dağının zirvesine, tırmanışa başladıktan 17 – 18 saat sonra, saat 17:00 sularında dünyadaki 175. dağcı olarak ayağımı basıyorum. Marko benden bir kaç dakika önce zirveye varıyor ve hiç oyalanmadan inişe geçiyor, Abele ile biraz zirvede kalıp fotoğraf ve video çekiyoruz.

Ne yazık ki, 7400 metredeki kampımızla birlikte kaybettiğim, 8 yıldır, Khan Tengri’den bu yana tırmandığım her zirveye çıkarttığım Türk bayrağımı, ve bu ekspedisyonun sponsoru SERANİT’in flamasını K2’nin zirvesine dikemiyorum. Kısmet değilmiş.

Zirve karlarının arasına, buraya gelmeden 3 ay kadar önce, Ağrı dağında nasıl olduğunu hala anlayamadığım, inanılmaz şanssız bir kazada kaybettiğimiz sevgili İskender’in, cenazesinde göğsümde taşıdığım o güzel yüzünün fotoğrafını gömüyorum. Bu sözü kendime aylar önce vermiştim ve bugün, dünyanın bu olağanüstü özel coğrafyasında, İskender’le olan kısacık ama benim için çok özel dostluğun yarım kalan çemberini kapatıyorum. Huzur içinde uyu dostum, ve hayatıma girdiğin için bir kez daha teşekkürler…

Zirvenin en güzel yanı, bir saattir kaybettiğimiz güneşi tam zirve sırtında tekrar buluyoruz ve içimizi ısıtıyor. K2’nin kuzeyinde kalan adını bile bilmediğim yüzlerce dağ çıkıyor ortaya. Yine de bu güzelliğe bile kanmayacak kadar önümdeki bu uzun ve zorlu inişin nasıl olacağını düşünüyorum. Çok mutluyum, ama aklımda hep inmem gereken rota var. Bir tırmanış asla zirvede değil, ama tekrar Ana Kampa inince sona erer. Bu tırmanışı dostlarımla ve sevdiklerimle paylaşabilmem ve onurunu yaşayabilmem için önce sağ salim geriye dönmem gerekiyor. Hele 1999 yılı sonuna dek K2’nin zirvesine ulaşan 164 dağcıdan 22 tanesinin, bir diğer hesapla %13’ünün asla geriye dönemediğini bilmek ve henüz bu istatistiğin sınırları içinde olduğumu düşünmek, gevşememi engelliyor. Önce güvenli bir şekilde bu inişi yapmalıyım.

Böylece fazla oyalanmadan inmeye başlıyorum, Valdemar’ın zirve için biraz daha yolu var. Abele onu zirvede bekliyor, Marko ise daha aşağıda, sete kadar inmiş. Dik buzulun altındaki büyük buzul çatlağına, aynen hesapladığım gibi son derece temkinli yaklaşıyorum ve tam üzerine kadar gelip dikkatli bir şekilde karşı tarafına atlıyorum. Aşağıdaki uzun dik buzuldaki ip inişini rahatça yapıyorum, ipin son kısmındaki boşluğu da dikkatli bir şekilde geçiyorum ve traversin başına kadar geliyorum. Bu arada hava da yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Tek isteğim Bottleneck’i geceye kalmadan inebilmek, karanlıkta ve bu kadar yorgunken inemeyeceğim kadar tehlikeli ve zor bir yer burası. Zirveden dönerken Bottleneck’in üzerinden düşüp Güneydoğu Yüzünden binlerce metre aşağıya uçan şanssız dağcı Dan Culver’ın ve 1994 yılında Bottleneck’ten düşen Ukraynalı dağcının hikayelerini hiç aklımdan çıkarmıyorum.

Traverse kadar Marko’yu arkamda görüyordum ancak ondan sonra nedense kaybediyorum onu. Bottleneck’in yanındaki kayadan aşağıya inen bir ip vardı çıkarken gördüğümüz. O ipi daha hava tam kararmadan buluyorum, böylece burayı yandan da olsa inebileceğimi düşünüyorum. Ancak ip bir şekilde, aşağıdan da sabitlenmişti çıkarken gördüğüm kadarıyla. Zaten bu yüzden bu ipi kullanamamıştık ve emniyetsiz çıkmıştık Bottleneck’i. Aşağıdan özellikle sabitlenmediğini ve tesadüfen bir yere takılmış olduğunu düşünüyorum. Çünkü ipin bu halde bir yay çizecek şekilde döşenmiş olması anlamsız. Ağırlığımı verince takıldığı yerden kurtulacağını ümidediyorum, açıkçası başka şansım da yok. Gece karanlığında, kafa lambamı çıkartmadığım için hemen hemen hiç ışıksız sekizlimi takıp, Bottleneck’in sağ tarafındaki kayalardan inmeye başlıyorum. Ancak ip nedense aşağıdan kurtulmuyor ve bir noktaya kadar inip, gergin ipin ortasında biçimsiz bir şekilde kayalara doğru bastırıldığım bir halde sıkışıyorum. Yukarısının sağlam olduğuna eminim, buraya kadar beni tarttı, biraz debelenip aşağıdan kurtarmaya çalışıyorum ipi. Ancak hareket bile edemiyorum, üzerinde olduğum ip iyice gerilmiş durumda. Gore-tex pantolonumun cebinde küçücük bir çakı var, ona ulaşıp ipi alt taraftan bir yerden kesmeyi düşünüyorum. Derken bir anda ip aşağıdan kurtuluyor ve beni bir kaç metre düşürmekle birlikte hiç değilse içinde bulunduğum baskıdan rahatlatıyor. Neyse sonunda Bottleneck’i sağ salim indim, ancak şu anda çok daha önemli bir sorunla karşı karşıyayım. Zifiri karanlık ve hiç emniyet ipi bulunmayan dimdik sert kar hatta yer yer buz bir iniş. Üstüne üstlük artık yorgunluktan ve susuzluktan bayılmak üzereyim.

Buradan sonrasını çok iyi hatırlamıyorum. Bir şekilde iniş rotasının sol tarafına geçtim. Neden bilmiyorum, tanımadığım bir yere geldim, tırmanırken buradan geçmemiştik bile. Sanırım artık tamamen kontrolü eline alan dağcı içgüdülerim, burasının geceyi geçirmek için daha güvenli olduğunu düşünüyor. 4. Kamp belki de sadece 200 metre aşağımda, buradan normal koşullarda 1 – 1.5 saat içinde inebileceğim mesafede. Ancak bu halde inmemeye ve biraz dinlenmeye karar verdiğimi hatırlıyorum. Bu kadar uğraşıp, bu kadar badire atlattıktan sonra, bir son dakika kazası istemiyorum. Yorgunluktan dolayı bir hata yapıp, aşağıya uzanan dik buzuldan uçmaktan korkuyorum. Müthiş yorgunum ve bu haldeyken böyle bir kaza yapmam işten bile değil. Yanlış bir adım ve bu haldeyken durduramayacağım bir düşüşle yüzlerce metre aşağıya uçabilir ve K2 için sıradan bir istatistik olabilirim. Bunu istemiyorum. Hem daha herkesin üzerinde İskender’in acısı varken, İstanbul’dan ayrılmadan önce bir dostuma, K2’de düşmeyeceğime dair bir söz vermiştim ve bu sözümü tutmaya kararlıyım. Bugün de K2’de düşmeyeceğim…

Sırt çantamı ne zaman çıkardığımı ve nereye düştüğünü hatırlamıyorum, muhtemelen dik buzulda daha rahat uzanabilmek için çıkarttım ve gece buzulda uçtu gitti. Gecenin geri kalanında çoğu suyla ve sıcak bir çadırla, arada da Türkiye’deki dostlarımla ilgili halüsinasyonlar gördüğümü hatırlıyorum. Bir kaç kez uyandığımda, kendimi, 50 – 55 derece eğimli buzulda, kramponlarımı yanlamasına buzula takmış ve kazmamı buza saplamış bir halde, kazmamın üzerinde uyurken bulduğumu hatırlıyorum. Üç – dört defa da kazmam kendi kendine gevşeyip saplandığı yerden çıktığı için, aşağıya doğru kayarken uyanıp, can havliyle hemen kazmamı yine sapladığımı ve uyumaya devam ettiğimi hayal meyal hatırlıyorum.

Ayaklarımın çok üşüdüğünün hatta donmaya başladığının farkındayım ancak kendimi toparlamaya çalıştığım bu anda yapabileceğim pek bir şey yok.

Jack London, “Adem’den Önce” adlı kitabında, eski çağlarda insanların vahşi hayvanlardan korunmak için geceleri yüksek ağaç tepelerinde uyuduklarından bahseder. Ancak bazen uyku sırasında farkında olmadan, dengeli pozisyonunu kaybedenler ağaçtan düşer ve çoğu ölürler. Bazıları ise, şans eseri bu düşüşü sadece yaralanarak atlatırlar. Ancak uyku sırasında yaşadıkları bu şoku ve artık genlerine işlenen düşme korkusunu, kuşaktan kuşağa soylarına iletirler. İşte bazen geceleri uyurken, bir anda sanki düşüyormuşuz hissiyle uyanıp, kendimizi yatağa yorgana sarılmış halde bulmamız bu yüzdendir, atalarımızdan gelen bu düşme şoku, zaman zaman bizde tekrar eder. Benim soyumdan doğacak gelecek kuşaklar için üzgünüm ama, bazı geceler uykularında bu düşme duygusunu yaşamak zorunda kalacaklar.

Ruslarla tırmandığım günlerden bu yana, tırmanış sırasında kazmamı bileğime geçirdiğim gibi mutlaka emniyet kemerime de bir yardımcı iple bağlarım. Düşerken kazması bileğindeki halkadan kurtulduğu için, düşüşünü durduramayıp ölen çok dağcı gördüm. Hala da pek çok tecrübeli dağcının kazmasını sadece bileğine takarak tırmandığını görür ve hep şaşarım. Bir düşüş sırasında dağcının tek sigortası olan kazmayı kaybetmek, hemen hemen ölmekle eş anlamlıdır. Bu gece uyurken bile kazmamı hiç yitirmedim ve bu sayede uykumda bile düşmedim.

Halüsinasyonlarımdan en ilginci ise, inanılmaz güçlü bir “Deja Vu” duygusu. Yaşadığım bütün bu sıkıntıyı ikinci kez yaşıyor olduğum hissi sayesinde bu geceye daha kolay katlandım. Daha yeni yaşadığım, daha doğrusu yaşadığımı zannettiğim bu zorlu geceyi, yeteri kadar önlem almadığımdan dolayı ikinci kez yaşamak zorunda kaldığım için, uyku uyanıklık arasında bütün gece kendime kızdığımı hatırlıyorum. Bir de, bunu bir kez yaşayıp sağ atlattığımı düşünerek, nasıl olsa bu da geçecek ve yine sabah olacak diye, aynı şekilde bu ikinci geceyi de atlatacağımı aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum.

Bu şekilde yarı bilinçsiz durumda saatlerce uyukladıktan sonra biraz kendime gelmeye başlıyorum. Nerede olduğumu, dün ne yaptığımı, şimdi ne yapmam gerektiğini yavaş yavaş çözmeye başlıyorum. Bu arada, zirveyi bugün deneyecek olanların ışıkları artık iyice yakınıma gelmeye başlıyor. Zaten bir kaç saattir bu ışıkları, uyku uyanıklık arasında aşağıdan takip edebiliyordum, ancak benim için ulaşılmaz derecede uzaktaydılar. Derken üç kişinin ışığı artık konuşabileceğim kadar yakınımdan geçiyor. Biri Koreli dostum Hwang, uzaktan bile olsa onunla konuşunca biraz daha kendime geliyorum. Bu arada güneş de yavaş yavaş ufukta kendini göstermeye başlıyor. Böylece 8150 metrede, dik buzulda son derece yetersiz ekipmanla açıkta geçirdiğim geceyi sağ salim atlattığımı anlıyorum. Ancak ayaklarımı hissetmiyorum bile, parmaklarımın ciddi derecede donmuş olma olasılığı beni korkutuyor, ancak öyle bir durumdayım ki, parmaklarım bile ikinci, üçüncü önem sırasında şu anda. Artık yapmam gereken tek şey, inanılmaz yorgun olduğum dün geceye ve zifiri karanlığa kıyasla çok daha rahat ve güvenli bir şekilde 4. Kampa inmek. Korelilerin tırmandığı hatta girebilmek için, gece yarı bilinçsiz yaptığım yan geçişi bu kez tekrar geri yapıyorum. İniş sırasında ise, parmaklarımın çoğuna tekrar kan gittiğini hissediyorum. Hala bir kısmını hissedemiyorum ama en azından dik buzulda yattığım zamandan çok daha rahatlamış durumdayım.

4. Kampa vardığımda hemen Meherban’la paylaştığım çadıra girip, ocağın eritebildiği hızda su içmeye başlıyorum ve herhalde onlarca bardak içip ancak kendime geliyorum.

1997 yılında Solo olarak gerçekleştirdiğim Cho Oyu tırmanışında, muhtemelen o sezonun en hızlı tırmanışını yapıp zirveye ulaştıktan sonra, aynı gün Ana Kampa kadar inmiştim. Bunu yapabilen bir kaç Şerpa varmış, ama batılı dağcı sayısı yok denecek kadar az. Aynı gün rotada olan ve hemen hemen hepsi Oksijen kullanan dağcıların çoğunu çıkış sırasında, kalanlarını da inerken geçmiştim. Oysa burada, K2’nin zirvesine giden rotayı açmakla bu kadar uğraşmanın ardından, son derece güçlü bir ekip olmamıza rağmen, hiçbirimiz son kampa kadar bile inemedik. K2 gerçekten de müthiş bir dağ. Diğerlerinin hiçbirine benzemiyor. Onu atlatabildiğim için çok mutluyum. Dördümüz de, rahatlıkla ölümcül olabilecek K2’de, 8000 metrenin üzerinde, değişik yerlerde açıkta geçirdiğimiz geceyi sağ olarak atlatıyoruz. Bunda en büyük pay, elbette ki gecenin son derece durgun ve rüzgarsız olmasında. Hava koşulları bir değişseydi, hiçbirimiz sağ çıkaramazdık bu geceyi…

K2’nin zirvesine, karşımıza çıkan bütün beklenmedik zorluklara rağmen, bizi dünkü müthiş kararlılığımız ve irademiz çıkarttı. Ancak geceyi havanın değişmemesi sayesinde sağ olarak atlatabildik. Şans, bir kez daha ona en çok ihtiyaç duyduğumuz noktada devreye girdi. Teşekkürler, çok teşekkürler… Üniversite mezuniyetimizde çıkan yıllıkta bir dostum şöyle yazmıştı; “Qui Patitur Vincit” – (He) Who Endures, Wins) – “Kim ki dayanır, kazanır.” Dün gece, insanoğlunun asla ait olmadığı ve burada geçirdiği her saat, her dakika, kaçınılmaz olarak ölüme biraz daha yaklaştığı bir ortamda, hayatımın en zorlu dayanıklılık sınavını geçtim. İnsanın kemiklerime kadar işleyen soğuğa, aşırı yüksekliğe ve oksijensizliğe rağmen, dik rotada uyurken bile düşmemeye çalışarak, tamamen tükenmiş bedenimle buzun üzerinde bütün gece dayandım ve hala yaşıyorum, herşey bir yana, bundan daha önemli ne olabilir ki?

K2’ye Doğru

K2 ekspedisyonu için neredeyse iki yıllık bir planlamanın ardndan 6 farklı ülkeden 10 dağcı biraraya geldik. Amerikalı dağcı dostum Gary’nin önderliğinde oluşturulan bu grupta her bir üye ekipten 3-4 kişiyi daha tanıyor. Hepimiz ekipteki diğer dağcıların en az ikisi, üçüyle daha önceden birlikte tırmanmış durumdayız.

Listeye şöyle bir bakıyorum da, gerçekten de çok güçlü bir ekibiz. Hatta bugüne dek içinde bulunduğum en güçlü ekip olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 10 dağcı, beşimiz Everest dahil olmak üzere, toplam 23 defa 8000’lik dağların zirvesine çıkmışız ve grup olarak, hepsinin zirvesine ulaşamamış olsak da, dünyadaki 14, 8000’lik dağın herbirinde ekspedisyonlara katılmış durumdayız. Üstüne üstlük herbirimiz de doğuştan getirdiğimiz 20 adet parmağımıza hala sahibiz.

Bu yıl K2’deki gruplar arasında, Yüksek İrtifa Taşıyıcısı, rehber, Şerpa yada Oksijen gibi dışarıdan herhangi bir destek almadan tırmanışı deneyecek olan tek grup biziz. Tamamen kendi yeteneklerimiz ve gücümüzle bu tırmanışı yapacağız.

Bu düşünceyle 30 Mayısta Rawalpindi’de bütün ekip buluştuk ve ekspediyonumuz böylece başladı.

Gary ve Tony K2 ekspedisyonu öncesinde halledilmesi gereken Turizm Bakanlığındaki bürokratik işler için bir hafta önce gelmişlerdi. Nitekim 30’unda ufak tefek konuların dışında hemen hemen her şey hallolmuş durumdaydı. Turizm Bakanlığınca verilen ve acil durumlarda kurtarma helikopterinin kullanımı, varsa uydu telefonunun izin evraklarının hazırlanması ve kullanımı, çevre temizliği, çöplerin ne şekilde imha edileceği ve ne tür atıkların geri taşınacağı, taşıyıcılar için iaşe, çalışma, ödeme ve sigorta koşulları, Liasion Officer’ın yetkileri ve görevleri gibi konuların anlatıldığı ön-briefing ardından son-briefing, Pakistan’da üç ay kalacağımız için her ekip üyesi için hazırlanacak olan polis evrakları, K2 tırmanışı ve Ana Kampa yürüyüş için ödenen harçlar, olası bir helikopter kurtarması için ödenen ve kullanılmadığı taktirde geri alınabilir ücret, çevre temizliği için ödenen geri alınabilir ve alınamaz olan ücretler, Ana Kampa gidecek olan 3 ton malzememizi taşıyacak olan taşıyıcıların sigortaları ve taşıyıcılara, ekspedisyonların vermekle yükümlü olduğu yiyecek, giysi ve gözlükler, bir hafta sürecek yürüyüş için ekibin yiyecekleri, Ana Kampta yiyceklerimiz ve aşçılar gibi çok zaman alıcı konuların hemen hemen hepsi hallolmuş durumdaydı.

Aslında evraklarımız artık tamam ve Skardu’ya doğru Mayıs sonunda yola çıkabilecektik ama bizim için ayarlanan “Liasion Officer”, ya da kısaca L.O. ortada olmadığı için yola çıkamadık. Pakistan’daki her ekspediyona resmi görevli olan bir L.O. veriliyor. L.O.’nun görevi, gerektiği takdirde ekspedisyonla, Turizm Bakanlığı, Ordu, taşıyıcılar ve yerel halk arasındaki ilişkiyi sağlamak ve ekspedisyonda herşey kitaba uygun yapılıyor mu diye kontrol etmek. Karakurum dağlarının bizim gidiyor olduğumuz bölgesindeki bütün ekspedisyonlara, Hindistan’la Pakistan arasındaki savaş nedeniyle, üst rütbeli bir subay L.O. olarak veriliyor. Pakistan’ın diğer yerlerindeki ekspedisyonlarda ise sivil L.O.’lar görev yapıyor. L.O.’nun yapılan her ekspedisyona göre ihtiyaç duyacağı baştan aşağı bütün malzemeleri, o ekspedisyon temin ediyor. Sonunda Turizm Bakanlığından yeni bir L.O. talep ettik ve onun gelmesiyle bir gün sonra yola çıktık.

İlk bakışta asla sığmaz dedirten cinsten bütün malzemelerimizi, otobüs yükleme konusunda usta Pakistanlılarla birlikte, kiraladığımız otobüse tıka basa doldurduk. Akşam yemeğimizi de yedikten sonra saat 21:30 sularında, tarihi Rawalpindi’den yada 15 km. mesafedeki, geçtiğimiz 40 yıl içinde son derece modern bir mimari projeyle inşa edilen İslamabad’dan Skardu’ya doğru yola çıktık. Bütün gece olduğu gibi, bütün gün de yolda geçti. Ünlü Karakurum Highway’de kuzeye doğru çıktık ve Gilgit’e 45 dakika mesafedeki Skardu ayrımından saparak, 6 – 7 saat de İndus nehrinin kenarında, çok daha virajlı, dağlık, dik ve ürkütücü bir yolda ilerledik ve yola çıktıktan tam bir gün sonra yorgun argın Skardu’ya vardık. Ana Kampa yapacağımız uzun yürüyüş için malzemelerimizi hazırladık ve çadırlarımızı kontrol ettik.

Bir gün burada dinlenmenin ardından bu kez Jeeplere bütün malzemelerimizi yerleştirip, herbirimiz ikişer, üçer içlerine doluştuk. Yağmurlu bir havada, Skardu – Askole arasındaki oldukça dik, keskin virajlarla dolu, hatta yer yer bayağı tehlikeli olan yolu, yaklaşık 8 saatte geride bırakarak kara yolunun ulaştığı son noktaya vardık. Buradan sonrasını yürüyerek gideceğiz. Etrafımıza toplanan yüzlerce taşıyıcının arasında Jeepleri boşalttık ve gece için çadırlarımız kurduk. Bundan sonra en az iki ay boyunca çadırda yatıp kalkacağız.

Bir hafta sürecek yürüyüşümüze başlamadan önce 3 tonluk malzemelerimizin yirmibeşer kiloluk yükler haline getirilmesi, herbirinin numaralanması ve hangi taşıyıcıya verildiğinin kayıdının tutulması işleri saatler sürdü. Yükünü alan ve kayıdını yaptıran taşıyıcılar sırayla yürüyüşe başladı, biz de 165 taşıyıcının arasına karışarak K2’nin Ana Kampına doğru ilerlemeye başladık. Aynı günlerde, hem K2’ye hem de 8047 metrelik Broad Peak’e doğru giden başka ekipler de rotada olduğu için, Baltoro buzulu oldukça kalabalık ve renkliydi. Askole ve K2 dağının Ana Kampı arasındaki mesafe taşıyıcıların ücretlerinin hesaplanmasını kolaylaştırmak için 12 etap olarak düşünülmüş. Taşıyıcılara yarım etap ta dinlenme süresi tanınmış, böylece her biri 3-4 saatlik yürüyüş içeren toplam 12.5 etabımız var. Yürüyüş boyunca sabahları 05:00 ile 06:00 arasında uyanıp, kahvaltının ardından yola çıktık. Öğle yemeklerini yanımızda taşıdığımız bisküvi, konserve gibi şeylerle geçiştirdik.

K2’nin en güzel fotoğraflarının çekildiği yer olan Concordia’ya doğru yapılan bu 70 kilometrelik yürüyüş, kendisiyle Himalayalar’da 1998 yılında tanıştığım ünlü fotoğrafçı ve dağcı Galen Rowell’ın ifade ettiği gibi; Tanrıların tahtına bir yolculuktan farksız. Hava genellikle bulutlu, kapalı ve yağışlı olmasına rağmen, bu bölgedeki Great Trango, Nameless Tower, Uli Biaho, Paiju Peak, Cathedral Towers, Lobsang Spire, Muztagh Tower, Gasherbrum IV ve Masherbrum gibi olağanüstü etkileyici dağlar zaman zaman gizemli güzelliklerini bize gösterdiler. Ve tabii ki, en sonunda muhteşem K2 de…

Ana Kampa vardıktan sonraki 4-5 hafta üst kampların kurulması, malzemelerin taşınması ve rotanın sabit hatlarla döşenmesi işleriyle geçti. Sürekli kötü giden havaya ve son derece tehlikeli rotaya rağmen, dağdaki diğer ekiplerle birlikte çalışarak en sonunda Chris’le birlikte 7400 metrede 3. Kampımızı kurabildik. Ondan sonra ise tam 16 gün fırtına hemen hemen hiç dinmedi ve 7400 metreye hiç kimse bir daha ulaşamadı. İki kez zirveye gitmeyi denediğimiz halde fırtınadan ve çığlardan dolayı geri dönmek zorunda kaldık. İkinci denememizde, Chris Andy ve ben 6700 metredeki ikinci kampımızda tam 4 gün iyi hava bekledik. Ancak hava düzelmedi, fırtınanın ortasında tekrar Ana Kampa, 5000 metreye indik. Sanki bize şaka yapar gibi ertesi gün hava bir anda açtı. Oturup uzun uzun düşündüm ve daha hiç dinlenemeden tekrar 1. Kampa, 6000 metreye çıkmaya karar verdim. Chris ve Andy bir gün daha dinlenmek istediklerini söylediler, böylece onlarla aramız bir gün açıldı. Andy nedense bu işten pek hoşlanmadı ama, bence herkes kendi kararını kendisi verir. Onlar dinlenecek diye bir gün kaybetmek istemiyorum.

Aynı gün 6000 metreye, ertesi gün de, 2. Kampı atlayıp İvan ve Fabizio ile birlikte 3. Kampa çıktım. Burada bizi ne yazık ki kötü bir sürpriz bekliyordu. 3. Kamp tamamen yok olmuş, tabii içindeki bütün malzemeler de. Üç hafta önce sabit hatlarda kullandığımız sağlam iplerden kestiğim iple bağladığım çadırları buz vidasıyla hemen arkadaki buz duvarına sabitlemiştim. Aralıksız süren fırtınada buz vidası bile yerinden sökülmüş. Ümitsiz arayışımızı saatlerce sürdürdük ancak ne yazık ki sonuç yok. Daha bir kez giyme fırsatı bulamadığım kaz tüyü elbisemi, kaz tüyü eldivenlerimi, kalın çoraplarımı, 4 günlük yiyeceklerimi, yedek pillerimi ve filmlerimi, küreklerimizi, teknik malzemelerimizi, iplerimizi, işaret çubuklarımızı, kısacası zirveye giderken ihtiyaç duyacağımız herşeyi kaybettik. İvan ve Fabrizio bu şartlar altında tırmanışı sürdürmek istemedi ve 2. Kampa geri döndü. Hayatımda en sevmediğim şeylerden biri, bir şeyi denemeden vazgeçmektir, herşeye rağmen denemeye karar verdim. Korelilerin çadırından kaz tüyü bir anorak ödünç aldım ve bu durumu telsizle Ana Kampa haber verdim. Korelilerin Şerpaları bu çadırı daha bugün kurdular, en erken 2-3 gün sonra tekrar gelecekler. İki gün içinde biz zaten zirveyi denemeyi bitireceğiz. İki İtalyan, bir Brezilyalı ve bir Pakistanlı yüksek irtifa taşıyıcısından oluşan ekibin çadırlarında da kendime yer bulunca bütün sorun çözüldü. Önümdeki tek sorun kaz tüyü elbisem ve eldivenlerim olmadan K2’nin korkunç soğuğuna dayanmak. Teknik zorlukları ve tehlikeleri saymıyorum, onlar zaten her durumda karşımıza çıkacaklar ve ben onlara hazırım…

Yine de 5250 ve 7450 metre arasında 96 tane sabit hat kurduktan ve 3000 – 3500 metre ip döşedikten sonra, emniyetsiz olarak son derece tehlikeli ve zor rotada tırmanmak çok ilginç olacak.

K2, Çok Sade ama belki de Dünyanın En Etkileyici İsmi

KARAKURUM

Güney ve Orta Asya’nın büyük dağ silsilelerinin en batı ucunda Karakurum ve Hindukuş dağları yer alır. Hindukuş dağları ve devamı olan Hindu Raj, Afganistan’dan başlayıp İşkoman nehri vadisine kadar uzanır. Buradan başlayan Karakurum dağları da, doğuya, Hindistan’a girer.

Bu sıradağlar dünyanın en yoğun zirvelerle dolu dağlık bölgesini oluşturur ve bu dağların eteklerinde kutup bölgelerinin ardından dünyada bulunan en büyük buzullar yer alır. Karakurum ve Hindukuş dağlarının karları ve buzulları, hepsi sonunda İndus nehrine akan çok büyük bir nehir ağı meydana getirir. Tibet’ten başlayan İndus nehri, bu sıradağları transit geçen tek nehirdir. Karakurum sıradağlarının hemen güneyinde, İndus nehrinin güney kıyısında yer alan Nanga Parbat dağı da, Büyük Himalayaların batı sınırını belirler.

Bu zirveler, buzullar ve nehirler, Avrupalı kaşifler ve gezginler tarafından keşfedildikleri günden bu güne hep dağcıların ve ekspedisyonların ilgisini çekmiş. Ve tabii ki en başta da K2… K2, ilk kez keşfedildiğinden bu yana, döneminin en iyi dağcılarının hayallerini süslemiş. Charles Houston, Walter Bonatti, Fritz Wiessner, Peter Boardman, Joe Tasker, Doug Scott, Chris Bonington gibi dağcılık tarihinin büyük isimleri bile başarısızlıkla ve hayal kırıklığıyla geri dönmek zorunda kalmışlar. İlk tırmanışının İtalyanlar tarafından yapıldığı 1954 yılından sonra ikinci tırmanışı için 1977 yılına dek 23 yıl beklemek gereken K2’de, 1986 yılındaki, 13 dağcının hayatını kaybettiği o korkunç trajedinin ardından peşpeşe düzenlenen ve çoğu Abruzzi rotasını deneyen, tam 16 ekspedisyon eliboş dönmek zorunda kalmış. Büyük trajedilere saahne olan 1939, 1953, 1954, 1986 ve 1995 yıllarındaki ekspedisyonların ardından dağcılık tarihinin en büyük tartışmaları, spekülasyonları ve anlaşmazlıkları yaşanmış.

ÇILGIN BİR RİSK

2000 yılı Mayıs ayına dek 164 dağcının zirvesine ayak basabildiği K2 dağında, 57 dağcı da bu uğurda hayatını kaybetmiş. Bu son derece ürkütücü oran, K2’nin zirvesine ulaşanlardan 22 tanesinin, ya da bir diğer hesapla %13’ünün asla geriye dönemediği oranıyla birleşince, K2 dağını dünyanın en zorlu, en tehlikeli ve en ölümcül dağlarının başına yerleştiriyor. Yıllar önce, “Kar Leoparı” unvanını aldığım Sovyet Asya’daki tırmanışlarım sırasında, ikinci denememde dünyadaki 8. Solo tırmanışını gerçekleştirdiğim 7439 metrelik son derece zorlu ve tehlikeli Pobeda dağı, zirvesine çıkan her 6 dağcı için 1 dağcının hayatını kaybettiği 1 / 6’lık ölüm oranıyla en iyi dağcıları bile ürküten muazzam bir riske sahipti. K2’de 1 / 3’e fırlayan bu oran, K2’ye tırmanmak isteyen dağcıların matematiksel olarak çılgıncasına bir riske girmelerini gerektiriyor.

K2 DAĞININ İLK KEŞFİ

10 Eylül 1856 tarihinde, Hindistanın Büyük Trigonometrik Araştırması’nda görevli Teğmen T. G. Montgomerie, Kashmir vadisine bakan Haramukh dağının üzerine kurulmuş olan yaklaşık 5000 metredeki araştırma istasyonuna ulaşır. Ödülü, o güne dek hakkında pek az şey bilinen, kuzeyde, 130 mil uzaktaki Karakurum dağlarının muhteşem görüntüsü olur. Teodolitiyle hemen, diğer dağların arasından sıyrılan iki büyük zirvenin ölçüsünü alır ve notlarını yazdığı deftere, Karakurum dağlarına istinaden “K” kodunu verdiği, K1 ve K2 zirvelerini çizer.

Hemen göze çarpan iki zirvesiyle K1 dağının yerel adı olan Masherbrum daha sonra yapılan araştırmalarla bulunur. Montgomerie notlarına K2 için şöyle yazar; “Eğer yerel bir adı varsa, bu adı bulmak için her türlü çaba sarfedilecektir.” Ancak K2’nin yerleşim merkezlerine olan coğrafi uzaklığı ve onu uzaktan bile olsa görebilecek bir noktaya ulaşmanın zorluğundan dolayı, bu oldukça düşük bir ihtimaldir. Büyük Dağ anlamına gelen “Chogori” ise, yapılan araştırmalara göre, K2 için tarihsel bir yerel isim olmaktan ziyade, daha sonraki dönemlerde onun büyüklüğüne istinaden yapılan bir adlandırmadır.

İlerleyen dönemlerde K2 dağına bir isim bulma çabaları, Mount Albert, Mount Waugh, Montgomerie ve Gaudvin Austen gibi, o dönemlerin ünlü kişilerinin adını zaman zaman gündeme getirmiş. Neyse ki Gaudvin Austen haricinde hiçbiri fazla ciddiye alınmamış. O da zaten bir kaç haritaya girebilmesine ve bir kaç yazıda geçmesine rağmen, Royal Geographical Society tarafından kabul edilmeyince, K2 adı günümüzde dağın kabul gören gerçek adı olarak kalmayı başarmış. Gaudvin Austen’in adı ise bugün, K2’nin Güney Doğu yüzünün altından geçen buzulda yaşıyor.

Montgomerie bilmeden de olsa, yıllar içinde zorluklarla, tehlikeyle ve dağcılık tarihinin en büyük trajedileriyle eşanlamlı olacak dağların dağına gizemli ve çekici ismini veriyor.

…baştan aşağı kaya ve buz ve fırtına ve boşluk…

İtalyan dağcı Fasco Maraini, 1959 yılındaki Gasherbrum IV ekspedisyonunu anlattığı kitabında, gerçek bir dağcı duyarlılığı ve yaklaşımıyla, belki de dünyanın en sade ama etkileyici ismini o kadar güzel ifade etmiş ki, fazla söylenebilecek bir şey bırakmamış kimseye;

… K2, orijinini bir şansa borçlu olabilir, fakat bu öyle bir isim ki, çarpıcı orijinalliğiyle kendini anlatıyor. İnce bir fantazi tadıyla gizemli ve büyülü. Tartışılmaz kesinliği ve saflığıyla bu kısa isim çağrışımlarla öylesine dolu ki, soğuk hece bağlantısını yarıp geçmekle tehdit ediyor. Ve aynı zamanda öyle bir isim ki, imalı ve gizli bir içgüdü; ırk, din, tarih ve geçmişi bir yana atıyor. Hiç bir ülke, hiç bir enlem ve boylam, hiç bir coğrafya ve hiç bir sözlük kelimesi ona sahip çıkamıyor. Hiç, yalnızca bir ismin çıplak kemikleri, başta aşağı kaya ve buz ve fırtına ve boşluk. İnsanca olmak için hiç bir çaba sarfetmiyor. O, hem atomlar hem yıldızlar. O, ilk insandan önceki dünyanın, ya da son insandan sonraki yanmış, küllerle dolu gezegenin çıplaklığına sahip.

Tibet’te Din – Budizm’de Hac

TİBET’TE DİN

Tibet’in yazılı kaynakları 7. yüzyıla kadar gider, ancak göçebe kavimlerin İ.Ö. 2. yüzyılda bugünkü Tibet’te yaşadıkları biliniyor. Son elde edilen arkeolojik buluntulara göre ise, Tibet’in tarihi 50.000 yıl öncesi Neolitik çağa kadar iniyor. Tibet uygarlığının antik merkezi, bugünkü başkent Lhasa’nın 80 km. güney doğusundaki Yarlung vadisi olmuş.

Efsaneye göre, Tibet halkı, dişi bir göksel varlıkla bir maymundan türemiş. 6. yüzyılda Yarlung’un savaşçı kralı Namri Songsten, Tibet’teki dağınık kabileleri birleştirmeye başlamış. Daha sonra oğlu Songsten Gampo’nun önderliğinde güçlü bir imparatorluk haline gelen Tibet, neredeyse tarihi boyunca kuzey komşusu Çin’le defalarca çatışmış. Yine 7. yüzyılda Tibet’in başkenti bugünkü yerine taşınmış ve sanskritçe yazı dili kabul edilerek ilk kanunlar oluşturulmuş.

770lerde Tibet’e gelen ve Samye Manastırını ve ilk Budist üniversiteyi kuran Hintli Tantrik üstad Padmasambhava, Budizmin, Tibet’in eski ruhçu şamanist inanışı Bon dini karşısında iyice güçlenmesini sağlamış. 12. yüzyılda daha zayıf olan diğerlerinin yanısıra içinden, Nyingmapa, Sakyapa ve Kagyupa adlı 3 güçlü mezhep çıkaran Budizmden, 14. yüzyılda da Gelukpa mezhebi türemiş. Nitekim bugünkü Dalai Lama’lık mertebesi de bu mezhepten çıkmış.

BON DİNİ

Tibetliler yüzyıllar boyunca, Hint budizmi ile kendi eski dinsel pratiklerinin karışımından oluşan kendilerine özgü bir dinsel yorumu uygulamışlar. Bugün bile din, Tibetlinin gündelik hayatının merkezini oluşturur. Budizmden önce Tibetin yerel dini, Tönpa Shenrab tarafından kurulan, rahiplere ve şamanlara dayalı bir tür şamanizm olan Bon diniydi. Dağ geçitlerinin, toprağın, suyun, nehirlerin ve dağların ruhunu kontrol etmek için büyü kullanılırdı. Kurban törenleri ile desteklenen doğaüstü güçlerle işbirliği büyü sayesinde yapılırdı. Bon dinine göre, dünya üç küreye ayrılır; cennet, dünya ve yer altı. Cennette “Lha” adı verilen tanrılar, dünyada “Nagalar” ve yer altında da “Tsen” adı verilen şeytanlar yer alırlar. Bu inanışa göre pek çok kutsal ruh vardır ve çoğu efsane dağ tanrılarıyla ilintilidir. Kehanetlerin oldukça önemli bir yer aldığı ve içinde Hint ve İran etkileri bulunan Bon dininin merkezi, Tibetin batısındaki Shang Shung krallığındadır.

Budizmin gelmesiyle birlikte, her iki din arasında büyük bir üstünlük mücadelesi başlar. Bunun sonucunda Bon, Budizmden pek çok öğe alır ve yavaş yavaş ona benzemeye başlar, karşılığında da Budizm, Bon’dan aldığı etkiyle gelişir. Bugün Tibet budizmi, dünyanın diğer yerlerindeki Budist uygulamalardan bir takım farklılıklar gösterir ve kendi metodolojisi izlenir. Aynı kültürde yetişmiş iki dinin birbirlerine etkisi gerçekten de güçlüdür, hatta bugünün bir Bon manastırını bir Budist manastırdan ayırmak ilk anda zor bile olabilir. En gözle görülebilir farklılıkları, izleyicileri tarafından tapınağın çevresinde yapılan dönüşlerin, Budizmin aksine saatin ters istikametinde yapılması ve ters Swastika.

1997 yılında, Asya’da yaptığım motosiklet yolculuğu sırasında Sıkkım’da, burasının tek Bon manastırı olan, “ShurishingYudrung Kudragling” adlı manastırı gezme fırsatım olmuştu. Budist manastırların aksine, manastırın çevresinde yapılan turlar saat yönünde değil de tam ters istikamette yapılıyordu ve duvarlarda ters Swastika figürleri bulunuyordu.

BUDİZM’DE HAC

Budist hacılar, Lhasa şehrindeki Potala sarayının, kutsal dağ Kailas’ın veya diğer kutsal mekanların etrafında saat yönünde yapacakları “Korlam” adı verilen kutsal yürüyüş için, çoğu zaman uzun yolculuklar yaparlar. Din ve gündelik hayatın içiçe olduğu Tibetlinin yaşamında son derece önemli bir yeri olan bu hac yolculukları bazen son derece zor olabilir. Bazı hacı adayları, korlam’larını “kjangchag” ile yada daha açık olarak, tüm vücutlarıyla yere uzanıp tekrar ayağa kalkarak ve tekrar uzanarak ve sonra yine aynısını tekrarlayarak yapar. Özellikle, Buddha’nın doğduğu, Tibet takviminin 4. ayında (Mayıs) çok popüler olan korlam’ı uygulayan hacıların kutsal mekanların çevresinde dönmeleri, gezegenlerin güneşin etrafında döndüğü gibi, insanın da Buddha’nın etrafında dönmesini sembolize eder.

Tanrılara hediyeler verme geleneğinden gelişen “khata” yada beyaz örtüler, manastır ve türbe ziyaretlerinde, evlilik yada cenaze seremonilerinde kullanılır.

Elle, rüzgar, su veya sıcak hava gücüyle çevrilen, “manichorkor” yada dua tekerlekleri, Tibet Budizmine özgü bir uygulamadır. Elde taşınanından tutun da, Darjeeling’de gördüğüm 2.5 metre boyundaki gibi dev boyutlara kadar değişik ebatlarda olabilen dua tekerleklerinin üzerinde yazılı olan veya içinde saklanan elyazması kutsal mantraların her dönüşte evrene yayıldığına inanılır.

Çeşitli maddelerden yapılan 108 taşlı tesbihleri ellerinde hac yolculuklarını yapan hacılar, Buddha’nın adını söylemek için kutsal kabul edilen sayı olan 100 kez bunu yaparlar. Fazla 8 taş ise, saymada bir hata olursa unutulan yada kaybolan taşlar için kullanılır.

Köprülerde, çadırlarda, çatılarda veya yüksek dağ geçitlerinde hemen göze çarpan rengarenk dua bayrakları, etkileyici güzellikleriyle bambaşka bir lezzet katar bulunduğu yere. Dualar renkli kumaşlara yazılır ve rüzgarla birlikte evrene dağılır. 6 renkten oluşan dua bayraklarında kullanılan renkler de astrolojik olarak özellikle seçilmiştir ve kırmızı bayrağın ateşi, sarı bayrağın toprağı sembolize etmesi gibi her biri değişik bir element için kullanılır.

Himalayalarda katıldığım 4 sekizbinlik dağ tırmanışı ekspedisyonunda, tırmanış öncesinde, Budist Şerpalar tarafından gerçekleştirilen “Puja” törenlerinde, tanrılara yapılan sunumların arkasından kampın ortasına kurduğumuz direklere, tırmanışın kazasız – belasız geçmesi dileğiyle dua

bayrakları asardık. Çoğu zaman dileklerimiz yerine gelirdi de…

Demir kuş uçtuğunda ve tekerlekli atlar geldiğinde, Tibet halkı karıncalar gibi bütün dünyaya yayılacak ve “Dharma”, Kırmızı Adam’ın dünyasına gelecek.

Padmasambhava 8. yy.