Gece son derece sakin, durgun ve soğuk. Ancak ay ışığı olmadığı için sadece yıldızların ışığıyla oldukça karanlık. Bu yüzden ancak kafa lambalarımızın ışığıyla önümüzü görebiliyoruz. Yaklaşık 100 metre önümde ilerleyen Valdemar ve Meherban’ın izlerini ve ışığını takip ediyorum. Benim de yaklaşık 75 – 100 metre arkamdan Abele ve Marko’nun ışıkları geliyor.
İlk beş saat ki, gün ışığı yavaş yavaş ufukta kendini gösterene kadar ortalık dayanılmaz soğuk oldu, Gore-tex pantolonumla bir türlü parmaklarımı ısıtamadım. Belki de 10 kez durup Onesportlarımı çıkartıp parmaklarıma masaj yapmak zorunda kaldım. Donma duygusunu çok iyi bildiğimden, engellemek için elimden geleni yapıyorum. Ancak bu çaba beni yok yere yoruyor ve daha sonra çok ihtiyaç duyacağım sınırlı ve değerli enerjimi harcatıyor. Kaz tüyü tulumumu kaybettiğime nasıl yanıyorum anlatamam, ama bu şekilde denemeye herşeye rağmen razı olmuştum ve başıma bunun geleceğini zaten biliyordum. Yine de, ikide birde durmak zorunda kalmak ve Onesportları çıkarmak canımı iyice sıkıyor. Allahtan kramponları çıkartmadan, Onesportların iki fermuarını da sonuna dek indirerek ve sadece kramponların yan bağını açarak ayağımı botlardan çekmenin bir yolunu buldum da hiç değilse her seferinde kramponlarla uğraşmıyorum. Zaten son günlerde hızla değişen planlardan dolayı, Chris’in eğesiyle bir türlü denk gelemedim ve 1. – 3. Kamplar arasındaki kayalarda iyice körleşen kramponlarımı eğeleyemediğim ve tekrar sivriltemediğim için iyice tedirginim. Bunun üstüne bir de bu karanlıkta kramponları yanlış takmam ve kritik bir yerde çıkmaları göze alamayacağım kadar tehlikeli bir problem olabilir. İki krampon kırmış bir dağcı olarak bu durumdan da oldukça huylanıyorum ve emin olun hiç boşuna değil bu.
Güneş doğduktan sonra biraz daha rahatlıyorum ve soğuk birincil problemim olmaktan çıkıyor. Bu arada Meherban hem soğuktan hem de artık iyice yaklaştığımız ünlü ve korkutucu Bottleneck’ten (şişe boynu) iyice rahatsız olmuş durumda. Çok üşüdüğünü ve burayı emniyetsiz geçmek istemediğini söyleyip hızla inmeye başlıyor. Tırmanışın buradan sonrasında 4 dağcı kalıyoruz ve Bottleneck’in hemen altında biraraya gelip tırmanışın geri kalanını birbirimize daha yakın sürdürüyoruz. Hemen önümüzde dimdik yükselen bu dar geçiti sırayla tırmanırken, aklıma kaçınılmaz olarak 7450 metredeki 3. Kampımıza kadar kurduğumuz 96 tane sabit istasyon ve döşediğimiz binlerce metre ip geliyor. Aslında Valdemar’ın, taş düşmesi sonucu yaralanan Yüksek İrtifa Taşıyıcısı ve onu indirmek için giden diğer iki Yüksek İrtifa Taşıyıcısı, taşıdıkları malzemelerle 4. Kampa kadar gelebilseydi, yada bizim 3. Kampımızla birlikte kaybettiğimiz iki tane 50 metre, 6mm. ipimiz yanımızda olabilseydi durum çok daha rahat olurdu. Yine de içinde bulunduğumuz durum bu, biz de iyi – kötü adapte olmaya çalışıyoruz. Abruzzi sırtının 7450 metreden sonrasını yanımızda sadece 40 metrelik bir lider tırmanıcı ipi ile ve hiç bir yere sabit hat döşemeden, döşeyemeden tırmanıyoruz. K2 gerçek bir dağ, insanın konsantrasyonunu bir an bile elden bırakmasına, bir an dikkatini dağıtmasına izin vermiyor. En küçük bir hata, bir anda yüzlerce hatta binlerce metre aşağıya uçurabilir insanı. Ve K2’de bunun pek çok acı örneği yaşanmış bugüne dek…
Bottleneck’in üzerine vardığımızda, önümüze sola doğru yükselen travers çıkıyor. Derin kar ve göründüğünden çok daha dik olan parkur işimizi iyice zorlaştırıyor. Saatlerce mücadele ettikten sonra neredeyse belimize kadar batan bu traversi bitirdiğimizde, bu kez de neredeyse 75 – 80 derece yükselen dimdik sağ tarafı cam buz, sol tarafı ise biraz daha rahat olan bir bölüm çıkıyor karşımıza.
Artık zaman kavramını tamamen yitirmiş durumdayım, derin kar bizi umduğumuzdan çok daha fazla oyalıyor. Bundan bir ay önce, Güney – Güney Doğu Sırtından 7950 metredeki Shoulder’a (Omuz’a) tırmanan ve oradan da buraya çıkan ilk ekipteki 4 dağcının üçünde Oksijen desteği vardı ve bu durum onların işini çok kolaylaştırmıştı. Bugün, 3 hafta süren bir fırtınanın ve kar yağışının ardından, iyice yüklenmiş rotada ilk dağcılar olmak ve yer yer belimize kadar batan derin karda iz açmaya çalışmak bizi fazlasıyla zorluyor. Rotada zannettiğimizden çok daha uzun süre kalacağımızı yavaş yavaş anlamaya başlıyorum. Ancak yapacak fazla bir şey yok, ya geri döneceğiz, ki bunu bir opsiyon olarak düşünmüyorum bile, ya da zorlayacağız ve tahmin ettiğimizden çok daha geç zirveye varacağız. Bu durumda da en büyük sorun güvenli bir iniş yapmak olacak ki, onu da artık inerken düşüneceğiz. Öyle bir durumdayız ki, sadece tek bir şeyle mücadele edebiliyoruz; o anda karşımıza ne çıkarsa, sonrasını ise düşünemiyoruz bile. Yalnızca karşımızdaki engele konsantre durumdayız ve onu aşmaya çalışıyoruz. Bu durum bizi bir kapana bile soksa, kapanı nasıl aşacağımızı onunla karşılaştığımızda düşüneceğiz.
Yükselmeye devam ederek rotadaki tek sete benzer, nispeten düz yere varıyoruz. Burada kısa bir molanın ardından tırmanmaya devam ederek buzul çatlaklarının bulunduğu yere kadar geliyoruz. Bu yükseklikte buzul çatlakları pek tahmin edilen bir şey olmamakla birlikte, çok dikkatli olmak gerekiyor. Şu anda yaklaşık 8400 metredeyiz ve en çok susuzluk bizi perişan etmiş durumda, artık kar yemekten boğazım ağrımaya başladı.
Rotadaki en büyük buzul çatlağının üzerinden, içine düşmemeye özen göstererek büyük bir dikkatle geçiyorum. Hemen arkasından, dimdik ve cam buz, 10 metrelik çok tehlikeli bir bölüm başlıyor. Bir türlü bileme fırsatı bulamadığım kazmamı ve kramponlarımı bütün gücümle buza saplıyorum, yine de buz o kadar sert ki, sadece uçlarından çok az giriyor. Dengemi bozmamak için azami bir gayret sarfetmem gerekiyor. Bugün ikinci kez keşke iki kazmam olsaydı diyorum. Cam buzdan çıkınca rota tekrar rahatlıyor. Aşağıdaki kocaman buzul çatlağının, buzulda tırmandığım rotaya göre yerini iyice aklıma yazıyorum. İnerken, çok dik bir açıyla ve geri geri ineceğim bu buzulun altındaki çatlağı tam olarak göremeyeceğim. O yüzden yerini ezberliyorum. Artık zirveye gittikçe yaklaşmakla birlikte hala çok uzak görünüyor. Ancak buradan sonrasında herhangi bir teknik zorluk ve engel yok karşımızda. Bugünün teknik tırmanış problemlerini, onlarla tekrar inişte karşılaşmak üzere geride bıraktık.
Ağır ağır tırmanıyoruz, ağır ağır acele ediyoruz…
Yükseliyoruz, yükseliyoruz ve zirve sırtına varıyoruz. Sağ taraftan yaklaştığımız zirve sırtı sola doğru geniş bir kavis çizerek devam ediyor. Buradan sonra bile hala yolumuz var. Marko ve Abele hemen önümde, Valdemar ise biraz geride kalıyor. Bu arada saat 16:00 gibi, bizi buraya kadar ısıtan güneş, K2’nin heybetli kütlesinin arkasında kalıyor ve bizim bulunduğumuz Güneydoğu yüzünden ayrılıyor ve ortalık bir anda soğuyor. Bir an önce zirveye varıp, artık inişe geçmek istiyorum. Son metreleri nereden geldiğini bilmediğim ama bunca saatin ardından hernasılsa içime dolan bir enerji ve güç dalgası sayesinde çok daha rahat tırmanıyorum ve sonunda yıllardır hayalini kurduğum, zirvesine ulaşabilecek kadar iyi olup olmadığımı hep merak ettiğim, dünyanın en zorlu ve tehlikeli dağlarının başında gelen K2 dağının zirvesine, tırmanışa başladıktan 17 – 18 saat sonra, saat 17:00 sularında dünyadaki 175. dağcı olarak ayağımı basıyorum. Marko benden bir kaç dakika önce zirveye varıyor ve hiç oyalanmadan inişe geçiyor, Abele ile biraz zirvede kalıp fotoğraf ve video çekiyoruz.
Ne yazık ki, 7400 metredeki kampımızla birlikte kaybettiğim, 8 yıldır, Khan Tengri’den bu yana tırmandığım her zirveye çıkarttığım Türk bayrağımı, ve bu ekspedisyonun sponsoru SERANİT’in flamasını K2’nin zirvesine dikemiyorum. Kısmet değilmiş.
Zirve karlarının arasına, buraya gelmeden 3 ay kadar önce, Ağrı dağında nasıl olduğunu hala anlayamadığım, inanılmaz şanssız bir kazada kaybettiğimiz sevgili İskender’in, cenazesinde göğsümde taşıdığım o güzel yüzünün fotoğrafını gömüyorum. Bu sözü kendime aylar önce vermiştim ve bugün, dünyanın bu olağanüstü özel coğrafyasında, İskender’le olan kısacık ama benim için çok özel dostluğun yarım kalan çemberini kapatıyorum. Huzur içinde uyu dostum, ve hayatıma girdiğin için bir kez daha teşekkürler…
Zirvenin en güzel yanı, bir saattir kaybettiğimiz güneşi tam zirve sırtında tekrar buluyoruz ve içimizi ısıtıyor. K2’nin kuzeyinde kalan adını bile bilmediğim yüzlerce dağ çıkıyor ortaya. Yine de bu güzelliğe bile kanmayacak kadar önümdeki bu uzun ve zorlu inişin nasıl olacağını düşünüyorum. Çok mutluyum, ama aklımda hep inmem gereken rota var. Bir tırmanış asla zirvede değil, ama tekrar Ana Kampa inince sona erer. Bu tırmanışı dostlarımla ve sevdiklerimle paylaşabilmem ve onurunu yaşayabilmem için önce sağ salim geriye dönmem gerekiyor. Hele 1999 yılı sonuna dek K2’nin zirvesine ulaşan 164 dağcıdan 22 tanesinin, bir diğer hesapla %13’ünün asla geriye dönemediğini bilmek ve henüz bu istatistiğin sınırları içinde olduğumu düşünmek, gevşememi engelliyor. Önce güvenli bir şekilde bu inişi yapmalıyım.
Böylece fazla oyalanmadan inmeye başlıyorum, Valdemar’ın zirve için biraz daha yolu var. Abele onu zirvede bekliyor, Marko ise daha aşağıda, sete kadar inmiş. Dik buzulun altındaki büyük buzul çatlağına, aynen hesapladığım gibi son derece temkinli yaklaşıyorum ve tam üzerine kadar gelip dikkatli bir şekilde karşı tarafına atlıyorum. Aşağıdaki uzun dik buzuldaki ip inişini rahatça yapıyorum, ipin son kısmındaki boşluğu da dikkatli bir şekilde geçiyorum ve traversin başına kadar geliyorum. Bu arada hava da yavaş yavaş kararmaya başlıyor. Tek isteğim Bottleneck’i geceye kalmadan inebilmek, karanlıkta ve bu kadar yorgunken inemeyeceğim kadar tehlikeli ve zor bir yer burası. Zirveden dönerken Bottleneck’in üzerinden düşüp Güneydoğu Yüzünden binlerce metre aşağıya uçan şanssız dağcı Dan Culver’ın ve 1994 yılında Bottleneck’ten düşen Ukraynalı dağcının hikayelerini hiç aklımdan çıkarmıyorum.
Traverse kadar Marko’yu arkamda görüyordum ancak ondan sonra nedense kaybediyorum onu. Bottleneck’in yanındaki kayadan aşağıya inen bir ip vardı çıkarken gördüğümüz. O ipi daha hava tam kararmadan buluyorum, böylece burayı yandan da olsa inebileceğimi düşünüyorum. Ancak ip bir şekilde, aşağıdan da sabitlenmişti çıkarken gördüğüm kadarıyla. Zaten bu yüzden bu ipi kullanamamıştık ve emniyetsiz çıkmıştık Bottleneck’i. Aşağıdan özellikle sabitlenmediğini ve tesadüfen bir yere takılmış olduğunu düşünüyorum. Çünkü ipin bu halde bir yay çizecek şekilde döşenmiş olması anlamsız. Ağırlığımı verince takıldığı yerden kurtulacağını ümidediyorum, açıkçası başka şansım da yok. Gece karanlığında, kafa lambamı çıkartmadığım için hemen hemen hiç ışıksız sekizlimi takıp, Bottleneck’in sağ tarafındaki kayalardan inmeye başlıyorum. Ancak ip nedense aşağıdan kurtulmuyor ve bir noktaya kadar inip, gergin ipin ortasında biçimsiz bir şekilde kayalara doğru bastırıldığım bir halde sıkışıyorum. Yukarısının sağlam olduğuna eminim, buraya kadar beni tarttı, biraz debelenip aşağıdan kurtarmaya çalışıyorum ipi. Ancak hareket bile edemiyorum, üzerinde olduğum ip iyice gerilmiş durumda. Gore-tex pantolonumun cebinde küçücük bir çakı var, ona ulaşıp ipi alt taraftan bir yerden kesmeyi düşünüyorum. Derken bir anda ip aşağıdan kurtuluyor ve beni bir kaç metre düşürmekle birlikte hiç değilse içinde bulunduğum baskıdan rahatlatıyor. Neyse sonunda Bottleneck’i sağ salim indim, ancak şu anda çok daha önemli bir sorunla karşı karşıyayım. Zifiri karanlık ve hiç emniyet ipi bulunmayan dimdik sert kar hatta yer yer buz bir iniş. Üstüne üstlük artık yorgunluktan ve susuzluktan bayılmak üzereyim.
Buradan sonrasını çok iyi hatırlamıyorum. Bir şekilde iniş rotasının sol tarafına geçtim. Neden bilmiyorum, tanımadığım bir yere geldim, tırmanırken buradan geçmemiştik bile. Sanırım artık tamamen kontrolü eline alan dağcı içgüdülerim, burasının geceyi geçirmek için daha güvenli olduğunu düşünüyor. 4. Kamp belki de sadece 200 metre aşağımda, buradan normal koşullarda 1 – 1.5 saat içinde inebileceğim mesafede. Ancak bu halde inmemeye ve biraz dinlenmeye karar verdiğimi hatırlıyorum. Bu kadar uğraşıp, bu kadar badire atlattıktan sonra, bir son dakika kazası istemiyorum. Yorgunluktan dolayı bir hata yapıp, aşağıya uzanan dik buzuldan uçmaktan korkuyorum. Müthiş yorgunum ve bu haldeyken böyle bir kaza yapmam işten bile değil. Yanlış bir adım ve bu haldeyken durduramayacağım bir düşüşle yüzlerce metre aşağıya uçabilir ve K2 için sıradan bir istatistik olabilirim. Bunu istemiyorum. Hem daha herkesin üzerinde İskender’in acısı varken, İstanbul’dan ayrılmadan önce bir dostuma, K2’de düşmeyeceğime dair bir söz vermiştim ve bu sözümü tutmaya kararlıyım. Bugün de K2’de düşmeyeceğim…
Sırt çantamı ne zaman çıkardığımı ve nereye düştüğünü hatırlamıyorum, muhtemelen dik buzulda daha rahat uzanabilmek için çıkarttım ve gece buzulda uçtu gitti. Gecenin geri kalanında çoğu suyla ve sıcak bir çadırla, arada da Türkiye’deki dostlarımla ilgili halüsinasyonlar gördüğümü hatırlıyorum. Bir kaç kez uyandığımda, kendimi, 50 – 55 derece eğimli buzulda, kramponlarımı yanlamasına buzula takmış ve kazmamı buza saplamış bir halde, kazmamın üzerinde uyurken bulduğumu hatırlıyorum. Üç – dört defa da kazmam kendi kendine gevşeyip saplandığı yerden çıktığı için, aşağıya doğru kayarken uyanıp, can havliyle hemen kazmamı yine sapladığımı ve uyumaya devam ettiğimi hayal meyal hatırlıyorum.
Ayaklarımın çok üşüdüğünün hatta donmaya başladığının farkındayım ancak kendimi toparlamaya çalıştığım bu anda yapabileceğim pek bir şey yok.
Jack London, “Adem’den Önce” adlı kitabında, eski çağlarda insanların vahşi hayvanlardan korunmak için geceleri yüksek ağaç tepelerinde uyuduklarından bahseder. Ancak bazen uyku sırasında farkında olmadan, dengeli pozisyonunu kaybedenler ağaçtan düşer ve çoğu ölürler. Bazıları ise, şans eseri bu düşüşü sadece yaralanarak atlatırlar. Ancak uyku sırasında yaşadıkları bu şoku ve artık genlerine işlenen düşme korkusunu, kuşaktan kuşağa soylarına iletirler. İşte bazen geceleri uyurken, bir anda sanki düşüyormuşuz hissiyle uyanıp, kendimizi yatağa yorgana sarılmış halde bulmamız bu yüzdendir, atalarımızdan gelen bu düşme şoku, zaman zaman bizde tekrar eder. Benim soyumdan doğacak gelecek kuşaklar için üzgünüm ama, bazı geceler uykularında bu düşme duygusunu yaşamak zorunda kalacaklar.
Ruslarla tırmandığım günlerden bu yana, tırmanış sırasında kazmamı bileğime geçirdiğim gibi mutlaka emniyet kemerime de bir yardımcı iple bağlarım. Düşerken kazması bileğindeki halkadan kurtulduğu için, düşüşünü durduramayıp ölen çok dağcı gördüm. Hala da pek çok tecrübeli dağcının kazmasını sadece bileğine takarak tırmandığını görür ve hep şaşarım. Bir düşüş sırasında dağcının tek sigortası olan kazmayı kaybetmek, hemen hemen ölmekle eş anlamlıdır. Bu gece uyurken bile kazmamı hiç yitirmedim ve bu sayede uykumda bile düşmedim.
Halüsinasyonlarımdan en ilginci ise, inanılmaz güçlü bir “Deja Vu” duygusu. Yaşadığım bütün bu sıkıntıyı ikinci kez yaşıyor olduğum hissi sayesinde bu geceye daha kolay katlandım. Daha yeni yaşadığım, daha doğrusu yaşadığımı zannettiğim bu zorlu geceyi, yeteri kadar önlem almadığımdan dolayı ikinci kez yaşamak zorunda kaldığım için, uyku uyanıklık arasında bütün gece kendime kızdığımı hatırlıyorum. Bir de, bunu bir kez yaşayıp sağ atlattığımı düşünerek, nasıl olsa bu da geçecek ve yine sabah olacak diye, aynı şekilde bu ikinci geceyi de atlatacağımı aklımdan geçirdiğimi hatırlıyorum.
Bu şekilde yarı bilinçsiz durumda saatlerce uyukladıktan sonra biraz kendime gelmeye başlıyorum. Nerede olduğumu, dün ne yaptığımı, şimdi ne yapmam gerektiğini yavaş yavaş çözmeye başlıyorum. Bu arada, zirveyi bugün deneyecek olanların ışıkları artık iyice yakınıma gelmeye başlıyor. Zaten bir kaç saattir bu ışıkları, uyku uyanıklık arasında aşağıdan takip edebiliyordum, ancak benim için ulaşılmaz derecede uzaktaydılar. Derken üç kişinin ışığı artık konuşabileceğim kadar yakınımdan geçiyor. Biri Koreli dostum Hwang, uzaktan bile olsa onunla konuşunca biraz daha kendime geliyorum. Bu arada güneş de yavaş yavaş ufukta kendini göstermeye başlıyor. Böylece 8150 metrede, dik buzulda son derece yetersiz ekipmanla açıkta geçirdiğim geceyi sağ salim atlattığımı anlıyorum. Ancak ayaklarımı hissetmiyorum bile, parmaklarımın ciddi derecede donmuş olma olasılığı beni korkutuyor, ancak öyle bir durumdayım ki, parmaklarım bile ikinci, üçüncü önem sırasında şu anda. Artık yapmam gereken tek şey, inanılmaz yorgun olduğum dün geceye ve zifiri karanlığa kıyasla çok daha rahat ve güvenli bir şekilde 4. Kampa inmek. Korelilerin tırmandığı hatta girebilmek için, gece yarı bilinçsiz yaptığım yan geçişi bu kez tekrar geri yapıyorum. İniş sırasında ise, parmaklarımın çoğuna tekrar kan gittiğini hissediyorum. Hala bir kısmını hissedemiyorum ama en azından dik buzulda yattığım zamandan çok daha rahatlamış durumdayım.
4. Kampa vardığımda hemen Meherban’la paylaştığım çadıra girip, ocağın eritebildiği hızda su içmeye başlıyorum ve herhalde onlarca bardak içip ancak kendime geliyorum.
1997 yılında Solo olarak gerçekleştirdiğim Cho Oyu tırmanışında, muhtemelen o sezonun en hızlı tırmanışını yapıp zirveye ulaştıktan sonra, aynı gün Ana Kampa kadar inmiştim. Bunu yapabilen bir kaç Şerpa varmış, ama batılı dağcı sayısı yok denecek kadar az. Aynı gün rotada olan ve hemen hemen hepsi Oksijen kullanan dağcıların çoğunu çıkış sırasında, kalanlarını da inerken geçmiştim. Oysa burada, K2’nin zirvesine giden rotayı açmakla bu kadar uğraşmanın ardından, son derece güçlü bir ekip olmamıza rağmen, hiçbirimiz son kampa kadar bile inemedik. K2 gerçekten de müthiş bir dağ. Diğerlerinin hiçbirine benzemiyor. Onu atlatabildiğim için çok mutluyum. Dördümüz de, rahatlıkla ölümcül olabilecek K2’de, 8000 metrenin üzerinde, değişik yerlerde açıkta geçirdiğimiz geceyi sağ olarak atlatıyoruz. Bunda en büyük pay, elbette ki gecenin son derece durgun ve rüzgarsız olmasında. Hava koşulları bir değişseydi, hiçbirimiz sağ çıkaramazdık bu geceyi…
K2’nin zirvesine, karşımıza çıkan bütün beklenmedik zorluklara rağmen, bizi dünkü müthiş kararlılığımız ve irademiz çıkarttı. Ancak geceyi havanın değişmemesi sayesinde sağ olarak atlatabildik. Şans, bir kez daha ona en çok ihtiyaç duyduğumuz noktada devreye girdi. Teşekkürler, çok teşekkürler… Üniversite mezuniyetimizde çıkan yıllıkta bir dostum şöyle yazmıştı; “Qui Patitur Vincit” – (He) Who Endures, Wins) – “Kim ki dayanır, kazanır.” Dün gece, insanoğlunun asla ait olmadığı ve burada geçirdiği her saat, her dakika, kaçınılmaz olarak ölüme biraz daha yaklaştığı bir ortamda, hayatımın en zorlu dayanıklılık sınavını geçtim. İnsanın kemiklerime kadar işleyen soğuğa, aşırı yüksekliğe ve oksijensizliğe rağmen, dik rotada uyurken bile düşmemeye çalışarak, tamamen tükenmiş bedenimle buzun üzerinde bütün gece dayandım ve hala yaşıyorum, herşey bir yana, bundan daha önemli ne olabilir ki?