Dikey Limit

Bugünlerde vizyonda olan, K2 dağındaki bir kurtarma operasyonunu anlatan Dikey Limit adlı filmde yaşananların dağcılık anlamında ne derece gerçekçi olduğu son zamanlarda en çok duyduğum soruların başında geliyor.

K2 dağına tırmanma şansı yakalamış ve sağ kalmayı becermiş dünyadaki 167 dağcıdan biri olarak, (22 dağcı zirveye ulaştığı halde inememiş) bu konuyu açmak istiyorum.

Gerçek hayattaki dağcılıkla birebir kıyaslayacak olursak, filmde ciddi abartıların ve tipik Hollywood atraksiyonlarının bulunduğunu söylemek çok yanlış olmaz ancak sonuçta teknolojiyle çok iyi desteklenmiş ve sinema anlamında oldukça etkileyici bir film olduğu da bir gerçek.

Filme profesyonel bir dağcı olarak eleştirel bakacak olursam, şunları vurgulamam gerekir. Kurtarma operasyonuna giden ekibin, hızlarını azaltmaması açısından oksijen desteği almaması pek olası bir şey değil. Temiz bir tırmanış yapmakla, bir kurtarma operasyonu tamamen ayrı şeylerdir. En güçlü dağcılar bile, yüksek irtifa koşullarında, başkalarının hayatı için normal şartların üstünde bir performans göstermeleri ve riske girmeleri gereken durumlarda, (kendileri, ya da en azından kurtaracakları kişi için) oksijen desteği bulundururlar. 1995 yılında Everest dağına aynı gün birlikte tırmandığımız – ve daha sonra Annapurna’da hayatını kaybedecek olan – sevgili dostum Anatoli Boukreev bile, 1996 yılında Everest dağındaki tek başına gerçekleştirdiği kurtarma operasyonunda bunu yapmışken, onun klasının yanına bile yaklaşma ihtimali olmayan dağcıların oksijen desteği almadan böyle bir işe kalkışması bence pek olacak şey değil.

KURTARMAK MI İNDİRMEK Mİ DAHA ZOR

Bir de artık iyice tükenmiş bir ekibin, o yükseklikten ve o rotadan akciğer ödeminin ileri safhalarına yaklaşmış bir dağcıyı nasıl indirecekleri konusu emin olun o filmde izlediğinizden çok daha heyecanlı bir film olabilirdi, nedense o konuya hiç girmemeyi tercih etmişler. Everest’in zirvesinden dönüşte, bütün yorgunluğumuza rağmen, 8200 metreden 7900 metreye kadar iplerle indirdiğimiz ve burada aşağıdan gelen kurtarma ekibine teslim ettiğimiz Romanyalı dağcının kurtarma operasyonunda neler çektiğimizi bir ben, bir Rus rehber George, bir de Allah bilir.

Patlayıcı konusunun ve her ekibin nitrogliserin taşımasının beni de en az sizin kadar şaşırttığını itiraf etmeliyim. Buzulda bir gedik açmak için bu yöntemin uygun bulunması bence fantazi sınırlarını bile zorluyor. Bir arama operasyonunda patlayıcı kullanma fikri, ilk olarak 1924 yılında Everest dağının kuzey sırtı rotasında hayatını kaybeden Mallory ve Irvine’nin cesetlerini bulmak için ekip lideri John Noel’in aklından geçtiği halde, bugün için kabul edilebilecek bir teori bile değil.

Akciğer ve beyin ödemlerinden dolayı, belli bir yükseklikte mahsur kalan dağcıların filmde ifade edildiği kadar net bir zaman dilimi içinde ölecekleri savı da, ne yazık ki – ya da Allahtan, gerçek dışı. Filmin geçtiği K2 dağında, 8000 metrenin üzerinde, bir gecesi açıkta, uyku tulumsuz, çadırsız hatta kaz tüyü elbisesiz, oksijensiz (ve dexhametazon’suz – filmdeki mucize ! ilaç) olmak üzere, 45 – 46 saat geçirmiş biri olarak bu konuda kişiden kişiye, metabolizmalarının yeteneklerine bağlı olmak üzere, oldukça değişebilecek bir zaman aralığı gözlemlemenin gerçek hayatta daha doğru olacağını söyleyebilirim.

EKİP ARKADAŞININ İPİNİ KESMEK?

Bir de birilerinin kurtulması için, birilerinin ipi kesmesi konusu var ki, bir kaç şey de bununla ilgili anlatmak istiyorum. Filmde iki kez yaşanan olay, aslına bakacak olursanız dağcılık tarihinde bir hadi bilemediniz iki kere yaşanmış bir olaydır, yoksa öyle ikide birde dağcıların karşılaştığı bir durum değildir. Bilinen en popüler gerçek olay; Joe Simpson ve partneri Simon Yates’in başına gelen durumdur. Zorlu bir rotada yaralanan partnerini indirmeye çalışırken çok kötü bir pozisyonda, arkadaşının ağırlığının baskısı altında sıkışıp kalan Simon Yates, korkunç bir fırtınanın ortasında saatlerce deli gibi uğraşıp sonuç alamayınca artık arkadaşını tuttuğu ipi kesmek ve onu görmediği boşluğa bırakmak zorunda kalır. Bu olaydan yıllar sonra Simon Yates’i, bir gün Tien Shan dönüşü İstanbul’da evimde misafir etme şansına sahip olduğum için konuyu yakinen biliyorum. Her nasılsa Joe Simpson ölmez ve bir mucize eseri kırık bacaklarıyla sürünerek tekrar Ana Kampa ulaşır. Yaşadığı olağanüstü tecrübeyi anlattığı “Boşluğa Dokunmak” adlı kitabı yıllarca en çok satanlar listesinde yer alacaktır.

Arka planda K2’nin olağanüstü güçlü silüeti ile verilen Ana Kamp görüntüleri, parti, kalabalık, teknolojinin her türlü imkanına sahip yönetim çadırı, değişik bir takım olasılık hesapları gibi nosyonların, biraz abartılı olmakla birlikte, kabul edilebilir olduğunu düşünüyorum. Sunulan insan profillerini ise şaşırtıcı derecede olası bulduğumu söyleyebilirim.

ABARTILI AMA ÇOK BAŞARILI

Özellikle vurgulamak istediğim bir diğer konu ise, baş aktörün çift kazmayla yaptığı, uçan sincap benzeri uzun atlayış değil ama filmdeki diğer duvardan düşme, kayma, buzul çatlağına düşme ve çığ sahnelerinin son derece etkileyici olduğu. Sıradan bir dağcı psikolojisi ile, düşmek, kontrolsüz kaymak, giderek hızlanmak ve çığ altında kalmak duyguları, sonuçlarını çok iyi bildiğim ve bu güne dek kendimden uzak tutmayı becerebildiğim halde, dostlarımın düşüşünü ve çığ altında kalmalarını defalarca yaşadığım için, ilkel bir içgüdüyle her zaman korktuğum ve deli gibi çekindiğim uyarılar. Filmde bu sahneleri o kadar iyi çekmişler ki, onları izlerken midemin kasıldığını ve her tarafımın gerildiğini itiraf etmeliyim.

Sonuçta detaylarına girecek olursak, kurgusal anlamda bir takım hatalar gözlemlemek mümkün olmakla birlikte, sinema adına ve bambaşka bir dünyayı, dağcıların dünyasını, izleyiciye heyecan dozu yüksek ve görsel açıdan kesinlikle tatmin edici bir şekilde yaşatmak adına gayet iyi bir film olduğunu söyleyebilirim.

İlk fırsatta ikinci kez izlemeyi düşünüyorum…

Tunç Fındık Everest’e Gidiyor – Doğa Sporları (Artık) Okulunda Öğrenilir

TUNÇ FINDIK EVEREST’E GİDİYOR

Son günlerde, 1995 yılında Everest dağına tırmanış hazırlıklarıyla uğraştığım dönemdekine benzer bir heyecan dalgası var içimde. Bir dostum, üç hafta sonra çıkacağı yolculukla Everest dağını denemeye hazırlanıyor. Kaderin garip bir cilvesi mi desem bilemiyorum ama, belki de hayatımda ilk kez, zorlu ve tehlikeli dağlara giderken arkamda bıraktığım sevdiklerimin ve dostlarımın neler hissettiğini yaşıyorum. Bugüne dek hep giden kişi olarak, geride kalıp bekleyen olma duygusunu ilk kez tadıyorum.

Tunç Fındık’la dostluğumuz 10 yıl öncesine, Bilkent Üniversitesi yıllarımıza gidiyor. Bugüne dek kendimi ait hissettiğim iki gruptan ilki olan DOST’un (Doğa Sporları Topluluğu) başkanlığını yaptığım yıllarda, bir gün kulüp toplantımıza katılarak, dağcılığı öğrenmek istediğini söyleyen Tunç’un kendinden emin tavrını, yıllardır sürdürdüğü izcilik hayatının kendisine kazandırdığı doğayı tanıma ve onunla uyum içinde olabilme yetisini, ekip içindeki çalışkanlığını ve kritik anlardaki soğukkanlılığını daha ilk etkinliğimizde fark etmiştik. Ankara’da yaşayan hemen bütün dağcılar gibi, Tunç da ilk tırmanma deneyimini Hüseyingazi kayalıklarında yaşadı. Basit tırmanma, denge ve iple iniş tekniklerinin ilk derslerini birlikte yaptığımız Tunç’un, bugün geldiği noktayı görmek benim için çok hoş.

KAÇKAR VE ALADAĞLAR KİTABI

Türkiye’de, bir kısmını birlikte yaptığımız sayısız ilk tırmanışa ve yeni rotaya imza atan ve Türkiye’nin en çok dağa giden dağcılarının başında gelen Tunç, Türkiye dağlarını ve rotalarını o kadar iyi bilir ki, herhangi bir rota hakkında bilgi almak isteyenler çoğunlukla ona danışır. Önümüzdeki dönemde Kaçkar dağları ve Aladağlar’ın tırmanış rotaları ile ilgili çıkaracağı rehber kitapların, ve çevirisini yaptığı dağcılık literatürünün önemli kaynak kitaplarının, bu konudaki büyük eksikliği önemli ölçüde dolduracağına inanıyorum.

Meteksan Sistem ve Bilgisayar Teknolojileri A.Ş.’nin sponsorluğunda gerçekleştirilecek bir dizi tırmanışa başladı Tunç. Geçtiğimiz hafta tırmandığı, Türkiye’nin en yüksek doruğu Ağrı dağının ardından, dünyanın en yüksek dağı Everest’e ve son olarak da, Alplerin en yüksek dağı Mont Blanc dağına gidecek. Everest dağına Nepal tarafından, güneybatı rotasından yapılacak bu tırmanışın bir diğer önemli unsuru da, ekipte bir kolunu yitirmiş engelli bir dağcının da bulunması.

Tunç, altı yıl önce yaşadıklarımı yaşıyor bugün, benzer heyecanları, benzer korkuları, benzer ümitleri ve benzer coşkuyu. Everest’e giderken son yazdığım yazılardan birinde; “İş dağın sizi kabul etmesinde, gerisi yalnızca tırmanış.” diye yazmıştım. Dünyanın Ana Tanrıçası, o gün beni kabul ettiği gibi, İnşallah bu yıl da Tunç’u kabul edecek ve ona da sadece, çok iyi bildiği tırmanışı yapmak kalacak, adım adım…

Bütün kalbimle onu destekliyorum ve koşullar nasıl olursa olsun, bütün birikimiyle, yapabileceğinin en iyisini yapacağına ve Türk sporcusunu en iyi şekilde temsil edeceğine inanıyorum. Bol şans dostum, Allah yardımcın olsun.

DOĞA SPORLARI (ARTIK) OKULUNDA ÖĞRENİLİR

Akdeniz Üniversitesinin, 1993 yılında açılan Beden Eğitimi ve Spor Yüksek Okulu, kuruluşundan beri Dağcılık ve Doğa Sporları konularında da ders veriyor. Bugüne dek 450 kadar öğrenciye dağcılık, kaya tırmanışı, doğa sporları, izcilik, aletli dalış ve kayak sporlarını öğretmiş. Öğrenciler bu derslerde kampçılık, yürüyüş, orienteering (doğada harita ve pusula yardımıyla yön bulma), rüzgar sörfü, yelken (lazer ve katamaran), kano-kayak ve su kayağı gibi konularda yetiştirilmişler.

Okuldaki bütün öğrenciler eğitim süreleri içinde, her biri birer hafta süren doğa sporları, kış sporları ve su sporları kamplarına katılıyor ve öğrendiklerini pekiştiriyorlar.

Türkiye’nin ilk spor profesörü Sedat Muratlı’nın, son derece ileri görüşlü bir vizyonla, doğa sporlarına en uygun yörelerimizden Akdeniz bölgesinde, Antalya’yı pilot bölge olarak seçmesi, bu büyük hayalin gerçekleşmesinin ilk adımı olmuş. Sedat hocanın daha okulun kuruluş aşamasında, öğretim görevlisi olarak yanına aldığı, Türkiye’nin en iyi doğa sporcularından biri olan eski öğrencisi ve aynı zamanda AKUT’un Antalya ekibinin lideri Yılmaz Sevgül ve okul müdürü Prof. Dr. Kamil Özer, bu projenin lokomotifleri olarak 8 yıldır özveriyle çalışıyor.

TÜRKİYE’NİN EN YÜKSEK TIRMANIŞ DUVARI

Okula girdiğiniz anda gözünüze 15m. X 9m. ölçüleriyle, çok amaçlı tasarlanan, Türkiye’nin en yüksek yapay kaya tırmanışı duvarı çarpıyor.

Okulun deposunda 16 adet sert nehir kanosu, 80 çift kayak takımı, 8 adet aletli dalış takımı, 24 adet beş-mevsim çadır, 10 adet ellişer metrelik tırmanış ipi, çok sayıda uyku tulumu, mat, sırt çantası, kamp ocağı ve muhtelif teknik tırmanış malzemesi bulunuyor. Bunların dışında kalan ekipmanlar, birlikte çalıştıkları diğer eğitim kurumları tarafından sağlanıyor.

Bu bölümün mezunları, turizm ve eğitim sektörlerinde dağ rehberliği, nehir rehberliği, kayak öğretmenliği yapabiliyorlar, su sporları ve doğa sporları organizasyonları gibi alanlarda veya diğer spor yüksek okullarında ve eğitim kurumlarında öğretim görevlisi veya eğitmen olarak çalışabiliyorlar.

Profesyonel bir sporcu olduğum ve kendi çabalarımla bugüne dek pek çok ilke ve başarıya imza attığım halde, bu sporları okulunda öğrenen bu seçme gençlerin ve onların yetiştireceği kuşakların, ülkemize gelecekte çok daha güzel başarılar getireceğine inanıyorum. 1992 yılında 7010 metrelik Khan Tengri dağına toplama malzemelerle giderken, yüksek irtifa, beslenme, antrenman konularında hiç bir şey bilmiyordum. Oysa bu okulun mezunları, doğa sporlarının yanısıra, anatomi, spor fizyolojisi, spor beslenmesi, biomekanik, antrenman bilgisi, can kurtarma, rehabilitasyon ve ilk yardım gibi konularda da yetişerek, Türkiye’de doğa sporlarının ve alternatif sporların geleceğinin altyapısını bugünden hazırlıyorlar.

Bir Medya Yazısı da Benden (bu son yazımdı yayımlanamadı)

BİR MEDYA YAZISI DA BENDEN

Geçtiğimiz günlerde eski bir arkadaşımın vasıtasıyla bir kebapçının açılışına, ve yine bir başka arkadaşımın vasıtasıyla da bir video CD’nin tanıtım gecesine katıldım. Kebapçı, hoş, güzel ve lezzetli bir yerdi, umarım sahipleri ticaret hayatlarında beklediklerini bulurlar. Video CD ise tek kelimeyle muhteşemdi. Tanburi Necdet Yaşar’ın hayatını anlatan belgeseli nefesimizi tutarak izledik.

Klasik Türk Musıkisine özel bir ilgim olmadığı halde, bu çalışmadan hem çok keyif aldım, hem de çok şey öğrendim. Bütün emeği geçenlerin eline sağlık.

Peşpeşe gelen bu iki akşamda gözlemleme ve bir şeyler paylaşma imkanı bulduğum ve açıkçası pek tanımadığım bu iki farklı sosyal grupla, belirli bir sınır dahilinde dahi olsa, yaşadığım tecrübe beni biraz düşündürdü. Öncelikle, medyanın kebapçının açılışına duyduğu ilgi, benim için hayret edilir derecedeydi. Bill Clinton’ın Türkiye’ye Güvenlik Konseyi için geldiği dönemde, Sivil Toplum Örgütleri liderleriyle görüşme yaptığı toplantıda bile bu ölçüde bir medya ilgisi görmemiştim.

Medyanın magazin kanadı belli ki işini gayet iyi yapıyor ve bana göre her ne kadar çok gerekli ve çok faydalı değilmiş gibi görünse de, kendilerinden bu haberleri bekleyen izleyiciye konuyu en ince detaylarına kadar aktarmak için elinden geleni ardına koymuyor. Bu açıdan arkadaşları takdir etmek gerektiğini düşünüyorum. Açılışa her biri belli ölçüde bir üne sahip davetlilerin gelişi sırasında, zaman zaman öyle dalgalanmalar yaşanıyordu ki, her seferinde, “…yahu acaba tanımadığımız bir Türk büyüğü mü geldi…” demekten kendimi alamıyordum.

Magazin haberleri aslına bakacak olursanız, zaman zaman çok hoş ve keyifli olabiliyor. Benim bile televizyon izlerken bazen gözüm takılıyor, dolayısıyla öyle, “tü kaka” diye de nitelendirmiyorum. Belirli bir ölçüde magazinin, sosyal hayatta olması gerektiğinin ve üstlendiği görevin de farkındayım. Bütün dünyada sadece magazin haberleri için varolan yayın organları mevcut. Ancak medyaya bir bütün olarak bakacak olursak, Türkiye’de bu oranın biraz fazla olduğunu düşünüyorum. Bu konuyla ilgili çok yakın zamanda yaşanan tartışmaların bir kolu da zaten bu yöndeydi.

Klasik Türk müziğinin üstadlarından Tanburi Necdet Yaşar’ın hayatını anlatan belgesele medyanın gösterdiği, yok denecek kadar az ilgi, kebapçı ile kıyaslanınca, doğrusu ya benim için pek bir düşündürücüydü. Büyük müzisyen Yehudi Menuhin’in tanımıyla insanın gönül telini titreten, artık musıkinin son aşamasına ulaşmış üstadın müziğinden, tanburundan, Türk Klasik Müziğini dünyaya tanıtan kendine özgü üslubundan, hatta varlığından bile haberdar değilken, bilmem kimin amca oğlunun hangi kızcağızla gezdiğini, ya da X şarkıcısının Y türkücüsüyle nasıl atıştığını, aile içi meselemiz gibi yakından biliyorsak, bunun sorumlusunu çok da başka yerlerde aramamak gerekir diye düşünüyorum.

Son tüketici olarak siz, biz, hepimiz, bize hangi ürünün, ne ölçüde sunulacağının seçimi konusunda aslında zannettiğimizden daha fazla söz hakkına sahibiz. Ya bunu kullanmadığımız, kullanmayı bilmediğimiz, kullanamadığımız veya sadece kolayına kaçtığımız için, beynimizin, bize hiç bir faydası olmayacak sabun köpüğü bilgilerle doldurulmasına seyirci kalıyoruz.

Herkes herşeyi bilemez ve bilmesine elbette ki gerek yok. Buna bir itirazım yok ama beynimin içine doldurduğum onca gereksiz bilgiye rağmen, Tanburi Cemil bey, Necdet Yaşar ve hocası Mesut Cemil beyin ve onların meslektaşlarının sanatı ile bu kadar geç tanışmış olmanın sebeplerini kendimde aramanın daha doğru olduğunu düşünüyorum. Bundan sonra neyi, ne kadar, nereye kadar, ne zaman ve niçin öğreneceğime karar verme konusunda daha seçici ve bilinçli olmak istiyorum. Sanırım bunun yolu şimdilik, büyük puntolara, renkli ve büyük fotoğraflara değil de, daha küçük, arkada kalmış, mütevazı gibi görünen haberleri daha fazla dikkate almaktan geçecek.

Yeryüzü Cennetini Bize Sunmaya Çalışan Kadınlar

YERYÜZÜ CENNETİNİ BİZE SUNMAYA ÇALIŞAN KADIN KAŞİFLER

İnsanoğlu, yeryüzü üzerinde varolduğundan bu yana yaşadığı mekanı hep merak etmiş ve daha yakından tanımak istemiş. Muazzam bir esneklik, hareket kabiliyeti ve uyum yeteneği, ona bu dünyayı keşfetme yolunda hep yoldaşlık etmiş. Son buz çağının sonlarında, Bering boğazını geçip Amerika’ya göç eden kabilelerden tutun da, günümüzün modern kaşiflerine dek, insanoğlu hep benzer motivasyonlarla hareket etmiş bu yerkürenin üzerinde.

Cesaret, kararlılık, merak ve bilme arzusu, dostluk, tehlike ve riske girmenin heyecanı, yarışmanın zevki, bağımsızlık, hayal gücü, egonun tatmini, yüksek amaçlara hizmet etme duygusu gibi motivasyonlar, hemen hemen tüm kaşiflerde değişik ölçeklerde gördüğümüz itici güçlerdir.

Keşifler tarihine baktığımızda, erkeklerin arasında hiç de azımsanmayacak ölçüde kadınlara rastlarız. Hemen hemen aynı duygularla yollara düşen kadınlar, bazen eşlerinin yanında bazen de tek başlarına, yeryüzü dediğimiz bu cenneti bize sunmak için uzun ve zorlu yolculuklara çıkmışlar.

Tarihte yüzlerce örneği olan bu cesur kadınlar, fiziksel açıdan erkeklerden zayıf olmakla birlikte, uyum yetenekleri, esneklikleri ve yüksek motivasyonlarıyla hiç de erkeklerden aşağı kalmamışlar.

Madam İsabelle Godin, her ne kadar kendi isteğiyle bir kaşif olmasa da, koşullar onu Amazon’da sağ kalmayı başaran en önemli kazazedelerinden biri yapar.

Madam Godin, dünyanın tam şeklini hesaplamak için 1730’larda düzenlenen bilimsel araştırmada çalışan eşi ile birlikte Amazon’a gelir. Ancak beklenmedik hamileliği dolayısıyla, Amazon’dan çıkmak için yapması gereken zorlu ve uzun yolculuğu ertelemek zorunda kalır. Jean Godin bu yolculuğu eşini almadan yapar. Madam Godin uzun zaman sonra, bir Portekiz gemisinin, kendisini eşine götürmek üzere beklediğini öğenince, iki kardeşi, küçük yeğeni, biri doktor üç Fransız, üç hizmetçi, bir zenci köle ve otuzbir yerli taşıyıcı ve kürekçiyle yolculuğa başlar.

Herşey ters gider, buluşacakları gemi çiçek hastalığı salgınından dolayı gelemez, taşıyıcılar kaçar, kanolarını kaybederler. Sonunda gruptan yalnızca yedi kişi kalır. Bir raft yapmayı denerler, fakat o da batar, yürüyerek nehir boyunca ilerlemeye çalışırlar, ancak Amazon sözkonusu olduğunda bu hemen hemen imkansızdır, ormanda kaybolurlar. Sonunda teker teker hepsi ölür. Günler sonra, Madam Godin perişan halde nehri tekrar bulur ve iki yerli tarafından kurtarılıp tekrar kocasına kavuşur.

1800’lerin sonlarında, araştırmaları için Afrika’ya giden kadın antropologların sayısı erkeklerden fazladır. Bunlardan biri de Mary Kingsley’dir. Gezgin ruhunu babasından almış olan bu idealist genç kadın, Afrika kültürü ve gelenekleri üzerine yaptığı araştırmalarını, Batı Afrika kabileleri arasında geçirdiği yıllarda sürdürür ve bu kültürler hakkında çok önemli bilgiler verir. Güney Afrika savaşında esir düşen Boer’lere hemşirelik yaptığı dönemlerde, genç yaşında bu dünyadan ayrılır.

Orta Doğu’daki gezileri ve cesaretiyle adını duyurmuş olan gezgin Gertrude Bell, bu yüzyılın başlarında Arap kabilelerini ziyaret ederken, araplar, “Eğer bu bir İngiliz kadınıysa, İngilizlerin erkekleri nasıldır acaba” demekten kendilerini alamazlar.

Çocukken Jules Verne’in romanlarına hayran olan Alexandra David-Neel, bir gün herşeyini bırakıp Hindistan’a, Çin’e, Tibet’e, Himalayalara doğru yola çıkar. Onbeş yıl buralarda hayatını sürdürür, Tibet’li bir Lama’yı çocuk yaşta evlat edinir ve dünyanın bu bölgesini birlikte gezerler. Onu diğerlerinden ayıran en önemli özelliği gezginliği, kaşifliği değil de, Tibet kültürünü, Budizm’i çok iyi öğrenip çok az batılının öğrenebildiği iç bilgilerine ulaşması ve bu etkileyici kültürleri, inanılmaz bir akıcılıkla batı dünyasına tanıtması olmuştur.

İhtiyar dünyamızda olağanüstü yolculuklar yapan, inanılmaz tecrübeler yaşayan cesur kadınlar, farklı bakış açılarıyla yepyeni ufuklar açmışlar ve açmaya da devam ediyorlar.

Zaten dünyaya en çok gereken şey farklı bakış açıları değil mi?

CESARETSİZLİĞİMİZ ŞEYLERİN ZOR OLMASINDAN DOLAYI DEĞİLDİR, ASLINDA ŞEYLER BİZ CESARET EDEMEDİĞİMİZ İÇİN ZORDUR.

Seneca