Hadak Röportaj

AKUT YÖNETİM KURULU BAŞKANI NASUH MAHRUKİ

Ali Nasuh MAHRUKİ, 21 Mayıs 1968’de İstanbul’da doğdu, ilk ve orta öğrenimini Şişli Terakki Lisesi’nde tamamladıktan sonra 1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesi’nden, 2004 yılında Milli Güvenlik Akademisi’nden mezun oldu. Profesyonel sporcu, yazar ve fotoğrafçı olan Mahruki dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet sporları yapmaktadır.

Sovyet Asya’nın 7000 metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından KAR LEOPARI unvanı verilen Mahruki, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk müslüman dağcı ve YEDİ ZİRVELER projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısı oldu. 8000 metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmandı. 15 yıl aradan sonra Everest Dağı’na bir kez daha tırmandı. Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet seyahatleri yaptı.

Liderlik, takım çalışması, kişisel gelişim, kendini tanıma, hedef odalılık, kararlılık, disiplin, risk yönetimi gibi konularda motivasyon konuşmaları ve seminerler düzenlemektedir ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde “Takım Çalışması ve Liderlik” dersi vermiştir. Çeşitli gazete ve dergilerde köşe yazarlığı yapmıştır ve çeşitli televizyon kanallarında belgesel programları hazırlamıştır.

Arama Kurtarma Derneği – AKUT kurucu üyesi ve başkanı, Ulusal Güvenlik ve Stratejik Araştırmalar Derneği – UGSAD, Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi, Sualtı Araştırmaları Derneği – SAD, Gezginler Kulübü üyesi ve Ortak İdealler Derneği kurucu üyesidir.

Eserleri: Bir Dağcının Güncesi – Everest’te ilk Türk – Bir Hayalin Peşinde – Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi – Yeryüzü Güncesi – Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir, Kendi Everest’inize Tırmanın.

www.nasuhmahruki.com

* Dağcılıkla 1988 yılında Bilkent Üniversitesinde başladınız. Peki, neden Dağcılık?

Çocukluğumdan itibaren doğaya ve hayvanlara düşkün bir yapıya sahiptim ve onlarla her zaman rahat iletişim kurdum. Üniversiteye başladığımda tanıştığım dağcılık sporuyla birlikte doğada spor fikriyle tanıştım ve ilk andan itibaren hem yetenekli olduğumu fark ettim hem de çok keyif aldım. Üniversitede yeni kurulmakta olan dağcılık kulübünde en temel teorik ve pratik eğitimlerle başlayarak kendimi geliştirdim. Dağcılığın yanı sıra mağaracılık, aletli dalış, yamaç paraşütü gibi çeşitli doğa sporlarını da öğrendim ve büyük bir heyecan ve zevkle bu sporları yaptım. Dağcılık hayatım aslında denemeyle başladı, dağcılık kulübü kuruluyor yazılı basit bir duvar ilanının peşinden gitmeye karar vererek bir anlamda hayatımı değiştirmiş oldum. O yüzden üniversitelerdeki genç arkadaşlarıma mutlaka kulüp ve topluluk faaliyetlerine katılmalarını ve ilgilerini çekeceklerini düşündükleri alanları denemelerini öneriyorum.

* AKUT’un kurucularındansınız. Türkiye AKUT’u 1999 depreminde tanıdı. AKUT nasıl kuruldu?

AKUT’u biz 1994 yılında Bolkar dağlarında yaşanan çok üzücü bir olay sonrası kurmaya karar verdik. Yıldız Teknik Üniversitesinden 5 dağcı Bolkar dağlarında Medetsiz Dağı’nda bir kaza geçiriyorlar. Üçü bir şekilde dönüyor ama ikisinden haber alınamıyor. Bu haber üzerine o günlerde yetkin ve donanımlı çok sayıda dağcı bu çocuklar için bölgeye gittik. O zamanlar Türkiye’de böyle bir arama kurtarma takımı olmadığı için, bu tür bir kaza durumunda haberi alan dağcılardan uygun olanlar hemen evine gider, malzemelerini toplar ve ivedi bir şekilde bölgeye gider ve orada bir araya gelen dağcılarla birlikte doğaçlama bir şekilde gerekli arama-kurtarma çalışması yapılırdı. Bu olayda da öyle oldu, neredeyse 100 dağcı iki grup halinde 14 gün, dağların altını üstüne getirerek çocukları aradığımız halde bulamadık. Çoğumuz çok iyi dağcılardık ama arama ve kurtarma başka bir disiplinmiş. Bu acı olaydan sonra, dağlarda ve doğada oluşabilecek bu tür kazalara karşı bugünden örgütlenmeye, hazırlanmaya karar verdik. 1995 yılı araştırma ve öğrenme çalışmalarıyla geçerken, Türkiye’nin ciddi bir doğal afet tarihi olduğunu ve bu konuda önemli eksikleri olduğunu öğrendik.

Böylece, madem gönüllülükle çalışacak bir arama kurtarma ekibi kuruyoruz bunu neden sadece çok sevdiğimiz dağ ve doğayla sınırlandıralım ki diye düşündük ve ihtiyaç halinde deprem, sel gibi doğal afetlerde de gideriz devletimize, milletimize hizmet ederiz dedik. Bu düşünceyle, AKUT’un çalışma alanına dağ ve doğa sporlarında meydana gelebilecek kazalarla birlikte deprem, sel gibi doğal afetleri ve büyük kazaları da ekledik. İlk günden itibaren de bu şekilde çalışıyoruz.

* Marmara depremi başta olmak üzere birçok afette görev aldınız. Hayat kurtarmak nasıl bir duygu?

Hayat kurtarmayı herhangi başka bir şeyle karşılaştırmak mümkün değil. Çünkü yaşama şansı bitmiş ve artık onun için bundan sonrası olmayan birine, içinde bulunduğu ölümcül durumdan çekip alarak yeni bir hayat armağan ediyorsunuz. Dünyevi başka hiçbir şeyle kıyaslanabilecek bir duygu değil bu. Sadece kurtardığımız insanlar da değil bizim hayat içinde kesiştiğimiz, hayatına dokunduğumuz insanlar. Kurtardığımız insanların ailesi, çoluğu çocuğu, eşi, annesi, babası, dostları, sevdikleri de var. Bir kişiyi kurtarıyorsunuz ama yakınlarını da bir ömür boyu sürecek travmadan kurtarıyorsunuz. O nedenle hiçbir şeye benzemeyen çok özel ve bambaşka bir duygu.

* AKUT ve dağcılık faaliyetlerinizin yanında yazar ve fotoğrafçılık kimliğinizde ön planda. Fotoğrafçılığa nasıl başladınız?

Fotoğrafçılığa, dağcılığa başladıktan 1 yıl sonra başladım. Çünkü şunu fark ettim. Hafta sonları her öğrenci üniversitede kendine göre bir şeyler yaparken, biz de sürekli dağa, doğaya çıkıyorduk. Dalışa, tırmanışa, mağaraya ve kamplara gidiyorduk. Döndüğüm zaman da okulda, yurtta arkadaşlarıma anlatıyordum. Bir süre sonra ‘ben hakikaten çok güzel şeyler görüyorum – yaşıyorum’ dedim kendime. Bu anları belgelemek, fotoğraflamak ve daha güzel paylaşmak düşüncesiyle bir fotoğraf makinesi aldım. Aynı şekilde ilk andan itibaren çok keyif almaya başladım fotoğraf çekmekten ve dia gösterileriyle bunları paylaşmaktan. Herhangi bir eğitim almadım ama fotoğrafçılıkla ilgili çok kitap okudum, kendi kendime çeke çeke öğrendim, profesyonel fotoğrafçı oldum.

* HADAK kulübü bünyesinde kurulan ve eğitimlerine devam eden arama-kurtarma ekibimize ne gibi tavsiyeleriniz olacak?

Arama kurtarma konusunda öncelikle ekibi kuracağınız ve ulaşmayı düşündüğünüz bölgedeki yerel ihtiyaçları tespit etmenizi öneririm. Biz de AKUT’ta böyle çalışıyoruz. Ekiplerimiz kendi bulundukları yerel bölgelerdeki fiziksel ihtiyaçları ve coğrafi şartları tespit ediyorlar ve eğitim, lojistik, planlama gibi arama ve kurtarma çalışmalarına bizi hazırlayacak tüm konuları da bu gerçek ihtiyaçlara göre oluşturmaya çalışıyoruz. Mesela Antalya ekibi yaz aylarında çok yoğun çalışıyor. Antalya milyonlarca yerli ve yabancı turist çekiyor, bunların içinden bir kısmı yamaç paraşütü, yürüyüş, tırmanış gibi doğada yapılan etkinliklere katılılıyorlar, haliyle zaman zaman da kazalar yaşıyorlar. Antalya ekibimiz genelde bu tür olaylarda çalışıyor. Marmaris ve Bodrum ekiplerimiz orman yangınlarında ve yine doğada meydana gelen kazalarda çalışıyorlar. Bingöl ekibimiz, kış aylarında kapalı köy yolları nedeniyle kar motosikletiyle köylerden kente, hasta nakillerinde yoğun olarak çalışıyorlar. Rize ekibimiz, bölgedeki trafik kazalarında çok çalışıyor. İstanbul ve Kocaeli ekiplerimiz deprem arama kurtarma konusunda kendini çok iyi geliştirmiş durumda. Yani bulunduğunuz bölgedeki eksikliklere ve ihtiyaçlara göre organize olmalısınız. Öncelikle Kayseri ve çevresinde geçmişte en fazla ne tür olaylar olmuş, kaza istatistiklerine bakın. Ne tür kazalar, afetler meydana gelmiş, onlara göre lojistiğinizi ve eğitiminizi hazırlayın. Öncelikle Erciyes Dağı için bir dağ kurtarma ekibi şart. Bizimde Kayseri’de bir ekibimiz mevcut zaten. Erciyes Dağı ve o bölgedeki olaylara müdahale ediyorlar. Bunun haricinde daha detaylı baktığınız zaman Kayseri ve çevresinde başa gelen başka olaylarda ortaya çıkacaktır. Bunları tespit edip onlara yönelik çözüm üretebilecek çerçevede bir araya gelmeniz gerekir. Planlamanızı, antrenmanlarınızı, araçlarınızı ona göre tasarlamanız en doğrusu olur.

* HADAK kulübümüz tarafından bu yıl 17.si gerçekleştirilecek olan Sütdonduran kamp faaliyeti hakkında neler düşünüyorsunuz?

Keşke zamanım olsa da ben de katılabilsem ancak yoğun bir programım var ve ne yazık ki pek kolay olmuyor artık bu tür buluşmalara katılmam.

Bu tür dağcıları ve doğa severleri doğada bir araya getiren aktiviteleri çok takdir ediyorum. Özellikle dağcılıkla ilgili problemlerin konuşulabilmesi için insanların bir araya gelmesi, birbirini tanıması, iletişim kurması çok önemli. Bu tür çeşitli bölgelerden dağcıların da davet edildiği geniş katılımlı etkinlikleri çok önemsiyorum. Ne yazık ki bizim camiamızın büyük problemleri var. Hiç biri çözümsüz değil ama insanlar bir araya gelip üzerinde konuşup tartışamadığı için pek bir yol kat edemiyoruz. İnsanları dağda, doğada bir araya getiren bu tür aktivitelerle birbirimizi daha yakından tanısak çok rahatlıkla aynı fikirlerde olabileceğimiz ortaya çıkıyor. O nedenle bu tür sosyal buluşmaları çok önemsiyorum.

* Söyleşimizin sonunda dağcılıkla ilgili olarak gençlere ne gibi tavsiyeleriniz olacak?

Dağcılıkta ilgili olarak ilk akılda kalması gereken kural, dağcılığın riskli ve tehlikeli bir spor olduğudur. Bu sporu yaparken insanlar yaralanabilirler, sakatlanabilirler hatta daha kötüsü de olabilir. Ancak iyi bir eğitim alırlarsa, kendilerini ve yeteneklerini adım adım geliştirerek devam ederlerse, dağcılığın pek çoğu kanla yazılmış kurallarını iyi öğrenirlerse, bir de doğanın ve dağların koyduğu kurallara saygı duyarak dağcılık yaparlarsa, olağanüstü bir kişisel gelişim ve kişisel büyüme fırsatını da beraberinde yakalayacaklardır. Dağcılık sporunun kişiye kazandırdığı disiplin ve içsel değerler, hem fizik olarak hem ruh olarak hem de duygu olarak sıra dışı bir gelişim sağlayacaktır. Bu gelişimden hayatlarının diğer alanlarında da çok faydalanacaklardır. O nedenle dağcılığa ilgisi olan arkadaşlara kesinlikle kendilerine bu fırsatı vermelerini ve denemelerini öneririm. Ama mutlaka güvenilir ekiplerle, tecrübeli ve uzun yıllar dağcılık yapan, dağcılık eğitimi verme konusunda donanımlı kişilerin ve kulüplerin nezaretinde başlamalarını öneririm. Eğer keyif alır ve devam ederlerse de kişiliklerine başka hiçbir şeyin kazandıramayacağı kadar çok şey kazandırırlar. Dağcılık tüm fiziksel ve psikolojik zorluklarının yanında sonuçta bir tecrübe sporudur, ne kadar çok ve ne kadar farklı koşullarda dağlara giderlerse o kadar iyi dağcı olurlar.

Pozitif TV Röportaj

Bölüm 1

Bir lider, bir kar leoparı, bir gezgin, bir dağcı, bir yamaç paraşütçüsü, bir dalgıç, bir yelkenci, bir sosyal girişimci… Geliştrend’in bu haftaki konuğu Nasuh Mahruki. Akut nasıl ortaya çıktı, hangi olayla kendini gösterdi. Dağcılıkla başlayan Akut serüveni… Akut’un çalışma yaptığı diğer alanlar nelerdir? Arama kurtarmanın zorlukları nelerdir? Akut’a katılmak isteyen gönüllülerde olması gereken vasıflar nelerdir?

Bölüm 2

Akutun bünyesindeki kurslar nelerdir? Akut’ta liderliğin önemi… Akut’un disiplinleri nelerdir? 2009 yılında yapılan operasyonlar ve kurtarılan insanlar… Akut’a devlet desteği var mı? Akut’un siyasi örgütlenmeye karşı duruşu… Nasuh Mahruki’nin liderlik tanımı ve en üst düzey hedefi neydi? K2’nin Nasuh Mahruki için önemi nedir? Profesyonellikte süreklilik ve sürdürülebilirlilik kavramları…

Bölüm 3

Nasuh Mahruki ve fotoğrafçılık… Depremde kulanılan teknik malzemeler nelerdir? Ekip ve motivasyon… Haftalık operasyon ortalamaları kaçtır? Nasuh Mahruki gönüllülerin ödüllendirilmesine neden karşı? Akut’a karşı karalama kampanyaları… Evereste çıkan ilk müslüman Türk dağcı… Rtük’ün Akut’a karşı olan tavrı… Akut’un kendini döndürme yöntemi nedir? 2000-01-02 neden Nasuh Mahruki’nin en zor dönemiydi? Hangi gazeteler ve yazarlar Akut’a karşı politika izlediler.

Bölüm 4

Sivil Savunma ve Akut arasındaki bir sürtüşme var mı? 99 Depremi ve Akut. Akut’a bağışlanan paralara el koymak isteyen kimdi? Akut’a karşı olan karalama kampanyası, Akut’da nelere maal oldu? Akut’un hayatımıza kattıkları nelerdir? Bir liderde olması gereken vasıflar nelerdir? Nasuh Mahruki ve ticaret. Nasuh Mahruki kimi rol model olarak aldı?

Bölüm 5

Akut’un hedefleri nelerdir? Nasuh Mahruki daha önceden aldığı riskleri şimdi tekrar almak ister mi? Tırmanılmış bir dağa tekrar tırmanmak ve bunun felsefesi… Yanardağ tırmanışları… Gönüllü sayısını artırmak için neler yapılabilir? Akut’a karşı olan yayın organları ve şahıslar… Teknoloji ve okutun ihtiyaçlarının karşılanması… Silahlı Kuvvetler ve Akut ilişkisi… Akut ve sponsorluk…

Bölüm 6

Nasuh Mahruki ve ekonomik hayatı. Neden hiç üşenmiyor? Nasuh Mahruki’ye gore hayat nasıl olmalı, nasıl yaşanmalı? Nasuh Mahruki’nin zavallı hayat kavramı… Akut ve Akom ilişkisi… Acil durumlarda iletişim ve ulaşımın önemi… Toplumsal hayatın ilerleyişi nasıl olmalı? Nasuh Mahruki’nin korku kavramı ve K2’de ölümle burun buruna geldiğinde hissettikleri…

Bölüm 7

Bingöl Ekibi ve Veysel’in hikayesi… Akut’dan önce ve Akut’dan sonra Bingöl… Yaşamın önemi ve insanların yaşama hakları… Akut eğitimini nereden aldı? Nasuh Mahruki, Kar Leoparı ünvanını nasıl aldı? Hayatta ilk olmanın önemi… Kurtarma sırasında karşılaşılan zorluklar nelerdir? Gönüllülerin operasyon sırasındaki davranışları nasıl olmalıdır?

Bölüm 8

Akut’un sosyal medyadaki yeri nedir? Nasuh Mahruki hangi gazeteleri ve hangi yazarları takip ediyor… İnternetin önemi… Akut’un sivil toplum kuruluşu olma yolunda ilerlemesi… Hayatta farkındalıkların önemi… Kazan kaybet ilişkilerinin zararları nelerdir? Kazan, kazan, kazandır felsefesi…

Bölüm 9

Nasuh Mahruki’ye Nasuh Mahruki’nin burcu nedir? Tırmanma sırasında insanda oluşan fiziksel değişiklikler nelerdir? Yeni kitabıyla ilgili neler söyledi? Bir konuda uzman olmak için ne gerekir? gore risk nedir? Hırs ve kararlılık kavramları… Genel destek ve bağışlar bir değerlendirmeden geçiyor mu? Her kurumun yada bireyin bağışı kabul edilir mi? Akut’un taviz vermeyeceği en önemli konu nedir?

Nasuh Mahruki: Dünya yaşadığınız mahalleden ibaret değil

AKUT Başkanı, Kar Leoparı, yüksek irtifa dağcısı, dalgıç, fotoğrafçı, yazar… Kimden bahsettiğimi biliyorsunuz pek tabii ve bu sıfatlarını daha çok uzatabileceğimi de: Nasuh Mahruki. Deneyimlerini paylaşmak için şimdiye dek beş kitap yazan ve altıncı kitabı da yolda olan Mahruki… “Kendinizi ve yaşamı bilmek için önce tanımalısınız, tanımak içinse dağlara tırmanmalısınız, denizlere dalmalısınız, yükseklerden uçmalısınız, ruhsal ve bedensel limitlerinizi öğrenmeye çalışmalısınız, riske girmelisiniz, ya da en kolayı gezmelisiniz” diyor.

“Bence ilk fırsatta toplayın çantanızı ve olabildiğince uzaklara gidin, ilk anda çok zor gibi görünse de ilk adımı attıktan sonrası çok kolay gelir. Dışarıda olağanüstü güzel bir dünya var, kendinize bu şansı verin, sonuçlarına inanamayacaksınız” diyen Nasuh Mahruki ile gezgin olmak üzerine söyleştik.

Öncelikle siz kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz? Dağcı, gezgin, AKUT Başkanı, yazar, fotoğrafçı… Bu ayırımı yapmayı pek tercih etmiyorum aslında. Çocukluğumdan beri kendi yaşamımı çok boyutlu ve renkli bir yaşam kurgulamayı istemiştim: Birçok ilgi alanım olsun, farklı alanlarda kendimi geliştireyim, biraz onda biraz bunda kendimi ifade edeyim istemiştim. Everest, K2 gibi üst düzey başarılı tırmanışlar yaptığım, Kar Leoparı gibi bir sıfat aldığım için dağcılık çok ön plana çıktı.

Bu saydığımız şeylerden biri bile biz fanilere için çok zor gelirken, siz hepsini aynı bedende gerçekleştiriyorsunuz…İnsanlar genellikle bir ana disiplinde iyi işler yapıyorlar. Birkaç farklı disiplinde iyi işler yapınca şaşırıyor herkes ve o yüzden tanımlamak da zor oluyor. Ben size sivil toplum gönüllüsüyüm, dağcıyım, fotoğrafçıyım, yazarım, yelkenciyim, liderlik ve takım çalışması üzerine dersler veriyorum deyip atamıyorum. Çünkü bunların hepsini hayatımda merkezde tutuyorum. Merkez kayıyor zaman zaman. Hangisiyle ilgili önemli bir proje varsa, o dönem o merkezde kalıyor.

Peki bu durum bir bölünmüşlük hissi yaratmıyor mu sizde? Hayır. Çünkü hayatımı çok kuvvetli değerler kültürü üzerine inşa ettim. Düzgün, erdemli, sorumluluk duygusu gelişmiş bir insan olmak, sağduyulu davranmak gibi… Her ne yaparsam yapayım hepsini bu temel değerler üzerine inşa ettiğim için hiç böyle bir sorun yaşamadım.

“Hep net hedeflerim oldu”

Çok klişe belki ama sormadan edemeyeceğim: Herkesten farklı olarak sizi bunları yapamaya iten şey nedir? Ben herkesten farklı olduğumu düşünmüyorum açıkçası. Ben de kendi yetenekleri çerçevesinde kendimi ifade etmeye çalışan bir insanım. En iyi olduğum alan neyse, kendimi en çok hangi konuda başarılı, mutlu, tatmin olmuş hissedeceksem kaynaklarımı oraya aktardım. Farkım ve avantajım konusunda şunu söylemek daha doğru olur: Yeteneklerimi çok erken yaşta keşfettim. Yüksek irtifa dağcılığında ve bu tür sporlarda başarılı olabileceğimin öngörüsünü 20 yaşında edinmiştim. Üniversiteyi bitirir bitirmez hayatımı kurgularken, bu öngörü, farkındalık üzerine inşa ettim hayatımı. O yüzden şansım yüksek oldu. Bir de kaynaklarımı ve zamanımı boşa harcamadan hedef odaklı çalıştım. Hep net hedeflerim oldu.

Bir sıfatınız da gezgin. Gezgin olmak nedir? Yaşadığınız dünyayı tanımak için, evinizden, yaşadığınız ortamdan, kendi güvenlik alanınızdan çıkıp yollara düşmek. Gezgin olmak merak duygusuyla tetiklenen bir şey: Uzaklarda nasıl yaşıyorlar, kültürleri nasıl, hayatlarını nasıl kurgulamışlar diye merak etmek gerekiyor. Ama bunları sadece kitaplardan, televizyondan, internetten değil, birebir deneyimleyerek, yaşayarak öğrenmeyi de istemek gerekiyor. Gezi kültürünün insanın kendini geliştirme konusunda çok önemli bir yeri olduğunu düşünüyorum. Çok eski bir laftır: Çok gezen mi bilir çok okuyan mı? Gezmek insanların hayatında hep çok önemli bir yer işgal etmiş. Bunu yapabilmek için de kendi güvenlik alanınızın dışına çıkmayı göze almanız lazım.

Prens Andrew Şili’de

Bir yazınızda “Gençliğinde büyük gezi tecrübesi olanların, yaşamlarını verimli ve sağlıklı kurguladıklarını gördüm” diyorsunuz… Biliyorsunuz; ilerde kral olacak olan, titizlikle korunan, özenle yetiştirilen İngiltere prensi Andrew’u 19 yaşındayken, Şili’ye gönderdiler. Buradan bir çalışma kampında çalıştı. Başka bir ülkede, başka bir coğrafyada, kraliyet ailesinin güvenlik alanı dışında, kendi sorumluluğunu kendisi taşıyacak şekilde… Bu ciddi bir vizyon kazandırıyor, çocuğa, gence. Ve batı kültürü bunu çok yapıyor.

Benim de böyle bir şansım oldu: Ben de 19 yaşındayken Norveç’e gittim. Zihinsel engellilerin bakıldığı bir çalışma kampına katıldım. Ondan sonra dünya görüşüm değişti. Çünkü böyle bir tecrübeden sonra dünyayı tanıyorsunuz, başka insanların, yaşam şekillerinin, kültürlerin varlığını öğreniyorsunuz. Tüm bu deneyimlerden sonra kendinizi daha sağlıklı konumlandırabiliyorsunuz. O zaman sizin yaşadığınız mahallenin kurallarının evrensel olmadığını görüyorsunuz. Dünya vatandaşı, ama yaşadığınız toplumunda bir bireyi olarak daha sağlıklı pozisyonunuzu tanımlayabiliyorsunuz.

Kendi yeteneklerinizi erken yaşta keşfetmenin dışında, bir de kendinizi geliştirmek konusunda tutkunuz olması lazım. Kendinizi geliştirmek için okuyorsunuz, düşünüyorsunuz, tartışıyorsunuz. Tüm bunlar insana bambaşka bir açılım getiriyor, kendinizle ilgili bir farkındalık, yaşamı, dengeleri, dünyayı daha iyi tanıma fırsatı veriyor. Düşünsenize hiç evinden çıkmadan Afrika’nın bir köyünde yaşayan bir adam için dünya o kadardır. Ama aynısı bizim için de geçerli. Bugün İstanbul’da aynı gazeteleri okuyan, televizyonları seyreden, aynı kafelere giden bir genç grubu düşünün onların dünya görüşü o kadar olur. Bizim kendi çabalarımızla etrafımızdaki dünyayı açmamız, genişletmemiz ve vizyonumuzu geliştirmemiz lazım.

Seyahat isteği bastırılamayınca

Nasıl geziyorsunuz? Motosiklet, bisiklet, gibi araçları kullandığınızı biliyoruz. Konforlu yolculuklar değil sizinkiler…

O kadar çok araç kullandım ki; bisiklet, motosiklet, yelkenli… 20 yaşındayken, Ağrı, Doğubeyazıt, Tatvan, Muş, Bitlis, yani ülkenin doğusunu otostopla gezmiştim.

Gitmeyi hedeflediğiniz yerlere gitmeden önce rotanız belli oluyor mu yoksa yol beni nereye götürürse diye mi çıkıyorsunuz yola? Genelde bir ana eksen belli oluyor. Mesela Kuzey Hindistan’a gideceksem hangi rotayı izleyeceğim, hangi şehirlerden geçeceğim belli oluyor. Onun içinde serbest bırakıyorum kendimi. Çünkü bir insanla tanışıyorsunuz ve o yerde daha uzun kalabiliyorsunuz. Ya da bir yerde daha uzun kalmayı planlıyorsunuz, bir festival haberi alıyor ve o tarafa doğru yola çıkıyorsunuz. Ana ekseni kurgularım, detayları akışa bırakırım.

Yalnız gezmeyi mi tercih ediyorsunuz? Aslında hiç öyle bir tercihim yok. Bahsettiğim gibi Türkiye’nin doğusunu otostopla gezerken tek başımaydım. Çanakkale, Biga Yarımadası’nı üç arkadaş bisikletle gezmiştik. Motosikletle İstanbul’dan kız arkadaşımla birlikte Sıkkım’a kadar gittik. Sonra o uçakla döndü ben yalnız döndüm. Tibet’e motosikletle 5 kişi gittik. Yani hiç öyle bir tercihim yok. Nasıl projelenir, nasıl gelişirse öyle gidiyorum. Her türlüsünü de çok seviyorum.

Yalnızca gitmek için gittiğiniz oldu mu? Zaman zaman seyahate çıkmak ve dolaşmak isteği insanın içine doğuyor ve bunu bastıramaz hale gelince de daha önceden plan yaptığım ya da görmeyi istediğim bir yeri gündeme alıp oraya doğru yola çıkıveriyorum. Aslında çıkışım ve sonrası plansız gibi görünüyor olabilir ama daha önceden düşündüğüm, arzuladığım bir yer olduğu için bir hedef ve amaç oluyor gitmelerimde. Tamamen amaçsız olarak yola çıkma benim için pek mümkün değil.

İnsanın en büyük özelliği paylaşması

Gezmek ve yazmak… Anlatarak yaşadıklarınızı daha mı var kılıyorsunuz? Paylaşmak çok önemli. Dünyada pek çok insana nasip olmayacak şeyler yaptım ben. Dağcılıkda, motosiklet seyahatlerimde, arama kurtarmanın değişik alanlarında… Ve bunları ancak paylaşırsam, başkalarına aktarırsam o döngünün tamamlanacağına inanıyorum. Yoksa bir tek ben yaşarım kimsenin de haberi olmaz. Ama insanın en büyük özelliği yaşadıklarının paylaşması ve kendinden sonrakilerin bir adım önceden başlamasının sağlamasıdır. Mesela ben yüksek irtifa dağcılığına başladığım zaman Türkiye’de bunu sorabileceğim kimse yoktu. Ben Everest’e çıkarken kimse 8000 metreyi hayal bile edilemiyordu. Kimseden bir şey öğrenemeden gidip, kendimi o bilinmezliğin ortasına attım. Ama benden sonrakiler daha rahat olsun diye hep yazdım. Hatta Everest’e gidenler benim kitabımı okudular, onlar için başvuracakları bir kaynak oldu. Motosiklet seyahatinden sonra Asya Yolları kitabını yazdım ve birçok kişi daha motosikletle aynı rotayı takip ederek gezdi. Bunları bana anlattıkları zaman çok hoşuma gidiyor, o zaman yapmaya çalıştıklarım amacına ulaşmış diye düşünüyorum.

Alaska güzel, Hindistan renkli

Dünya üzerinde nereleri gördünüz? 60 civarı ülkeye gittim. Yedi kıtayı da gördüğümü söyleyebilirim. Ama gezmediği çok yer var daha.

Sizi en çok etkileyen ülkeler hangileri? Coğrafya olarak Alaska çok güzel bir ülke. Kültür, renk, doku, karmaşıklık açısından Hindistan’dan çok etkilendim. Avustralya’yı çok sevdim. İnsanları da çok enteresan. Geri kalandan çok uzakta oldukları için çok başka, kendilerine özgü bir kültür kurmuşlar. Çok sevdiğim yerler var dünyada; ama Türkiye’den başka hiçbir yerde yaşamayı düşünmüyorum.

Siz nasıl tatil yaparsınız peki? Çok uzun yıllar tatil gibi bir kavram hayatımda olmadı. Tüm boş vakitlerimde doğa sporları ile iç içeydim; bir ekspedisyon, bir motosiklet seyahati, bir dalış planlamış oluyordum. Neredeyse hiç otele gitmişliğim, beş yıldızlı bir otelde kafa dinleyeyim demişliğim yoktur. Son zamanlarda Finike’de bir ev aldık, çok da sevdik. Şimdi tüm boş vakitlerimde oraya kaçıyorum.

Bundan sonra sırada neler var? Projeler, planlar? Şu anda bir yeni kitap üzerinde çalışıyorum. 6. kitabım Haziran’da çıkacak. AKUT’a bir dönem çok saldırı yapıldı biliyorsunuz. O dönemi anlatan, kafalardaki tüm sorulara yanıt veren bir kitap hazırlıyorum. Motosikletle uzun seyahatler var kafamda. Bir fırsat yaratıp onları gerçekleştirmek istiyorum. Evereste’e bir kez daha oksijen desteği almadan tırmanacağım. Bir de yelkenliyle dünya seyahati planım var, bunu yapmayı çok istiyorum. ama biraz pahalı bir proje.

Nasuh Mahruki: Kendi Everest’ine tırmanan toplumlar yücelir

Nasuh Mahruki, 20 yaşındayken basit bir duvar ilanının peşinden merakla ve heyecanla giderek başlayan bir başarı hikâyesinin başrolünde. Everest’e ikinci tırmanışını gerçekleştiren Mahruki, kendi Everest’ine tırmanmaya devam ediyor.

Bir evin kapısındayız… Bu kapı diğer evlerinkine benzemiyor. Belki puslu ve yağmurlu bir İstanbul gününün kasveti de eklenince bu büyük kapılar, içeriden taşan büyük ağaçların dalları bize Himalayalar’da bir tapınağın kapısına gelmişiz hissi veriyordu. Aslında biz gerçekten bir doğa tutkununun tapınağına giriyorduk… Nasuh Mahruki’nin aile yadigârı evinin daha kapısından adım atarken içeride bir tapınağın bizi beklediğini anladık. Bahçede bizi havlayarak karşılayan devasa Asya Kurdu da hayalimizdeki sahneyi tamamladı… 1992 – 1994 yılları arasında, Sovyet Asya’nın en yüksek beş dağına tırmanarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından verilen “Kar Leoparı” unvanını alan az sayıdaki Batılı dağcıdan biri olan Nasuh Mahruki, bu unvanı 26 yaşında alan en genç dağcılar arasına da girmiş. 1996 yılında kurulan AKUT’un kurucu üyesi Mahruki, doğa, insan ve vatan sevgisini yaşatabildiği her alanda yaşatan bir eylem insanı. Sizi Nasuh Mahruki’nin dopdolu hayatından kısa bir kesitle baş başa bırakıyoruz…

 

‘DOĞA VE HAYVANLARLA HEP İÇ İÇEYDİM’

Öncelikle okuyucularımıza çocukluk ve okul yaşamınızdan, hayatınıza yön veren ilk adımlarınızdan bahseder misiniz?

Çocukluğumdan itibaren ben doğaya ve hayvanlara çok düşkündüm. Bu ev benim büyükbabamın 50 yıl önce yaptırdığı bir ev. Bahçesinde birçok hayvan besledim kaplumbağa, keklik… İlk akvaryumumu ilkokulda yapmıştım. Kertenkelelerim vardı, doğduğumdan beri evde babamın köpeği vardı. Hep doğa ve hayvanlar çok iç içe yakın bir ilişkim oldu ve hep onlarla ilgilenmekten keyif aldım. Çok hareketli bir çocukluğum oldu. Üniversitede dağcılık ve dağ sporlarıyla tanışma fırsatım oldu. Üniversiteye kadar böyle bir şey bilmiyordum ama doğaya ilgim çoktu. Bilkent’in ikinci senesinde girdim üniversiteye. Dağcılık kulübü kuruluyor diye ilanlarını görmüştüm. Hoşuma gitti, ben de adımı yazdırdım kayıt oldum. İlk söyleşilerine katıldım. Rahmetli Recep Çatak çok iyi bir dağcıydı, o ve bizim okulda yarı zamanlı öğretim görevlisi bir hocamız Ertan Ercan. İkisi Bilkent’te dağcılık kulübü kurmak istiyorlardı. Ben de ilk kulübe girenlerden oldum. Bir sene sonra da kulübün başkanı oldum ve üç sene de başkanlığını yaptım. Basit bir duvar ilanının peşinden merakla ve heyecanla giderek ne kadar doğru bir adım atmış olduğumu gördüm. Üniversite ortamı çok farklı fırsatlar sunuyor insana. Kulübün adını “Doğa Sporları Topluluğu” yaptık hatta ben adını “DOST” koydum. O zamanlar Türkiye’nin ilk doğa sporları dergisini iki sayı çıkardık üniversitede.  Yamaç paraşütü, aletli dalış ve dağ bisikleti gibi sporlarla uğraşmaktan çok keyif aldım.

 

‘KAR LEOPARI UNVANIYLA BU YOL ARTIK KARİYERİM OLDU’

Kar Leoparı unvanını nasıl aldınız?

1992’de üniversiteden mezun oldum ve diplomamı aldıktan 20 gün sonra Kazakistan’a gittim oradan Kırgızistan’a geçtim. Khan Tengri dağının ilk Türk tırmanışını yapmak üzere. “Bir Dağcının Güncesi” kitabımda anlattığım hikâye. O tırmanış çok başarılı geçti. Kendi yeteneklerimi daha iyi tanıma fırsatım oldu. Yabancı dağcılarla kendimi kıyaslama imkânım oldu. Rusya Dağcılık Federasyonu’ndan çok etkilendim. Çok güçlü ve zengin bir dağcılık kültürleri var. Her şeyi çok profesyonelce yapıyorlar. Khan Tengri tırmanışında “Kar Leoparı” fikriyle tanıştım. Böyle bir unvanın varlığından haberdar oldum. Rusya Dağcılık Federasyonu’nun verdiği bir unvan. Ben de bunun peşinden gitmeye karar verdim. Sovyet Asya’da bulunan iki tane Tien San dağlarında üç tane de Pamir dağlarında bulunan 7 bin metreden yüksek dağlar var. Bu dağların tırmanışlarını tamamlayan dağcılara verilen resmi bir unvan bu. Khan Tengri, Lenin, Korjenevskoy, Communism, Pobeda’ya tırmandım. Ben bu unvanı 26 yaşında aldım ve henüz Türkiye’den bunun tekrarı yapılmadı. Kar Leoparı unvanını alan dağcıların en gençlerinden biriyim. Bu unvanı da almamla beraber bu yol artık benim kariyerim oldu. Hem başarılı ve çok iyi olduğum bir alan hem de çok mutluyum, dağlarda olmaktan zevk alıyorum. Bu sene Everest’e bir daha tırmandım. 1995’te kuzeyden çıkmıştım, 2010’da güneyden Nepal’den tırmandım. Akut’un Antalya lideri Yılmaz’la beraber gittik. Çok keyifliydi 15 yıldan sonra tekrar orada olmak güzeldi. Çok özlemişim…

 

‘STK’LAR ÇAĞDAŞLAŞMANIN GÖSTERGESİDİR’

Çoğunluk sizi Akut’la beraber tanıdı. Böyle bir sivil toplum örgütünün varlığı ülkemiz gibi gelişmekte olan ülke insanları için çok önemliydi. Siz de Türkiye’de STK’ların gelişimine katkınız olduğunu düşünüyor musunuz?

Sivil toplum kuruluşları son derece gerekli ve faydalı kuruluşlar. Çağdaşlaşmanın, demokratikleşmenin, hukukun üstünlüğünün, yurttaşlık sorumluluğunun ve gelişmişliğin de çok net bir göstergesi. 1999 depreminden önceki anlayışımız, her şeyin devletten beklendiği bir yapıydı. Devlet baba gelsin yardım elini uzatsın. Bu çok soyut bir şey, iyi bir şey de olsa kötü bir şey de olsa işin sorumluluğunu biz devletin üzerine atma alışkanlığındaydık. 1999 depremi bunun ne kadar yanlış ve ilkel bir model olduğunu hepimize gösterdi. Biz bu ülkenin yurttaşlarıyız. Yurdun sahibi olmak bunun çok ötesinde bir şey. Altıncı “Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir” adlı kitabım tamamen bunlardan bahsettiğim bir süreçti. Sonucu değiştirmeyi hedefleyen eylemsel bir bütünlük olmalı. Ülke sevgisi evlat sevgisi gibi olmalı. Onun daha iyi yerlere gelmesi ve sonucu değiştirmek için bir çabayı da içermeli. 17 Ağustos trajedisinde 45 saniye içerisinde 18 bin insan öldü, 10 milyarlarca dolar para kaybı oldu. Ağır sanayimiz müthiş bir yara aldı. O sırada aklı başında aydın insanlar şunu söylediler: Biz bir şeyleri bu ülkede çok yanlış yapıyoruz ve artık bunları düzeltmemiz lazım. Artık hayata yeni gözlerle bakmamız lazım… Aslında 17Ağustos depremi bizim için bir paradigma değişimi, bir zihin devrimi fırsatıydı. Ne yazık ki bunu kullanamadık. Her şeyin devletten beklendiği düzenin bitip herkesin üzerine düşeni yerine getirmesi gerektiği konusunda bir uyanış yaşandı ama yarım bıraktırıldı…

 

‘HOBİLER YAŞAM KALİTESİNİ YÜKSELTİYOR’

Sizin hobiniz kariyeriniz oldu. Hobiler hakkında düşünceleriniz neler?

Hobiler insanın yaşam kalitesini doğrudan yükselten alanlar. İnsanın kendisiyle baş başa daha çok vakit geçirmesini hem de en iyi haliyle en iyi taraflarıyla her şeye pozitif bakarken daha mutluyken yaptığı bir uğraş. Bu, insanın kişiliğini de çok olumlu yönde etkiliyor. Bugün bir iş başvurusu yaptığınızda hobilerinizi soruyorlar. Yurtdışında bir üniversiteye başvurduğunuzda da hobilerinizi soruyorlar. Hobisi olmayan insan çok tek boyutlu tatsız tuzsuz oluyor. Hobiler insana çok yönlülük de kazandırıyor. Hobilerimizde kişiliğimiz de çok rahat gözlemlenebilir. Yaptığınız hobilerde sizin karakteriniz, kişiliğiniz, yaratıcılığınız ve güçlü taraflarınız da ortaya çıkıyor. Hobi, sosyalliği ortaya çıkarıyor, insanın kabiliyetlerini daha çok sergileyebilme fırsatı veriyor.

 

‘SİGORTA SEKTÖRÜYLE UZUN SOLUKLU PROJELERE GİRDİK’

Sigorta şirketleriyle ortak projelerde sizi sıkça görüyoruz. Akut daha çok depremi çağrıştırıyor ve deprem de sigortayı akla getiriyor. Sigorta şirketleriyle ortak çalışmalarınızdan bahseder misiniz?

Sigorta sektörüyle bu yıl ortak iki büyük proje yaptık. Aksigorta ile bir deprem eğitimi üzerine “Hayata Devam Türkiye” adını verdiğimiz projeyi başlattık. Deprem öncesi, sırası ve sonrasında yapılması gerekenler ve alınması gereken tedbirleri anlatıyoruz. Sonrasına da hazırlık anlamında sigortanın kapatacağı o çok önemli olan boşlukla alakalı bir toplumu bilinçlendirme projesi. Bu yıllara da yayılacak bir proje olarak planlanıyor. İlk aşaması bitti bu sene. İki TIR’ımız var, biri eğitim için diğeri deprem simülatörü. Bu TIR’larla ülkemizde belli bölgeleri dolaştık ve eğitimler verdik. Aynı zamanda sigortalılık bilincini de anlattık. “Hayata Devam Türkiye” derken deprem olsa da sonuçta hayat devam ediyor. Sigortalılık çok önemli. Geride kalanların hayatlarını kaldığı yerden daha kolay devam ettirebilmeleri için deprem sonrasında bu zararların maddi anlamda giderilmesi için sigortayla bu işi çözmeleri gerekiyor. Bu ikisini ilişkilendiren bir proje oldu. Çok değerli 30 sanatçımız projeye destek verdi. Onların mesajlarını kaydettik eğitimlerimizde kullanıyoruz.

 

Liberty Sigorta ile de bir projeniz olduğunu biliyoruz…

Liberty Sigorta ile de “Birimiz Hepimiz, Hepimiz AKUT” adlı çok hoş bir çocuk müzikali hazırladık. Tiyatro Kareyle beraber gerçekleştirdiğimiz üç ortaklı bir proje bu. Deprem itici bir konu, görmesek daha mutlu olacağız. Ama biz depremi hep farklı şekillerde anlatmaya çalışıyoruz. Bir şekilde bunu öğrenmek zorundayız. Deprem, bir tehdit ve gerçek. Bu gerçeği ne kadar kavrarsak ona göre o kadar doğru cevap veririz. Çocuklar için deprem konusunda bilinçlendirmeyi çocuk müzikaliyle yapmayı uzun zamandır istiyorduk. Bu çok etkili hem eğlendiriyor hem düşündürüyor hem güldürüyor, diğer taraftan da fikir veriyor. Oyunu da AKUT gönüllüsü bir arkadaşımız yazdı. Çok keyifli oldu, bu da önümüzdeki yıllarda devam edecek bir proje. DASK’la da doğal afet sigortalarını daha geniş kitlelerde duyurmak için onların da kampanyalarına destek verdik. Sigorta çok çağdaş bir şey, Türkiye’nin de sigorta konusunda artık diğer çağdaş ülkeler gibi gelişmesi gerekiyor. Herkesin sigorta havuzunun içine girmesi gerekiyor ki o yük paylaşılabilsin…

 

“40 YAŞ BİR HESAPLAŞMA İSTİYOR”

Kitaplarınızla ilgili geri dönüşlerden bahseder misiniz?

Kitaplarımda kendi deneyimlerimi anlatıyorum. Benim deneyimlerim de beni hep bir adım daha ileriye götüren, hedefleri belli adımlar. Her yazdığım kitabın bir yerinde bir şekilde kişisel gelişime değiniyorum. Yedi kitabım var, ilk kitabım “Bir Dağcının Güncesi”ni 24 yaşımda yazdım. “Everest’te İlk Türk”, “Bir Hayalin Peşinde”, “Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi”, “Yeryüzü Güncesi”, “Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir” ve en son daha yeni baskısı tamamlanan “Kendi Everest’inize Tırmanın”. Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir daha değişik bir kitap oldu. 40 yaş hesaplaşması olarak hazırladım. 40 yaşına gelince bir durup oturup yaşamın önüne arkasına bakılıyor. İnsan bir etrafına bakıyor. Ne oldu ne bitti ben ne yaptım, nasıl yaptım neyi eksik yaptım diye sorguluyorsunuz… Bir hesaplaşma istiyor 40 yaş. Çok detaylı AKUT’tan ve ailemden bahsettim bu kitabımda. AKUT’un karşılaştığı bütün o zorluklardan bahsettim tek tek belgeli olarak koydum. AKUT gönüllülerinin niye burada olduklarını anlatan bir bölüm var. Kapsamlı bir kitap ve bu kitabı www.nasuhmahruki.com’dan ve www.akut.org.tr’den pdf formatında indirebiliyorsunuz. Benim kitaplarımın arkasında okuyucu mektupları var. Çok ciddi mektuplar geliyor ve iyi ki geliyor. Bu mektuplar sayesinde ben o 2000-2002 arası kötü dönemimi atlatabildim. Bir şey yapmaya çalışıyorsunuz ve sürekli bütün dünya karşınızdaymış gibi. Yalnızlık duygusu çok rahatsız edici bir duygu. Yüzlerce mektup geldi ve ben o gelen mektuplar sayesinde atlattım o dönemi. Kitabımda da yazdım, her birine teşekkür ediyorum, onlarsız yapamayabilirdim…

 

İLK ADIM: ARAMAK

Ben 1995’te Everest’e tırmanışımdan bu yana 15 senedir motivasyon, kişisel gelişim, liderlik ve takım çalışması konularında seminerler veriyorum. Bunun kitabını yapmayı çok istiyordum, üç sene Bahçeşehir Üniversitesi’nde ders de verdim. Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir 2007’de çıktı. O kitabın tadını çıkartıp son kitabım “Kendi Everest’inize Tırmanın”a ağırlık vermeye başladım. Üç senedir bütün o notlarımı toparladım ve son bir yıldır gece gündüz üzerinde çalıştım. Müthiş zaman ve emek verdim bu kitabıma. Kitabın temel mesajı şu, herkes Everest’e tırmanamayabilir ama herkesin tırmanabileceği bir Everest’i vardır. Sonuçta toplumlar biraz da yurttaşlar kendi Everest’lerine tırmandığı nispette yücelir. Ben iki defa Everest’e tırmandım ama yetmez benim ve benim gibilerin Everest’lerine tırmanmış olması. Bu halkın bu gençliğin özellikle kendini keşfedip kendi potansiyellerinin doruğuna ulaşması gerekiyor. 64 madde var, bu başarının ve mutluluğun yol haritası. Hayatın içinde kendi yerini arama yolculuğuyla başlıyor. İlk adım aramak… Belirli bir mantık çerçevesinde de adım adım ilerliyor ve en sonunda insana hayatın içinde kendi yönünü bulduruyor. Klasik kişisel gelişim kitapları gibi değil çünkü ben pratik bir süreçten geliyorum. Önce konunun teorik ve kavramsal altyapısını anlatıyorum. Sonra kendi hayatımdan pratik süreçlerden bir örnekle pekiştiriyorum. Birkaç tane de dünyadan beğendiğim örnekle destekledim. Önsözünü de Doğan Cüceloğlu yazdı.

PWC Vergi TV Röportaj

Duygu Merzifonluoğlu’nun Everest’e tırmanan ilk ve tek Türk olma ünvanına sahip, 28 yaşında Yedi Zirveler’i tamamlamış dünyadaki 44. kişi ve aynı zamanda en genç dağcı olan Nasuh Mahruki ile kendisine “kar leoparı” ünvanının nasıl verildiği, Everest’in ikinci büyük zirvesi K2’ye tırmanış serüveni, bugüne kadar yayımlanmış kitapları ve bundan sonraki projeleri, başkanı olduğu Akut’un sahip olduğu başarılı profili nasıl yarattıkları, liderlik ve takım çalışması konularındaki eğitimleri üzerine yaptığı söyleşinin;

İlk bölümü

http://www.vergitv.com/detail.aspx?Id=1315

İkinci Bölümü

http://www.vergitv.com/detail.aspx?Id=1314

Mahruki ailesinden Hitit Yolu Projesine tam not

Röportaj:Kubilay Kaan Yücel

Çorum Valiliği tarafından hayata geçirilen “Güneş Kursunun İzinde Hitit Yolu Yürüyüşü” projesi kapsamında Çorum’a gelen AKUT Genel Başkanı Ali Nasuh Mahruki ve eşi Mine Mahruki gazetemizin sorularını yanıtladı. Dağcılık sporuyla 1988 yılında Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nda tanışan Mahruki 3 yıl boyunca topluluğun başkanlığını yaptı.

Ayrıca dağcılık dışında fotoğrafçılık, mağaracılık, aletli dalış, yamaç paraşütü, motor sporları, bisiklet ve yelken sporuyla da ilgilendi. 1992-1994 yılları arasında Sovyetler Birliği topraklarındaki 7000 metreden yüksek beş dağa tırmanarak Kar Leoparı unvanını aldı.1995 yılında Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk olarak Türkiye’nin gurur kaynağı oldu. Nasuh-Mine Mahruki çifti ile çok özel bir röportaj gerçekleştirdik. Samimi ve güçlü duruşuyla dikkat çeken Nasuh Mahruki ve eşi Mine Mahruki “Hitit Yolu Projesi”ni çok güzel bulduklarını ve dolu dolu ayrıldıklarını belirterek gazetemiz aracılığıyla Vali Nurullah Çakır’a teşekkür ettiler.

Küçük yaşlarda hayalinizde ki meslek neydi?

Çocukluğumda Doğa Tarihi Bilimcisi olmayı isterdim ama öyle bir bölüm Türkiye’de olmayacağı için bu düşüncemden vazgeçtim. Bir ara veteriner olmayı düşündüm çünkü doğaya ve hayvanlara karşı bir ilgim var. Bilkent Üniversitesi’nde 20 yaşındayken doğa sporları ve dağcılıkla tanıştım çok ilgim oldu ve çok keyif aldım öğrendikçe hoşuma gitti hem yetenekli olduğumu gördüm hem de bana çok şey kattığını gördüm. İlerleyen zamanlarda üstüne gittim ve dağcılık sporuna devam ettim. Bir taraftan akademik eğitim alırken bir taraftan dağcılık yamaç paraşütü gibi pek çok doğa sporlarıyla ilgilenmeye başladım. Yolumu da artık bu şekilde çizmeye devam ettim. Belki çocukluğumda düşündüğüm gibi doğa tarih bilimcisi olamadım ama doğaya dönük doğayla ilgi alanımı kendime buldum.

“Hitit Yolu Projesi”ni nasıl buldunuz?

Benim beklediğimden çok daha fazla keyif aldım. Türkiye’nin bir değerini toprak altında kalmış değeri yabancılara dünyadan gelenlere paketleyip sunmak çok önemli bir şey. Çorum Valiliğinin öncülük ettiği Hitit Yolu Projesi olağanüstü doğru bir proje. Çok iyi idare etmişler ve iyi organize olmuşlar. Bu organizasyon sürecine de herkesi dahil etmişler. Çorum’un önümüzdeki orta vadede yani yakın zamanda geri dönüşünün alacağını düşünüyorum. Bunlar Çorum’u Dünya’ya daha iyi şekilde tanıtımını yapacak hazırlıklar ve bence doğru hazırlıklardır.

Çorum turizmi geliştirmek için neler yapabilir?

Çorum en doğrusunu zaten Hitit Yolu gibi önemli bir organizasyonla yaptı. Elinde Hitit medeniyeti gibi bir değere sahip. Bu değerin Çorum’un ortaya çıkarması en doğru bir şey. Turizmi geliştirmek noktasında bu gibi faaliyetler olabilir diye düşünüyorum.

AKUT bu zamana kadar kaç operasyona katıldı kaç can kurtardı?

AKUT’un bu zamana kadar katıldığı operasyon sayısı yaklaşık 890-900 kurtarılmasına vesile olduğumuz insan sayısı ise 1227’dir.

Çorum’da AKUT olarak projeleriniz var mı varsa nelerdir?

Evet var. Hitit Üniversitesinde AKUT öğrenci topluluğu var. Bu yıl protokolümüzü imzaladık Rektör beyle. Şimdi de Hitit Üniversitesinden bir hoca ile görüşüyoruz. Çorum’da bir AKUT’un profesyonel anlamda arama ekibi kurulmasında bir projesi var.Üniversitedeki AKUT öğrenci topluluğu bilgilendirme yani kısaca bilgi paylaşımıyla ilgili çalışmaları var.Onlar doğrudan arama kurtarma çalışmaları yapmıyor kamuoyunu aydınlatıyor. Çorum’un burada yapması gereken yerel yönetimlerinden esnaf odalarına, sanayi odalarından yerel kaynaklara, yerel medya ve halkına kadar destek alıp bunu anlatabilmektir. AKUT’un şuanda 30 civarında ekibi var yeni ekiplerde kuruyoruz. Ondan fazla üniversitede öğrenci topluluklarımız var yeni topluluklarda ekleniyor.

Çorum halkına sivil savunma konusunda tavsiyeleriniz neler olabilir?

Acil durumla ilgili afet yönetimi hazırlıklarında en temel konu acil durum yada afet olmadan önce gerekli koruyucu önleyici zarar azaltıcı tedbirleri almış olmaktır. Bunun üzerine hazırlıklarımızı yapmış olmalıyız. Afet başımıza geldiğinde hem en az zararla atlatacak şekilde hemde en verimli şekilde müdahale edebilecek çalışmalar yapmalıyız. En son süreci de iyileştirme sürecidir. Dolayısıyla bu işin başlangıcı afet ve ya deprem zararları başa gelmeden önce hazırlıklar başlıyor. Önlemlerle de Çorum’a da Türkiye’ye de vermek istediğimiz mesaj budur. Binalarımızı sağlam yapalım sağlam binada oturduktan sonra zaten en büyük önlemi almış oluyorsunuz. Bir de evde ki eşyaları sabitleştirip yapılması gereken bir takım şeyler var yüksek olan şeyleri duvara iyice sabitleştirmek ağır objeleri alt taraflara koymak ağır bir avizeyi oturduğu koltuğu ya da sandalyeyi altına koymamak gibi bunlar çoğaltılabilir tabi. Bu önlemleri aldıktan sonra deprem ya da acil durumla karşılaştıktan sonra hazırlığınla ve almış olduğun eğitiminle müdahale etmek çok önemli.

1995 yılında Everest’e çıkan ilk Türk olarak hisleriniz nelerdi?

Everest’e çıkmak en büyük hayalimdi dağcılığa başladığımdan beri. Türkiye’nin 8000 m’den yüksek ilk tırmanışını yapan dağcı olmaktı. O yıllarda yani 90’lı yılların başında Everest hayali ulaşılması uzak bir hayaldi. Türk dağcıları için de benim de çok istediğim bir şeydi bunu başaran bir dağcı olmak gerçekten de mutluluk verici bir şeydi. Everest’e tırmandığımda 27 yaşındaydım ve tarif edilemez büyük bir mutluluk bu. Başarma ve hedefe ulaşma duygusu bu bambaşka bir şey. 2 ay tırmanış süreci sürdü. Daha öncesinden de zaten psikolojik ve kondisyon anlamında çalışmalarım yıllarca sürdü. Kafamda onu hedef olarak görüp üstüne gitmeye özgüven hisleri ve özellikle coşku çünkü coşku mutluluğun ötesinde bir duygu. Sanki ruhun bedeninden çıkacakmış gibi hissediyorsun. Bir şey ne kadar tehlikeli zor ve başarma arzusu varsa ve zahmetliyse onu başardığında o kadar azim duyuyorsun.

“Kendi Everest’inize Tırmanın” adlı son kitabınız hakkında bilgi verir misiniz?

Farklı bir kişisel gelişim kitabı. Türkiye’de rahatsızlık duyduğum beniz üzen hatta sinirlendiren günlük fotoğraf içeren konular içeriyor. Türkiye’nin yaş ortalaması 29’un altında yani genç nüfusumuz var ve maalesef genç nüfusumuz doğru orantılı hiçbir disiplinle başarıyı elde edemiyor. Türkiye ortalama 75 milyon nüfuslu köklü ve gelenekleri olan bir ülke. 30 milyon civarında genç bir nüfusumuz var müthiş bir rakam aslında bu ve fırsattır da. Ama biz bu fırsatı performansa dönüştüremiyoruz. Örneğin en son Çin Olimpiyatlarında çok utanç verici kötü bir sonuçla döndük. 50. 60. sıralarda döndük hem de . Toplam nüfusu 10 milyon 12 milyon olan ülkeler sporda bizi geçebiliyorlar. Bunun bir sürü faktörü var tabi ama bu fotoğraf beni çok rahatsız ediyor. Türkiye Cumhuriyetini ben bir çok alanda temsil ettim. Bir ülkeyi temsil etmenin ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Türk bayrağının göğsünde temsilinin çok ağır bir yük olmasının farkındayım. Ve gittiğim her yerde de bu bilinçle hareket ettim. Elimden gelenin fazlasını yaptım her yerde. Olabilecek en güzel derecelerle de döndüm. Pek çok spor alanında bakıyorsunuz rezalet neden?Türk insanı kabiliyetsiz insanlar olduğu için mi?Tabi ki hayır hiç alakası yok. Kabiliyetli insanlar kabiliyetsiz milletler diye bir şey yoktur. Çocuğunu nasıl eğittiğinle yurttaşını nasıl yönlendirdiğinle alakalı bir şeydir bu. Türkiye’de gençlerin potansiyeli ne yazık ki erken yaşlarda keşfetmelerine ve bu potansiyele gerçek performansa dönüştürülebilecek sağlayabilecek bir yapı yok. Bir yapısal düzenleme oluşturulamamış gelişmiş ülkelerde Avrupa’da bu var ama. Ne yazık ki Türkiye’de yok ve olmadığı için gençlerimizin enerjilerini boşa harcıyoruz. Bunun çözümü ne yazık ki bugünkü yapısında kişisel sorumluluk var. Böyle bir yapı olduğu içinde otomatikman bireysel başarı var benimki de kişiseldi sistemle hiç alakası yok. Üstüne üstük sistemle boğuşa boğuşa buralara gelebildim. Sistemin de bir çok engeliyle sıkıntısıyla mücadelesiyle boğuştum. Ama bu yeni neslin genç nüfusumuzun hayatı kolaylaştırmak için ve kendi kişisel gelişim yolcuklarını daha başarılı olabilmelerine biraz yardımcı olabilmek bu kitabı yazdım. Kendi kişisel geçmiş yolculuğumda analitik bakış açısıyla bu zamana kadar yaşadığım tercihlerim kararlarım karşılaştığım şeylerle nasıl mücadele ettim gibi… Bütün bunları analiz ettiğim başarı ve mutluluk yolculuğu çıkarttım ortaya. 64 adımdan oluşan bir yolculuk bu yani 64 madde koydum daha sonra teorik ve kavramsal açılımını yaptım. Daha sonrada kendi hayatımdan kesitlerle pekiştirdim. Herkes bunu okuyup rahatlıkla feyiz alıp kendisinin de benzer olarak yolculuğunu çizmesi gerekir diye düşünüyorum.

Çorum halkına bir mesajınız var mı?

Samimi bir şekilde söylüyorum ki Çorum halkı işini çok iyi yapan ve seven bir valiye sahip. Türkiye’nin pek çok valisine göre çok daha iyi diye düşünüyorum. Vali Nurullah Çakır Beyi Doğu Beyazıt Kaymakamlığından tanıyorum. O zaman da çok iyi anlaşmıştık hatta orda da işini çok seven bir kaymakamdı. Doğu Beyazıt’a bir şeyler yapmaya çalışan ve yapan da bir Kaymakamdı. Yıllar sonra yolumuz yine burada beraber kesişti. Vali Bey Hitit Yolu Projesi kapsamında emeği geçenlere çalışanlara o kadar çok inandırmış ki bu projenin Çorum için doğru bir proje olduğuna emeği geçen herkes çalışanlardan A’dan Z’ye kadar bürokrasinin her kademesinden müze müdürlerinden kaymakamlara kadar projeye inanıp sahiplenmişler. 3 günlük süreçte kimden ne istediysem çözmek için elinden gelen gayreti gösterdiler bir kişiden hayır cevabı duymadım. Bu saygı değer bir şey Çorum halkı da Çorum’a acayip şekilde sahip çıkıyorlar. Bu şekilde devam ettikleri sürece de zaten eksiklik yada aksaklık olduğunda zaman içerisinde çözeceklerine inanıyorum.

Röportajımızda Nasuh Mahruki’nin eşi Mine Mahruki’de sorularımızı yanıtladı.

Hitit Yolu Projesini nasıl buldunuz?

Beni gerçekten çok şaşırtan bir organizasyondu. Vali Nurullah Çakır’a çok teşekkür ediyorum. Buraya gelen herkes organizasyonu çok taktir etti. Organizasyona gelen herkes mutlu bir şekilde geldi. Benim gelişim ve dönüşümüm arasında çok büyük bilgi farkı var. Çok şeyi kaçırmışım bilmiyordum. Daha önceden çok duymuştum ama Hitit Uygarlığında bu kadar çok bilginin olduğunu bilmiyordum. Vali beyin bunları göstermesi çok büyük mutluluk verdi. Buradan dolu dolu ayrılıyorum. Her saniyemiz dakikamız bir şey görüp öğrenerek geçti.

Çorum yemeklerinden en çok hangisi hoşunuza gitti?

Özellikle madımak çok hoşuma gitti. Madımak yemeğini ilk defa burada yedim. Üzerine yoğurtlu sarımsaklı döküldüğü zaman daha güzel oluyor. Ben İzmirli olduğum için özellikle ot yemeklerine ayrı bir ilgim var. Madımağın dışında ısırgan otlu yemekleri ve ebegümeci yemeğini de çok beğendim.

Çorum insanını nasıl buldunuz?

Çorum insanına her hangi bir şey talep edip ettiğiniz zaman asla kırmıyorlar. Çorum halkı misafirperverliğini gerçekten yaşatıyor. Bunu görmek beni çok mutlu etti. Buradaki kültürü insanlarla hem yaşayıp hem öğreniyorsun. Ayrıca Çorum insanları kültürüne meraklı ve insanlara kültürünü öğretmeye meraklı bir Valiye sahip oldukları için çok şanslılar. Vali Nurullah Çakır’ın değerini  Çorum halkı bence her zaman iyi bilmeli. Vali beyin daha çok yapacak işleri var diye düşünüyorum.

Nasuh Beyle nerede nasıl tanıştınız?

2001 yılında İzmir’de Avrupa Rallisinde tanıştık. Nasuh’ta Avrupa Rallisine copilot olarak katılmıştı. Lojistik anlamda Nasuh’un ekibine ben yardımcı oluyordum. Bende İzmir’de havaalanından karşılayıp ekibi almıştım. Havaalanında Nasuh’la tanışıp sohbet ettik ve bugünlere kadar geldik. 2001 yılından bu yana ilişkimizde sevgi birikimiyle her geçen gün artarak bu günlere geldik ve belli bir zamandan sonra da 2010 yılında evlenmeye karar verdik.

Nasuh Beyle 1 yılda 3 kez evlenmişsiniz düğünleriniz nasıl oldu?

İkimizde yurt dışında evlenmeyi istedik. Çünkü Türkiye’de seremoniler çok fazla var yurt dışında sade bir düğün yapmak düşüncemizdi. Nasuh geçen sene seyahat ayarlamıştı. Seyahat şu şekilde olacaktı: Himalaya Dağlarında 6 haftalık motosikletle dolaşabilecek bir geziydi. Yeni Delhi’den motosikletleri kiralayıp Himalaya Dağlarında gezecektik ve daha sonra Bhutan Krallığına gittik ve orada evlendik. Oranın gelenek ve göreneklerine göre evlendik onların düğündeler de giydiği gelin damatlığı giydik. Hatta o gelin ve damatlıkta rehberlerimizin kendi düğünlerde giydiği damatlık ve gelinlikti. Çünkü onlar çok mutlu bir aileymiş ve bize de uğur getirir diye verdiler. Seremoniler de  çok enteresandı yemek yedik ve ardından o yörenin duası edildi ve dans ettik. Orada büyükelçimiz yoktu ama biz masaya Türk bayrağımızı açtık. Nepal Fahri Konsolosu Selim Alkoç vardı. Daha sonra motosikletlere atlayıp gezimize devam ettik. Bangladeş Büyükelçimiz Şakir Torunlar tarafından da daha sonra nikahımız resmileştirdi. Nasuh’a daha sonra Filipinler’ de Gusi Barış ödülü verildi. Asya’nın Nobel’i olarak adlandırılabilecek bir ödüldü. İnsanlığa ve dünyada katkısı olan kişilere verilen ödül bu. İlk Türk insanı olarak Nasuh’a ödül verilmesi çok gurur vericiydi. Oradan Borakaya adasına gidip balayı yaptık. Geçen sene yine İzmir de benim ailem Nasuh’un ailesine kır düğünü yaptı. Hem kendi gönlümüz hem onların gönlü oldu bu sayede. Geçen sene yine 2 ekimde AKUT’taki arkadaşlarımızın düğüne katılmadığı için kendi evimizin bahçesinde de onlarla düğün yaptık. Bu sayede de 1 sene içerisinde 3 kez evlenmiş olduk.

Nasuh Beyle mutluluğunuzun kaynağı nedir?

Birbirimizi ilk gün gördüğümüzden beri aramızda çok büyük saygımız var. Ve ikimizde hayata karşı çok meraklıyız. Sürekli hayatta yeni bir şeyler öğrenmeye gelişmeye istekliyiz. İkimizin o hayata karşı merakı hayata olan enerjisiyle bağlantılı olarak hem kendimizi hem birbirimizi geliştirmeye çalıştırıyoruz. Böyle olunca hayatta daha farklı enerji yakalıyorsun. Aşk sevgi olmasa olmaz ama saygıda çok önemli bir şey Nasuh’a kişiliğinden tutun yaptığı işlerden vatan sevgisine kadar çok saygılıyım. Oda benim yaptığım işlerden dolayı çok saygılı böyle olunca da mutlu oluyoruz. Birlikte zaman geçirmekten de ayrıca çok büyük keyif alıyoruz.

Nasuh Bey ev işlerinde size yardım ediyor mu?

Nasuh’tan açıkçası ev konusunda yardım beklemiyorum. Nasuh’un çok yoğun bir hayatı var. ‘Kendi Everestinize Tırmanın’ adlı 7.kitabı çıktı. Şu anda o kitabından dolayı çok yoğun seminerler konferanslar ve AKUT hayatının çok büyük zamanını alıyor. Sürekli bir yerlere gidiyor geliyor haliyle bunlardan dolayı beklentim olmuyor. Ev işlerini mutfağı seven bir insanım ama ihtiyacım olduğu zaman Nasuh bana elbette destek oluyor.

Çocuk sahibi olmayı düşünüyor musunuz?

İstiyoruz çünkü çok severim çocukları kendi çocuğumuz olmasını da istiyoruz .

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ediyorum

Biz de teşekkür ederiz.

Dağcı gerçeklikle hayal arasında bir yerde kalır

Bir şeyler hissediyorsun, görüyorsun ama o gördüklerin gerçek değil ve sen bunun farkında değilsin. Yani gördüğünün son derece gerçek olduğun zannediyorsun ve halüsinasyon içerisinde yaşıyorsun. Güvenli olabilmek için algılarının ve melekelerinin en üst düzeyde açık olması gereken tehlikeli bir yerdesin ve bu zihinsel yanılsamalarla kendini başka bir yerde olduğunu farz ederek hareket ediyorsun.

K2’den inerken halüsinasyon gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bunlar nasıl halüsinasyonlardı ve bu durumu diğer tırmanışlarda da yaşadınız mı?

Halüsinasyon çok enteresan bir mekanizmadır. Normal şartlarda ve normal yaşamda böyle bir şey yoktur. Lakin yüksek irtifa dağcılığında var. Oksijen oranının düşük olması nedeniyle dağcılarda aşırı efor harcamaya bağlı olarak bir takım mental bozulmalara yol açabiliyor. Dağcı gerçeklikle hayal arasında bir yerde kalır. Bir şeyler hissediyorsun, görüyorsun ama o gördüklerin gerçek değil ve sen bunun farkında değilsin. Yani gördüğünün son derece gerçek olduğun zannediyorsun ve halüsinasyon içerisinde yaşıyorsun. Güvenli olabilmek için algılarının ve melekelerinin en üst düzeyde açık olması gereken tehlikeli bir yerdesin ve bu zihinsel yanılsamalarla kendini başka bir yerde olduğunu farz ederek hareket ediyorsun. Benim başıma gelen halüsinasyonlar her seferinde beni güvenli ortamda tutacak şekildeydi. 1998’deki tırmanışım Lhotse’de dönüş yolunda başıma geldi. Kafamda inmem gerektiğini biliyorum. Ama nereye indiğimin farkında değilim. Kendimi başka bir yerde zannediyordum. Hemen ileride bir yerde bir kulübe ve limonata var. “Ha gayret oraya gidince bu limonatayı içeceksin” gibi bir hayal vardı kafamda. Normalde ne orda öyle bir kulübe ne limonata var. Tek şey inmem lazım ve oraya gidebilirsem kurtulacağım.

K2’de benzer bir şey yaşamışsınız sanırım.

K2’de de hareket edemez hale geldim. Vücudumun bütün enerjisi gitti ve kendimden geçtim. Dik bir buzuldayım ve yamaçta durabileceğim yer de yok. Ya bir yere bağlı olmam gerekiyordu ya da sürekli hareket halinde olmalıydım. İşte ben tam bu yerde hareket edecek enerjim bitti. Kazmayı yamaca saplayıp onun üzerine yattım ve o halde bir gece geçirdim. Oradaki halüsinasyon ise şuydu, “Şimdi birileri gelecek, İstanbul’dan arkadaşlarım yanıma geliyor. Bana sıcak çorba, çay gibi şeyler getiriyorlar.” Kısacası benim halüsinasyonlarım beni hayatta tutmaya yönelik halüsinasyonlardı. O yönden şanslıydım diyebilirim.

 

Dikey Limit, Kuzey Yamacı gibi filmler mevcut. Tırmanırken bu filmlerin sahnesi gözünüzün önüne geldiği oluyor mu? Mesela ben yüzerken Jaws filmleri aklıma geliyor ve bu de beni tedirgin ediyor.

(Gülüyor) Ben de böyle bir şey olmuyor da tırmanışlarla ilgili filmleri seyrederken kendi yaptığım tırmanışlar akılama geliyor. Bir de neyin olup neyin olamayacağını bildiğim için abartılı sahneleri ayırabiliyorum.

 

Özellikle de Kuzey Yamacı filmi fazlasıyla etkileyiciydi.

Evet evet.

 

Her bir tırmanışınız film tadında. Bu tırmanışlarınızın filme aktarılmasını ister misiniz?

Aslında ben Everest’in de,  K2’nin de tırmanışını belgesel yaptım. Bir sürü fotoğraf sergisi açtım.

 

Başka bir yönetmen tarafından çekilmesini ister misiniz?

Tabii neden olmasın.

 

Motosikletle çok uzaklara yolculuklar yapıyorsunuz. Nerelere gittiniz ve zor olmuyor mu?

Nereye gidip ve ne kadar kalacağımıza karar veriyoruz ve yola çıkıyoruz. Buna karar verdikten sonra gerisi kolay. Yanımızda hangi malzemeleri götüreceğimizi ve bir tane yeni baskı rehber kitabı alıyoruz. Aslında en önemli ayrıntı bu bence, yeni baskı olacak. Dünyada 25 senedir var rehber kitaplar. Hangi ülkeye gitmek istiyorsan rehber kitapları var. Ne yenir, ne içilir, tarihi, doğası vs her şeyi yazar. İstanbul’dan Katmandu’ya gidip geldim. 4 ay süren bir yolculuktu ve 21 bin kilometre yol kat ettim. Nepal, Hindistan, Pakistan, Tibet, Bhutan, Sıkkım gibi ülkelere motosiklet seyahatleri yaptım. Çok da keyif alıyorum. Zaten şehirde de ulaşım için motosikleti tercih ediyorum. İstanbul için en ideali scooter bence.

 

Sizin Gölcük’te yaşadığınız bir kurtarma yazınızı okudum ve çok etkilendim. 14-15 yaşlarındaki bir çocuğu sıkıştığı yerden çıkarabilmek için çabanızı, 6 gün boyunca 5 saat uyuduğunuzu ve o anların sizi çok fazla etkilediğini söylüyorsunuz.

Ben aslında o günleri ve depremle ilgili anılarımı hatırlamak istemiyorum. Zaten hiç de hatırlamıyorum, aklıma getirmiyorum. Hepimizin hazırlıksız yakalandığı, gerçekten çok zor bir dönemdi ve çok ağır bir süreçti. Zaten 17 Ağustos depremiyle ilgili sadece bir tane makale yazdım. O da bu bahsettiğin yazı. O deprem, orada yaşadıklarımız, o imkansız mücadele, o korkunç çaresizliğin içerisinde birilerine çare, umut olmaya aç, susuz, uykusuz günlerce çabalamamız hepimizi çok sarstı, çok hırpaladı. Ama o enkazların altından kurtardığımız, ölümün elinden çekip aldığımız 220 can her şeye ama her şeye değerdi.

 

Bir yaşam kurtarırken neler yaşıyorsunuz?

Ben bu hayatta çok zor ve değerli işler başardım. Dünyanın en zor, en tehlikeli dağlarından bazılarına tırmandım, Birçok ilk tırmanışlar yaptım, bazıları henüz Türkiye’den hala tekrarlanmadı, motosikletimle uzak ülkelere gittim, on binlerce kilometre yol yaptım, çeşitli vesilelerle 80 kadar ülke görme şansım oldu, 7 kıtaya da gittim, ülkemi uluslararası rekabetin değişik alanlarında en iyi şekilde temsil etmeye çalıştım ama bunların hiç birini bir tane hayat kurtarmayla karşılaştırmamam. Hepsini üst üste koysanız da karşılaştıramazsınız. Çünkü milyarlar kere milyarlar koysanız da yine de bitmiş bir hayatı geri çeviremezsiniz. Eğer birisine bir fayda sağlamak istiyorsak bunu yaşarken yapacağız. Ölümden sonra çok geç. Ölüm son nokta ve ondan sonra müdahale etme gücümüz yok. Bu nedenle arama kurtarmada başarılı olabilmek ve bir canı daha ölümün elinden çekip alabilmek için, bazen çok zor ve çok tehlikeli şartlar altında kendimizi parçalarcasına mücadele ediyoruz ve ölümden hızlı davranmaya çalışıyoruz.

 

Bir hayatı kurtarırken kendi canınızı tehlikeye atıyorsunuz…

Hayatın olduğu bir yerde ölüm de vardır, bunun farkındayım. Kendi adıma ölümü de yaşam gibi doğal kabul ediyorum. Ama genç ölümler, zamansız ölümler ve aslında engellenebilecek ölümler içimi çok acıtıyor. Giden bu güzel yaşamdan geri kalıyor ve aslında yapabileceği, yaşayabileceği sonsuz bir potansiyeli yitiriyor. Ölen kişinin dünyayla bağı kopuyor, buradaki tüm hesabı, eksiğiyle fazlasıyla sona eriyor. Yine de ölümden sonra buradan daha anlamlı ve değerli, daha başka bir yerde yeni bir hayatın başladığına inanıyorum. Onun için dünyanın artık bir anlamı kalmıyor. Ama yakınları burada, kaybettiklerinin tarifsiz acılarıyla başbaşa kalıyorlar. Hele bir evlat, anne-baba, eş, bir dost kaybetmek çok acı bir şey. Allah kimsenin başına vermesin. Bu acılar bir ömür boyu süren travmalar bırakıyor geride kalanlarda. Bizler kurtardığımız hayatlarla, aslında sadece kurtardığımız insanların hayatına değil, kurtardığımız insanların ailelerinin, sevdiklerinin, yakınlarının, dostlarının da hayatlarına dokunuyoruz ve ben sürecin bu tarafını da çok değerli buluyorum. Pek çoğumuz gibi ben de bu hayatta çok zamansız ve çok erken ölümlerle çok sevdiğim dostlarımı kaybettim ve onlarsız olmanın, hayatımın geri kalanında, çok keyif aldığım paylaşımlarımızın artık olmamasının ne kadar hüzünlü ve ne kadar çaresiz bir durum olduğunu hala içimde hissediyorum. O yüzden bizim motivasyonumuz hem hayatını kurtardığımız insanlar hem de hayatını kurtardığımız insanların dostları, sevdikleridir. Onlara sevdiklerini geri veriyoruz ve bir ömür boyu sürecek acılardan kurtarıyoruz. Bu duyguyu hiçbir şeyle kıyaslayamam…

 

“Sırt çantamı taşıyabildiğim sürece tırmanmaktan vazgeçmeyeceğim”

Sizi en çok zorlayan tırmanış hangisiydi?

K2 Dağı tırmanışı

 

Bu dağda sizi zorlayan neydi?

Dikey Limit filmini gördün mü?

 

Evet gördüm.

İşte oradaki hikâye K2’de geçiyor. 8 bin 611 metre yükseklikte Pakistan ve Çin sınırında yer alıyor. Dünyanın ikinci yüksek dağı ama dünyanın tırmanışı en zor ve riskli dağı kabul ediliyor. O tırmanış hayatımın en zor tırmanışıydı. Birincisi K2’dir, ikincisi de Pobeda tırmanışımdır.

 

Orada nasıl bir zorluk yaşadınız?

Pobeda’da 7 bin metrede 4 kilometrelik bir travers var. Yani dağın bir tarafından çıkıyorsun ve o çıktığın yerden sonra 4 kilometrelik bir sırt hattını geçmen gerekiyor. Ondan sonra da bir 400 metrelik Rusların obelisk dedikleri dik bir tırmanış daha var. Bu dağda dağcı rahatlıkla, kaybolabilir, savrulabilir ve düşebilir ki bu sırt hattında onlarca dağcının cesedi yatıyor.

 

“Ben dağları çok seviyorum ve sırt çantamı taşıyabildiğim süre de tırmanacağım.” Cümlesini nereye kadar yorumlayabiliriz.

Taşıyabildiğim sürece yani (gülüyor) aslında doğaya çıkabildiğim, doğada performans gösterebildiğim sürece. K2’de aldığım risk ölçüsünde bir daha risk alacağımı zannetmiyorum. K2 hayatımda en çok yapmak istediğim tırmanıştı ve istediğim şekilde de tamamladım. Dağlardan kopmadan keyifli, çeşitli tırmanışlar yaparım diye düşünüyorum.

 

Solo tırmanışlar daha tehlikeli duruyor. Peki bunlarda kaybolduğunuz oldu mu?

Solo çok daha zordur ve tehlikelidir elbette çünkü en küçük bir aksilikte yapayalnızsın ve yapayalnız çözmek zorundasın her şeyi ama kaybolduğum hiç olmadı. Solo tırmanışlar riskli olduğu kadar bence rahat da oluyor. Çünkü dağcı her şeyi kendi temposuna göre ayarlıyor. Benim de yüksek bir performansım var yüksek irtifada, bu avantajı iyi kullandım iki solo tırmanışımda da. Bu yüzden daha güvenli hareket ediyor ve hızlı gidiyordum. Ama en küçük bir aksilikte bedelini çok ağır ödersin. Bileğini burksan tek başınasın ve hayati sonuçları olabilir.

 

“Geçmişe değil geleceğe odaklı yaşarım”

Hangi ülkede yaşamak isterdiniz?

Türkiye.

 

İstanbul’da vakit geçirmekten keyif aldığınız mekânlar neresi?

Boğaz, Ortaköy, Bebek, Arnavutköy, İstanbul’un denizi gören her yeri çok güzel. Belgrat Ormanı’nı da söylemem lazım.

 

Tırmanırken en çok keyif aldığınız dağ?..

K2’de olmaktan çok keyif aldım. Benim için çok özel bir hedefti, yıllarca hayalini kurdum hatta hayatımda hiçbir şeyi K2 Dağı’na tırmanmak kadar istememiştim. Tırmanış da çok heyecanlı, çok zor ve çok tehlikeliydi.

 

Size göre en tehlikeli dağ?..

K2 Dağı, zirvesine tırmanan her 3 dağcı için onu deneyenlerin içinden birinin hayatını kaybettiği ve zirvesine ulaşmayı başaran her 8 dağcıdan da birinin geriye dönemediği, objektif tehlikeleri çok yüksek bir dağ. Zaten dünyanın en zor ve tehlikeli dağlarının da başında kabul edilir.

 

Beğendiğiniz kitap ya da yazar?

Çok var. Hermann Hesse, Nikos Kazancakis, Jerzy Kosiski, Richard Bach, Amin Maalouf

 

En beğendiğiniz film?

Çok var.

 

Sizi ne üzer?

Haksızlıklar.

 

Sizi ne mutlu eder?

Yolunda giden her şey.

 

En büyük pişmanlığınız?

Pişmanlıklarına odaklanan biri değilim, geçmişe değil geleceğe odaklı yaşarım. Ama büyük pişmanlıklarım yoktur, ufak tefekleri de dert etmemeyi öğrendim.

 

Yaşamınız boyunca edindiğiniz 3 dost ismi sayabilir misiniz?

Benim dostum diyebileceğim çok insan var Allaha şükür ama isim verip kimseyi alındırmak istemem. Hepsi benim için özeldir ve değerlidir. (Gülüyor)

Hayat kurtarmayı hiçbir şeye değişmem

Dünyanın en başarılı dağcılarından ve Türkiye’de birçok ilke imza atan AKUT’un kurucusu ve başkanı Nasuh Mahruki:

Hayat kurtarmayı hiçbir şeye değişmem

Nasuh Mahruki ismi ülkemizde sürekli başarıyla anılır. Mahruki Sovyet Asya’nın 7 bin metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayan, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanı verilen, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman, Yedi Zirveler projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısıdır.

Mahruki, ayrıca 8 bin metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmanmayı başarabilen ender dağcılardandır. Mahruki Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet seyahatleri yapan seyyahtır da.

Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu AKUT’la 1200’ü aşkın insanın hayatını kurtardığı gibi onun için yukarıda saydığımız başarıların hiçbir ifadesi yok. Mahruki, hayat kurtarmayı hiç bir şeye tercih edemeyeceğini ve değiştiremeyeceğini söylüyor. Mahruki’yle yaptığı sporları, tırmanışlarını, tırmanışlarda yaşadığı zorlukları, motosiklet seyahatlerini, AKUT’u, hedeflerini ve başarılarını konuştuk.

Birçok sporu aynı anda yapıyorsunuz. (dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet) Bu sporların sizde ne gibi etkisi oluyor avantajları ve dezavantajları neler?

Doğuştan getirdiğim özelliklerim ve sonradan kazandığım yeteneklerim gereği, rekabet avantajımın en fazla olduğu dağcılık sporuna ayrı bir önem veriyorum. Benim en üretken ve en başarılı olduğum ve en çok keyif aldığım spor dağcılık. Tabi bu sporların hepsi belirli bir fiziksel yetenek, psikolojik hazırlık, kas beyin koordinasyonu ve spor zekâsı gerektiriyor. Aslında bir insanda bu alanlarda özel bir yetenek varsa ve bir branşta başarılıysa rahatlıkla diğer branşlarda da yine başarılı sonuçlar alabiliyor. Sonuçta bu spor dalları aşağı yukarı, insanın hep benzer kabiliyetlerini kullanmasını gerektiriyor. Bu sporları bilmek birbirlerini çoğunlukla olumlu yönde etkiliyor diyebilirim. Birinde edinilen tecrübe ve yatkınlık diğerlerini de kolaylaştırıyor.

Yaptığınız sporlar uçuk olarak adlandırılıyor. Sizin bu spor dalları seçmenizin nedeni ne?

Çocukluğumdan itibaren doğayla ve hayvanlarla çok sıcak ve rahat ilişki kurdum. Üniversitede ise, 20 yaşında dağcılık ve mağaracılık sayesinde doğada spor yapma fikriyle tanıştım. O sıralar Bilkent Üniversitesi’nde İşletme okuyordum. Yeni kurulmakta olan dağcılık kulübüne adımı yazdırarak denedim ve çok etkilendim, çok hoşuma gitti. İlk andan itibaren tırmanma konusunda yeteneklerimin yüksek olduğunu keşfettim. Dağcılık, tırmanış, dalış, yamaç paraşütü, mağaracılık gibi doğa sporları, üretkenliğimin en güçlü olduğu, kendimi en iyi ifade edebildiğim ve kendi doğama en çok yaklaştığım alanlar. Bu sporlara uzun yıllar bu kadar ağırlık vermemin en önemli sebebi de bu. Hayatıma eşsiz ve çok özel bir anlam ve değer kattılar, yaşamdaki tatminimi ve mutluluğumu çok yukarılara taşıdılar.

Risk ne kadar?

Bu tür sporlar doğası gereği riskli ve tehlikeli sporlardır. Doğa sporlarındaki karmaşık ve çok etkileşimli riskli ve tehlikeli süreçleri yönetebilmeyi öğrenmek kişiye çok farklı kazanımlar getiriyor. Bu bir oyun değil, insan bu tür sporlarda yaralanabilir, sakatlanabilir hatta daha kötüsü de olabilir. Yüksek bir fiziksel kondisyon, dayanıklılık, teknik beceri, zihinsel hazırlık ve içsel bir disiplinle kendinizi yetiştirmeniz ve geliştirmeniz gerekiyor. Takım dinamiklerine sahip iyi bir takım oyuncusu olmak, çevreyi çok iyi gözlemlemek, kritik süreçlerde karar verme becerileri ve liderlik gibi özel beceriler de kazandırıyor kişiye. Bu kabiliyetlerin hepsini beraber kullanmayı ve etrafınızdaki tüm olan biteni, tüm aykırı değişimleri fark edebilmeyi ve süreç içindeki tüm etkileşimlerini hesap etmeyi ve yönetebilmeyi de öğretiyor.

Rakip anlayışınız nasıl, diğer sporlarda olduğu gibi sizde de rekabet var mı?

Dağcılık seyircisi olmayan bir spor. Dağcılar hedeflerine ulaştıklarında onları alkışlayacak, takdir edecek bir salon dolusu, bir stadyum dolusu insan yok etraflarında. Bütün her şey dağcının kendi içinde yaşanıyor ve işte tam da bu yüzden çok anlamlı ve çok özel. Çünkü burada rol yok, taklit yok, yapaylık yok, başkalarının gözüne girmeye çalışmak yok, sadece doğallık ve dağcının yüklediği anlamdan gelen paha biçilmez bir değer var. Hayatı böyle görebiliyorsan ve yaptıklarını sadece sen öylesini istediğin için yapabiliyorsan, o zaman içten ve samimi bir şekilde kendini geliştirmek istiyorsun, dünkü senle bugünkü sen arasında bir fark, bir gelişme olmasını istiyorsun ve her elde ettiğin başarıyla, biraz daha gayret ve özenle daha da iyisini, daha da fazlasını yapabileceğini fark ediyorsun. Bunlar da insanı kendi içinden gelerek motive ediyor. Spor tarafıysa zaten insana çok şey katıyor. Rakibine saygı duymayı ve onunla doğru bir zeminde iletişim kurmayı öğretiyor. Adil rekabeti ve adalet duygusunu geliştiriyor, dürüst kazanmayı ve onurlu kaybetmeyi öğretiyor. Bütün bu kabiliyetler hayata karşı daha doğru bir duruş getiriyor.

Bu sporlara başladığınızda aileniz ve çevreniz nasıl tepkiler verdi. “Ne işin var senin dağlarda diyen oldu mu?”

Ben çevremdekilerin ne dediğine çok da bakan biri değilim. Kendi kararlarımı, üzerinde titizlikle, enine boyuna düşünerek veririm. Bir karar verdikten sonra da o kararıma bağlı kalırım. Yakın çevremdekiler de kişiliğimin bu tarafını bildikleri için çok da karışmazlar. İlk zamanlarda ailem, arkadaşlarım Türkiye’de yapılmamış, denenmemiş tırmanışları zorladığım için tabi ki endişe ediyorlardı ama hiç engel olmaya kalkışmadılar. Çocukluğumdan itibaren babamda şu inanç vardı hep; “Nasuh bir şeyi kafasına taktığı zaman muhakkak yapar ama eğer şartlar gereği geri dönmesi gerekirse de o geri dönmesi gereken yeri bilir ve öyle yapar, anlamsız yere kendini zorlamaz.” Bu tür bir güven ilişkimiz oldu her zaman. En büyük avantajım da o oldu zaten, ailem tutkularıma engel olmaya kalkmadı hiçbir zaman.

Ailem tutkularıma engel olmadı

Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanını aldınız. Bunu başarabilmek için de 5 tane büyük dağa tırmandınız. Bunu nasıl başardınız ve bu unvanı alabilmek ne gibi zorluklar yaşadınız?

Üniversitede okuduğum dönemlerde yani 22-23 yaşlarımda en büyük hayalim Türkiye’nin ilk 8 bin metreden yüksek tırmanışını yapan dağcı olmaktı. O dönemlerde bizim okula misafir profesör olarak Dimitri Korotkin isimli Rus bir hoca gelmişti. Ben de dağcılık yaptığımız kulübün başkanıyım. Dimitri ülkesinde dağcılık yapıyormuş, Bilkent’e gelince okulda bizim kulübü buldu ve tanışmaya geldi. Tanıştık, konuştuk bayağı da iyi anlaştık. Benim mezun olduğum yaz, Saint Petersburg’daki dağcılık kulüplerinin Tien Shan dağlarındaki 7010 metrelik Khan Tengri dağına tırmanışa gideceklerinden bahsetmişti. Benim hayalini kurduğum 8000 metrelik dağlara başlangıç için harika bir fırsattı bu ve onu tam aradığım sırada kendi kendine karşıma çıktı. “Ben de katılabilir miyim bu tırmanışa?” teklifinde bulundum o da kabul etti. Böyle bir tırmanış için bedava bir paraya, 500 dolara, Terskey Ala Too bölgesinde, 1 aylık kendi içlerindeki ileri seviye bir eğitim programları da dahil olmak üzere 2 ay boyunca Ruslarla Kazakistan ve Kırgızistan’da dağlara tırmandım. Benim için inanılmaz bir tecrübeydi. Çünkü ondan önce Türkiye’de çıktığım en yüksek dağlar Erciyes ve Kaçkar dağlarıydı ki, 4000 metreden biraz daha alçak bu dağlardan sonra bir anda 3 bin metre daha yüksekliğe 7000 metreye tırmandım. Benim açımdan bulunmaz bir deneyim ve harika başlangıç oldu. İlk defa bu kadar yükseğe tırmanıyordum ve henüz 24 yaşındayım. Orada güçlü ve becerikli Rus dağcılarla tanışınca, tabiî ki Kar Leoparı unvanından da haberdar oldum. Khan Tengri dağındaki başarılı ve çok keyif aldığım tırmanışın ardından da Kar Leoparı unvanını almaya karar verdim. İki senede 1993-1994 yazlarında da kalan tırmanışları tamamladım. En son Pobeda’ya çıktım, ki Pobeda, dünyanın en kuzeyindeki 7000 metreden yüksek dağ. Son derece zorlu ve tehlikeli bir tırmanışı var ve zirvesine ulaşan her 6 dağcı için 1 dağcının öldüğü, ürkütücü bir istatistiğe sahip. Bu tırmanışı çok iyi hazırlanarak ve çok iyi aklimatize giderek solo, yani tek başına tırmandım ve Türkiye’nin de en yüksek solo tırmanışını yapan dağcısı oldum ve bu tırmanışımla da seriyi tamamladım ve Kar Leoparı unvanını aldım. Hatta bu solo tırmanışımdan Ruslar ve Kazaklar da çok etkilendiler ve ana kampta kaldığım 18 gün için yemek, içmek, konaklama, tırmanış için benden hiç para almadılar. Bu tabi bana büyük bir özgüven getirdi ve daha fazlasını yapabileceğime inandım. Dedim ki şimdi sıra geldi 8 bin metrelik tırmanışa. Ondan sonra da Everest’e gittim.

Everest’e tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman dağcısınız. Bu durum sizde ne gibi etkilere neden oldu. Everest ulaşılmaz mıdır?

Aslında Everest ulaşılmaz değil. Everest’e artık her sene yaklaşık 500 dağcı tırmanıyor. O yüzden artık Everest’in çok da büyük bir prestiji kalmadı. Sizin dediğiniz o ulaşılmazlık eskidendi. Çünkü müthiş zorluklar vardı. İlk 1953’te tırmanıldı. O zamanlar büyük bir bilinmezlik mevcuttu. 95-96 yılından sonra, hele 2000’lerde gelişen ticari ekspedisyonlar ve yeni anlayışla birlikte pek çok iyi hazırlanmış ama profesyonel olmayan dağcı da Everest Dağı’na tırmanma imkanı bulmaya başladı. Geçen sene, ilk tırmanışımdan 15 yıl sonra Everest’e bir kere daha tırmandım. 95’te tırmandığımda zirvede 20 dakika bir tek ben vardım ve zirvede yapayalnızdım, olağanüstü bir deneyimdi. AKUT’un Antalya Ekibi lideri sevgili Yılmaz Sevgül’le birlikte geçen sene zirvede 50 – 60 dağcıyla birlikteydik. Şimdilerin şartlarıyla Everest’e tırmanmak çok daha kolay diyebilirim.

1.5 milyarlık İslâm aleminde ilk olmak benim için önemli

Everest Dağı’nı sizde daha önemli kalan nedir?

Everest Dağı’na, dünyanın en yüksek dağına tırmanmayı başaran ilk Müslüman dağcı olmayı şu nedenle önemsiyorum. Türkiye’nin nüfusu 75 milyon, dünyadaki İslam alemi ise toplamda 59 ülkeyi ve 1.5 milyarı aşan bir nüfusu ifade ediyor. 1.5 milyarda ilk olmak ve bizden çok daha köklü bir dağcılık geleneği olan İranlı ve Pakistanlı dağcılardan önce bunu başarmış olmak çok daha değerli.

“8150 metrede bayıldım ve geceyi öyle geçirdim”

“İşte şimdi bittim” umutsuzluğunuza kapıldığınız oldu mu?

Bittim dediğim olmadı ama yorgunluktan bayıldığım oldu. Zaten ben, ‘bittim’ diyenlerden değilim. Ne olursa olsun, ben buradan nasıl çıkabilirim düşüncesini hiçbir zaman kaybetmem. K2 Dağı’na 1999 ve 1998 yıllarında hiç kimse tırmanamamıştı, 1997 yılında da bizim çıktığımız Abruzzi sırtı rotasından çıkış yapılamamıştı. İki İtalyan, bir Brezilyalı ve benden oluşan 4 kişilik ekibimizle son 4 yılın ilk tırmanışını yapmıştık bu sırt hattı üzerinden. Ancak tırmanış bizi beklediğimizden çok zorlamış ve çok geç bitmişti. K2’de çok geç bir saatte hava karardıktan sonra zirveden dönerken yorgunluktan, açlıktan, susuzluktan ve oksijensizlikten hepimiz bitmiş ve dönüş yolunda birbirimizi de kaybedip dağın 8200 metrelerinde bir gece açıkta gecelemek zorunda kalmıştık. Üstüne üstlük bir de son kampımızı fırtına nedeniyle kaybettiğimiz için kaz tüyü elbisemi ve kaz tüyü eldivenlerimi de yitirmiştim. Son derece yetersiz malzemeyle, dünyanın en tehlikeli dağında, 8150 metrede, 50-55 derece eğimli dik, buzdan bir yüzeyde, sapladığım kazmamın ve yandan tutturduğum kramponlarımın üzerinde bir gece kelimenin tam anlamıyla can çekiştim ama kendimi hiç bırakmadım ve hep sabah olacak, tekrar güneş doğacak ve sen buradan aşağıya ineceksin diye kendimi şartlandırdığımı hatırlıyorum.

Tüpsüz tırmanmayı da denediniz lakin yarım kaldı…

Ben Everest’ten başka hiçbir tırmanışımda oksijen kullanmadım. K2’de buna dahildir. Everest’e ilk tırmandığımda 8 bin 600’e kadar oksijensiz çıktım. Bir B planı olarak oksijen tüpünü yine de sırtımda taşıdım. İşler çok kötü giderse oksijen kullanacağım diyordum ve ne yazık ki ayak parmaklarımı ısıtamadım, neredeyse donduracaktım yine. Çünkü Kar Leoparı unvanını alırken bir kaç defa dondurmuştum ayak parmaklarımı, bu yüzden de soğuğa karşı hassasiyetim çok fazlaydı. Dolayısıyla parmaklarımı kaybetmemek için sırtımda taşıdığım oksijen tüpünü çıkardım ve kullandım. Aslında tempom gayet iyiydi ama parmaklarımın hassasiyeti korktuğum gibi beni engelledi. Tek sorunum vücudumu ısıtamamaktı. Geçen seneki tırmanışta da muson sezonu tam 1 ay geç geldi Himalayalara çok geç geldi ve bunun neticesinde de yüksek irtifadaki rüzgârlar dinmedi. Sürekli rüzgâr altında tırmanmak zorunda kaldık ve gene çok üşüdük. Yine parmaklarımı ısıtamadım ve dondurmamak için bu sefer de 8 bin 500 metrede de oksijene geçtim.

Yeniden deneyecek misiniz?

Koşullar uygun olursa ve sponsorluk olursa bir kez daha deneyebilirim.

Dünyanın tepesine (Everest’e) çıktığında nasıl bir his yaşadınız?

Orada bir ihtişam var ve bu ihtişam sizi oraya çekiyor. O ihtişamın bir parçası olmak ve bu deneyimi yaşamak bambaşka bir duygu. Zor, tehlikeli, zahmetli, kendine göre çok özel koşulların olması tırmanışı daha cazip hale getiriyor. Hem ihtişamlı hem de oraya ulaşabilmek çok büyük fedakarlık yapmayı gerektiriyor. Zoru başarmak insanı çok daha fazla mutlu eder. Ne kadar zorsa elde edilen başarı, o kadar da büyük bir tatmin duygusu getirir. Everest’in zirvesinde o yapayalnız geçirdiğim 20 dakika içinde, karmakarışık duygular içinde ama tarifsiz bir mutluluk duygusuyla hüngür hüngür ağlamıştım. Ben şu (bahçeyi gösteriyor) yeşili seyretmekten dahi çok büyük keyif alıyorum. Gözüm yeşili, denizi, dağları, gökyüzünü görsün yeterli benim için. Hele bir de içine girebilirsem, orada olabilirsem tadından yenmez…

AKUT gönüllüler sayesinde büyüyor

AKUT çalışmalarınız nasıl gidiyor?

AKUT maşaallah çok iyi gidiyor. AKUT’u hayallerimizin ötesinde bir yere getirdik. Türk Milleti’nin AKUT’a sahip çıkmasıyla ve bazen gönüllü olarak bazen de dışarıdan destek vererek bizi bağrına basmasıyla oldu. Biz AKUT’u yıllar önce dağcı arkadaşlarımla beraber 7 kişi kurduk. AKUT’u kurmaya karar verdiğimizde ben daha 26 yaşındaydım bugün 43 yaşımdayım ve bir gün bile gevşemeden çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Yıllar içerisinde AKUT bir arama kurtarma takımından Türkiye’nin en etkin çalışan sivil toplum kuruluşlarından birine doğru evrildi. Bu, aramıza katılan yeni gönüllülerle birlikte oldu. AKUT’un bugün bir arama kurtarma derneği, bir spor kulübü, bir yayınevi, üniversitelerde öğrenci toplulukları ve daha yeni kurduğumuz bir vakfı var. Bütün bu yapılanmalar AKUT ailesiyle, AKUT gönüllüleri sayesinde yürütülüyor.

Bu başarıyı neye bağlayabiliriz?

Bu ülkede vatanını karşılıksız koşulsuz milyonlarca insan var. Bu insanlar hizmet etmek adına uygun bir çatı bulamıyorlar. İşte sivil toplum kuruluşları da bu çatıları oluşturuyor. AKUT da bir çok faaliyetler göstererek bu açığı kapatıyor. Biz çöp toplama organizasyonlarının yanında okul boyama, muhtaçlara erzak dağıtma, arama kurtarma da yapıyoruz ki bu bizim en iyi yaptığımız şey. Bugüne kadar 900 küsur operasyonda 1235 insan hayatını kurtardık. Üniversite topluluklarıyla birlikte bir çok aktivitelere imza atıyoruz. Kan bağışı, huzurevi ziyaretleri, sokak hayvanlarıyla ilgili bir takım rehabilitasyon çalışmaları yapıyoruz. Seminerler, eğitimler, kitapçıklar, fotoğraf sergileriyle bunları paylaşıyoruz. Bir yurttaşlık sorumluluğu projesine dönüştü ve yeni katılan arkadaşlarla gelişiyor ve yeni ekipler kuruyoruz. Bu giderek de artıyor ve büyüyor.

Todosk Dergisi

Dünyanın en başarılı dağcılarından ve Türkiye’de birçok ilke imza atan AKUT’un kurucusu ve başkanı Nasuh Mahruki:

Hayat kurtarmayı hiçbir şeye değişmem

Nasuh Mahruki ismi ülkemizde sürekli başarıyla anılır. Mahruki Sovyet Asya’nın 7 bin metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayan, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanı verilen, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman, Yedi Zirveler projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısıdır.

Mahruki, ayrıca 8 bin metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmanmayı başarabilen ender dağcılardandır. Mahruki Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet seyahatleri yapan seyyahtır da.

Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu AKUT’la 1200’ü aşkın insanın hayatını kurtardığı gibi onun için yukarıda saydığımız başarıların hiçbir ifadesi yok. Mahruki, hayat kurtarmayı hiç bir şeye tercih edemeyeceğini ve değiştiremeyeceğini söylüyor. Mahruki’yle yaptığı sporları, tırmanışlarını, tırmanışlarda yaşadığı zorlukları, motosiklet seyahatlerini, AKUT’u, hedeflerini ve başarılarını konuştuk.

Birçok sporu aynı anda yapıyorsunuz. (dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet) Bu sporların sizde ne gibi etkisi oluyor avantajları ve dezavantajları neler?

Doğuştan getirdiğim özelliklerim ve sonradan kazandığım yeteneklerim gereği, rekabet avantajımın en fazla olduğu dağcılık sporuna ayrı bir önem veriyorum. Benim en üretken ve en başarılı olduğum ve en çok keyif aldığım spor dağcılık. Tabi bu sporların hepsi belirli bir fiziksel yetenek, psikolojik hazırlık, kas beyin koordinasyonu ve spor zekâsı gerektiriyor. Aslında bir insanda bu alanlarda özel bir yetenek varsa ve bir branşta başarılıysa rahatlıkla diğer branşlarda da yine başarılı sonuçlar alabiliyor. Sonuçta bu spor dalları aşağı yukarı, insanın hep benzer kabiliyetlerini kullanmasını gerektiriyor. Bu sporları bilmek birbirlerini çoğunlukla olumlu yönde etkiliyor diyebilirim. Birinde edinilen tecrübe ve yatkınlık diğerlerini de kolaylaştırıyor.

Yaptığınız sporlar uçuk olarak adlandırılıyor. Sizin bu spor dalları seçmenizin nedeni ne?

Çocukluğumdan itibaren doğayla ve hayvanlarla çok sıcak ve rahat ilişki kurdum. Üniversitede ise, 20 yaşında dağcılık ve mağaracılık sayesinde doğada spor yapma fikriyle tanıştım. O sıralar Bilkent Üniversitesi’nde İşletme okuyordum. Yeni kurulmakta olan dağcılık kulübüne adımı yazdırarak denedim ve çok etkilendim, çok hoşuma gitti. İlk andan itibaren tırmanma konusunda yeteneklerimin yüksek olduğunu keşfettim. Dağcılık, tırmanış, dalış, yamaç paraşütü, mağaracılık gibi doğa sporları, üretkenliğimin en güçlü olduğu, kendimi en iyi ifade edebildiğim ve kendi doğama en çok yaklaştığım alanlar. Bu sporlara uzun yıllar bu kadar ağırlık vermemin en önemli sebebi de bu. Hayatıma eşsiz ve çok özel bir anlam ve değer kattılar, yaşamdaki tatminimi ve mutluluğumu çok yukarılara taşıdılar.

Risk ne kadar?

Bu tür sporlar doğası gereği riskli ve tehlikeli sporlardır. Doğa sporlarındaki karmaşık ve çok etkileşimli riskli ve tehlikeli süreçleri yönetebilmeyi öğrenmek kişiye çok farklı kazanımlar getiriyor. Bu bir oyun değil, insan bu tür sporlarda yaralanabilir, sakatlanabilir hatta daha kötüsü de olabilir. Yüksek bir fiziksel kondisyon, dayanıklılık, teknik beceri, zihinsel hazırlık ve içsel bir disiplinle kendinizi yetiştirmeniz ve geliştirmeniz gerekiyor. Takım dinamiklerine sahip iyi bir takım oyuncusu olmak, çevreyi çok iyi gözlemlemek, kritik süreçlerde karar verme becerileri ve liderlik gibi özel beceriler de kazandırıyor kişiye. Bu kabiliyetlerin hepsini beraber kullanmayı ve etrafınızdaki tüm olan biteni, tüm aykırı değişimleri fark edebilmeyi ve süreç içindeki tüm etkileşimlerini hesap etmeyi ve yönetebilmeyi de öğretiyor.

Rakip anlayışınız nasıl, diğer sporlarda olduğu gibi sizde de rekabet var mı?

Dağcılık seyircisi olmayan bir spor. Dağcılar hedeflerine ulaştıklarında onları alkışlayacak, takdir edecek bir salon dolusu, bir stadyum dolusu insan yok etraflarında. Bütün her şey dağcının kendi içinde yaşanıyor ve işte tam da bu yüzden çok anlamlı ve çok özel. Çünkü burada rol yok, taklit yok, yapaylık yok, başkalarının gözüne girmeye çalışmak yok, sadece doğallık ve dağcının yüklediği anlamdan gelen paha biçilmez bir değer var. Hayatı böyle görebiliyorsan ve yaptıklarını sadece sen öylesini istediğin için yapabiliyorsan, o zaman içten ve samimi bir şekilde kendini geliştirmek istiyorsun, dünkü senle bugünkü sen arasında bir fark, bir gelişme olmasını istiyorsun ve her elde ettiğin başarıyla, biraz daha gayret ve özenle daha da iyisini, daha da fazlasını yapabileceğini fark ediyorsun. Bunlar da insanı kendi içinden gelerek motive ediyor. Spor tarafıysa zaten insana çok şey katıyor. Rakibine saygı duymayı ve onunla doğru bir zeminde iletişim kurmayı öğretiyor. Adil rekabeti ve adalet duygusunu geliştiriyor, dürüst kazanmayı ve onurlu kaybetmeyi öğretiyor. Bütün bu kabiliyetler hayata karşı daha doğru bir duruş getiriyor.

Bu sporlara başladığınızda aileniz ve çevreniz nasıl tepkiler verdi. “Ne işin var senin dağlarda diyen oldu mu?”

Ben çevremdekilerin ne dediğine çok da bakan biri değilim. Kendi kararlarımı, üzerinde titizlikle, enine boyuna düşünerek veririm. Bir karar verdikten sonra da o kararıma bağlı kalırım. Yakın çevremdekiler de kişiliğimin bu tarafını bildikleri için çok da karışmazlar. İlk zamanlarda ailem, arkadaşlarım Türkiye’de yapılmamış, denenmemiş tırmanışları zorladığım için tabi ki endişe ediyorlardı ama hiç engel olmaya kalkışmadılar. Çocukluğumdan itibaren babamda şu inanç vardı hep; “Nasuh bir şeyi kafasına taktığı zaman muhakkak yapar ama eğer şartlar gereği geri dönmesi gerekirse de o geri dönmesi gereken yeri bilir ve öyle yapar, anlamsız yere kendini zorlamaz.” Bu tür bir güven ilişkimiz oldu her zaman. En büyük avantajım da o oldu zaten, ailem tutkularıma engel olmaya kalkmadı hiçbir zaman.

Ailem tutkularıma engel olmadı

Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanını aldınız. Bunu başarabilmek için de 5 tane büyük dağa tırmandınız. Bunu nasıl başardınız ve bu unvanı alabilmek ne gibi zorluklar yaşadınız?

Üniversitede okuduğum dönemlerde yani 22-23 yaşlarımda en büyük hayalim Türkiye’nin ilk 8 bin metreden yüksek tırmanışını yapan dağcı olmaktı. O dönemlerde bizim okula misafir profesör olarak Dimitri Korotkin isimli Rus bir hoca gelmişti. Ben de dağcılık yaptığımız kulübün başkanıyım. Dimitri ülkesinde dağcılık yapıyormuş, Bilkent’e gelince okulda bizim kulübü buldu ve tanışmaya geldi. Tanıştık, konuştuk bayağı da iyi anlaştık. Benim mezun olduğum yaz, Saint Petersburg’daki dağcılık kulüplerinin Tien Shan dağlarındaki 7010 metrelik Khan Tengri dağına tırmanışa gideceklerinden bahsetmişti. Benim hayalini kurduğum 8000 metrelik dağlara başlangıç için harika bir fırsattı bu ve onu tam aradığım sırada kendi kendine karşıma çıktı. “Ben de katılabilir miyim bu tırmanışa?” teklifinde bulundum o da kabul etti. Böyle bir tırmanış için bedava bir paraya, 500 dolara, Terskey Ala Too bölgesinde, 1 aylık kendi içlerindeki ileri seviye bir eğitim programları da dahil olmak üzere 2 ay boyunca Ruslarla Kazakistan ve Kırgızistan’da dağlara tırmandım. Benim için inanılmaz bir tecrübeydi. Çünkü ondan önce Türkiye’de çıktığım en yüksek dağlar Erciyes ve Kaçkar dağlarıydı ki, 4000 metreden biraz daha alçak bu dağlardan sonra bir anda 3 bin metre daha yüksekliğe 7000 metreye tırmandım. Benim açımdan bulunmaz bir deneyim ve harika başlangıç oldu. İlk defa bu kadar yükseğe tırmanıyordum ve henüz 24 yaşındayım. Orada güçlü ve becerikli Rus dağcılarla tanışınca, tabiî ki Kar Leoparı unvanından da haberdar oldum. Khan Tengri dağındaki başarılı ve çok keyif aldığım tırmanışın ardından da Kar Leoparı unvanını almaya karar verdim. İki senede 1993-1994 yazlarında da kalan tırmanışları tamamladım. En son Pobeda’ya çıktım, ki Pobeda, dünyanın en kuzeyindeki 7000 metreden yüksek dağ. Son derece zorlu ve tehlikeli bir tırmanışı var ve zirvesine ulaşan her 6 dağcı için 1 dağcının öldüğü, ürkütücü bir istatistiğe sahip. Bu tırmanışı çok iyi hazırlanarak ve çok iyi aklimatize giderek solo, yani tek başına tırmandım ve Türkiye’nin de en yüksek solo tırmanışını yapan dağcısı oldum ve bu tırmanışımla da seriyi tamamladım ve Kar Leoparı unvanını aldım. Hatta bu solo tırmanışımdan Ruslar ve Kazaklar da çok etkilendiler ve ana kampta kaldığım 18 gün için yemek, içmek, konaklama, tırmanış için benden hiç para almadılar. Bu tabi bana büyük bir özgüven getirdi ve daha fazlasını yapabileceğime inandım. Dedim ki şimdi sıra geldi 8 bin metrelik tırmanışa. Ondan sonra da Everest’e gittim.

Everest’e tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman dağcısınız. Bu durum sizde ne gibi etkilere neden oldu. Everest ulaşılmaz mıdır?

Aslında Everest ulaşılmaz değil. Everest’e artık her sene yaklaşık 500 dağcı tırmanıyor. O yüzden artık Everest’in çok da büyük bir prestiji kalmadı. Sizin dediğiniz o ulaşılmazlık eskidendi. Çünkü müthiş zorluklar vardı. İlk 1953’te tırmanıldı. O zamanlar büyük bir bilinmezlik mevcuttu. 95-96 yılından sonra, hele 2000’lerde gelişen ticari ekspedisyonlar ve yeni anlayışla birlikte pek çok iyi hazırlanmış ama profesyonel olmayan dağcı da Everest Dağı’na tırmanma imkanı bulmaya başladı. Geçen sene, ilk tırmanışımdan 15 yıl sonra Everest’e bir kere daha tırmandım. 95’te tırmandığımda zirvede 20 dakika bir tek ben vardım ve zirvede yapayalnızdım, olağanüstü bir deneyimdi. AKUT’un Antalya Ekibi lideri sevgili Yılmaz Sevgül’le birlikte geçen sene zirvede 50 – 60 dağcıyla birlikteydik. Şimdilerin şartlarıyla Everest’e tırmanmak çok daha kolay diyebilirim.

1.5 milyarlık İslâm aleminde ilk olmak benim için önemli

Everest Dağı’nı sizde daha önemli kalan nedir?

Everest Dağı’na, dünyanın en yüksek dağına tırmanmayı başaran ilk Müslüman dağcı olmayı şu nedenle önemsiyorum. Türkiye’nin nüfusu 75 milyon, dünyadaki İslam alemi ise toplamda 59 ülkeyi ve 1.5 milyarı aşan bir nüfusu ifade ediyor. 1.5 milyarda ilk olmak ve bizden çok daha köklü bir dağcılık geleneği olan İranlı ve Pakistanlı dağcılardan önce bunu başarmış olmak çok daha değerli.

“8150 metrede bayıldım ve geceyi öyle geçirdim”

“İşte şimdi bittim” umutsuzluğunuza kapıldığınız oldu mu?

Bittim dediğim olmadı ama yorgunluktan bayıldığım oldu. Zaten ben, ‘bittim’ diyenlerden değilim. Ne olursa olsun, ben buradan nasıl çıkabilirim düşüncesini hiçbir zaman kaybetmem. K2 Dağı’na 1999 ve 1998 yıllarında hiç kimse tırmanamamıştı, 1997 yılında da bizim çıktığımız Abruzzi sırtı rotasından çıkış yapılamamıştı. İki İtalyan, bir Brezilyalı ve benden oluşan 4 kişilik ekibimizle son 4 yılın ilk tırmanışını yapmıştık bu sırt hattı üzerinden. Ancak tırmanış bizi beklediğimizden çok zorlamış ve çok geç bitmişti. K2’de çok geç bir saatte hava karardıktan sonra zirveden dönerken yorgunluktan, açlıktan, susuzluktan ve oksijensizlikten hepimiz bitmiş ve dönüş yolunda birbirimizi de kaybedip dağın 8200 metrelerinde bir gece açıkta gecelemek zorunda kalmıştık. Üstüne üstlük bir de son kampımızı fırtına nedeniyle kaybettiğimiz için kaz tüyü elbisemi ve kaz tüyü eldivenlerimi de yitirmiştim. Son derece yetersiz malzemeyle, dünyanın en tehlikeli dağında, 8150 metrede, 50-55 derece eğimli dik, buzdan bir yüzeyde, sapladığım kazmamın ve yandan tutturduğum kramponlarımın üzerinde bir gece kelimenin tam anlamıyla can çekiştim ama kendimi hiç bırakmadım ve hep sabah olacak, tekrar güneş doğacak ve sen buradan aşağıya ineceksin diye kendimi şartlandırdığımı hatırlıyorum.

Tüpsüz tırmanmayı da denediniz lakin yarım kaldı…

Ben Everest’ten başka hiçbir tırmanışımda oksijen kullanmadım. K2’de buna dahildir. Everest’e ilk tırmandığımda 8 bin 600’e kadar oksijensiz çıktım. Bir B planı olarak oksijen tüpünü yine de sırtımda taşıdım. İşler çok kötü giderse oksijen kullanacağım diyordum ve ne yazık ki ayak parmaklarımı ısıtamadım, neredeyse donduracaktım yine. Çünkü Kar Leoparı unvanını alırken bir kaç defa dondurmuştum ayak parmaklarımı, bu yüzden de soğuğa karşı hassasiyetim çok fazlaydı. Dolayısıyla parmaklarımı kaybetmemek için sırtımda taşıdığım oksijen tüpünü çıkardım ve kullandım. Aslında tempom gayet iyiydi ama parmaklarımın hassasiyeti korktuğum gibi beni engelledi. Tek sorunum vücudumu ısıtamamaktı. Geçen seneki tırmanışta da muson sezonu tam 1 ay geç geldi Himalayalara çok geç geldi ve bunun neticesinde de yüksek irtifadaki rüzgârlar dinmedi. Sürekli rüzgâr altında tırmanmak zorunda kaldık ve gene çok üşüdük. Yine parmaklarımı ısıtamadım ve dondurmamak için bu sefer de 8 bin 500 metrede de oksijene geçtim.

Yeniden deneyecek misiniz?

Koşullar uygun olursa ve sponsorluk olursa bir kez daha deneyebilirim.

Dünyanın tepesine (Everest’e) çıktığında nasıl bir his yaşadınız?

Orada bir ihtişam var ve bu ihtişam sizi oraya çekiyor. O ihtişamın bir parçası olmak ve bu deneyimi yaşamak bambaşka bir duygu. Zor, tehlikeli, zahmetli, kendine göre çok özel koşulların olması tırmanışı daha cazip hale getiriyor. Hem ihtişamlı hem de oraya ulaşabilmek çok büyük fedakarlık yapmayı gerektiriyor. Zoru başarmak insanı çok daha fazla mutlu eder. Ne kadar zorsa elde edilen başarı, o kadar da büyük bir tatmin duygusu getirir. Everest’in zirvesinde o yapayalnız geçirdiğim 20 dakika içinde, karmakarışık duygular içinde ama tarifsiz bir mutluluk duygusuyla hüngür hüngür ağlamıştım. Ben şu (bahçeyi gösteriyor) yeşili seyretmekten dahi çok büyük keyif alıyorum. Gözüm yeşili, denizi, dağları, gökyüzünü görsün yeterli benim için. Hele bir de içine girebilirsem, orada olabilirsem tadından yenmez…

AKUT gönüllüler sayesinde büyüyor

AKUT çalışmalarınız nasıl gidiyor?

AKUT maşaallah çok iyi gidiyor. AKUT’u hayallerimizin ötesinde bir yere getirdik. Türk Milleti’nin AKUT’a sahip çıkmasıyla ve bazen gönüllü olarak bazen de dışarıdan destek vererek bizi bağrına basmasıyla oldu. Biz AKUT’u yıllar önce dağcı arkadaşlarımla beraber 7 kişi kurduk. AKUT’u kurmaya karar verdiğimizde ben daha 26 yaşındaydım bugün 43 yaşımdayım ve bir gün bile gevşemeden çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Yıllar içerisinde AKUT bir arama kurtarma takımından Türkiye’nin en etkin çalışan sivil toplum kuruluşlarından birine doğru evrildi. Bu, aramıza katılan yeni gönüllülerle birlikte oldu. AKUT’un bugün bir arama kurtarma derneği, bir spor kulübü, bir yayınevi, üniversitelerde öğrenci toplulukları ve daha yeni kurduğumuz bir vakfı var. Bütün bu yapılanmalar AKUT ailesiyle, AKUT gönüllüleri sayesinde yürütülüyor.

Bu başarıyı neye bağlayabiliriz?

Bu ülkede vatanını karşılıksız koşulsuz milyonlarca insan var. Bu insanlar hizmet etmek adına uygun bir çatı bulamıyorlar. İşte sivil toplum kuruluşları da bu çatıları oluşturuyor. AKUT da bir çok faaliyetler göstererek bu açığı kapatıyor. Biz çöp toplama organizasyonlarının yanında okul boyama, muhtaçlara erzak dağıtma, arama kurtarma da yapıyoruz ki bu bizim en iyi yaptığımız şey. Bugüne kadar 900 küsur operasyonda 1235 insan hayatını kurtardık. Üniversite topluluklarıyla birlikte bir çok aktivitelere imza atıyoruz. Kan bağışı, huzurevi ziyaretleri, sokak hayvanlarıyla ilgili bir takım rehabilitasyon çalışmaları yapıyoruz. Seminerler, eğitimler, kitapçıklar, fotoğraf sergileriyle bunları paylaşıyoruz. Bir yurttaşlık sorumluluğu projesine dönüştü ve yeni katılan arkadaşlarla gelişiyor ve yeni ekipler kuruyoruz. Bu giderek de artıyor ve büyüyor.

Samata Dergisi

1992 – 1994 yılları arasında, Sovyet Asya’nın en yüksek beş dağına tırmanarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından “Kar Leoparı” unvanını alan az sayıdaki Batılı dağcıdan biri olan Nasuh Mahruki, 26 yaşında bu unvanı alan en genç dağcılar arasına girmiş. 1996 yılında AKUT’un kurucu üyesi olan Mahruki, doğa, insan ve vatan sevgisini her alanda yaşatan bir eylem adamıdır.

Şamata Magazin dergisinin değerli okuyucuları için 42 yıllık film arşivinden çocukluk günlerinin kayıtlarına dönebilir misin?

Çok hareketli bir çocukluğum oldu. Çocukluğum ağaç tepelerinde, bahçede, dışarıda geçti. Okulda derste ceketle hem sıcak geldiği hem de rahat edemediğim için derste ceket çıkarmaya izin vermeyen öğretmenlerimle sürekli tartışırdım. Topa pek kabiliyetim yoktu, ilgim de yoktu. Doğaya ve hayvanlara çok düşkündüm. Büyükbabamın 50 yıl önce yaptırdığı evin bahçesinde kaplumbağa, yılan, keklik, kertenkele, beyaz fare, hamster, balık vb. gibi birçok hayvan besledim. Köpeklere olan derin sevgimden ve hep köpeklerin peşinde koşturmamdan dolayı mahallede bana köpek çobanı derlerdi. Kendimi bildim bileli doğa ve hayvanlarla iç içe olmaktan her zaman keyif almışımdır

1995 yılında Everest’e tırmanan ilk Türk ve dünyada ilk Müslüman dağcı olmanın haklı gururunu hepimize yaşatmıştın. İlklerden konu açılmışken dağcılık ve dağ sporlarına attığın ilk adımdan ve sonraki gelişmelerden bahsedelim mi?

Üniversitede okurken dağcılık kulübü kuruluyor diye ilanlarını görmüştüm. Hoşuma gitti, ben de adımı yazdırdım kayıt oldum. İlk söyleşilerine katıldım. Rahmetli Recep Çatak ve öğretim görevlisi olan hocamız Ertan Ercan, Bilkent Üniversitesinde dağcılık kulübü kurmak istiyorlardı. Ben de kulübe ilk girenlerden oldum. Bir sene sonra da kulübün başkanı oldum ve mezun olana kadar üç sene başkanlığını yaptım. Kulübün adını “Doğa Sporları Topluluğu” yaptık, hatta adını “DOST” olarak ben koydum, hala aynı isimle devam ediyor. Üniversite kulübü olduğumuz halde, o yıllarda Türkiye’nin ilk doğa sporları dergisini çıkardık. Basit bir duvar ilanının peşinden merakla ve heyecanla giderek ne kadar doğru bir adım atmış olduğumu görüyorum bugün. İyi ki kendime bu fırsatı vermişim. Üniversite ortamı çok farklı fırsatlar sunuyor insana. Mutlaka iyi değerlendirmek gerekir.

Dağcılık tehlikeli ve riskli bir spor ve çok ciddi bir eğitim gerektiriyor, özellikle de yüksek irtifa tırmanışları. İlk yüksek irtifa deneyimin nerede ve nasıl başladı?

Bilkent’te okuduğum son senede, okula misafir hoca olarak gelen, kendisi de dağcı olan bir Rus matematik profesörü vardı. St. Petersburg, Leningrad Üniversitesi’ndeki dağcılık kulübü Club Bars’ın Khan Tengri’ye gideceğini söyledi. Benim de o günlerdeki en büyük hayalim yüksek irtifa tırmanışına başlamaktı ama nasıl olacağını bilemiyordum. “Katılabilir miyim?” diye sordum, kabul etti. Kazakistan, Kırgızistan derken ilk 7000 metrelik tırmanışımı gerçekleştirdim. Ertesi yıllarda da Rusya’daki diğer 7000 metrelik dağlara tırmandım. Seriyi tamamladığım yaz bir İngiliz grupla tanışmıştım. Onlar da ertesi sene Everest’e gideceklerini söylemişti. “Kar Leoparı unvanını alırsam katılırım size” demiştim ve katıldım.

1992 – 1994 yılları arasında, Sovyet Asya’nın en yüksek beş dağına tırmanarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından “Kar Leoparı” unvanını alan az sayıdaki batılı dağcılardan biri olarak bize bu konu hakkında neler söyleyebilirsin?

1992’de üniversiteden mezun oldum ve diplomamı aldıktan 20 gün sonra Kazakistan’a gittim oradan Kırgızistan’a geçtim, Khan Tengri dağının ilk Türk tırmanışını yapmak üzere. “Bir Dağcının Güncesi” kitabımda anlattığım hikâye. O tırmanış çok başarılı geçti. Kendi yeteneklerimi daha iyi tanıma fırsatım oldu. Yabancı dağcılarla kendimi kıyaslama imkânı buldum. Rusya Dağcılık Federasyonu’ndan çok etkilendim. Çok güçlü, köklü ve zengin bir dağcılık kültürleri var. Her şeyi çok profesyonelce yapıyorlar. Khan Tengri tırmanışında “Kar Leoparı” fikriyle tanıştım. Böyle bir unvanın varlığından haberdar oldum. Rusya Dağcılık Federasyonu’nun verdiği bir unvan. Ben de bunun peşinden gitmeye karar verdim. Sovyet Asya’da iki tane Tien Shan dağlarında üç tane de Pamir dağlarında bulunan 7 bin metreden yüksek dağlar var. Bu dağların tırmanışlarını tamamlayan dağcılara verilen resmi bir unvan bu. Khan Tengri, Lenin, Korjenevskoy, Communism ve Pobeda’ya tırmandım. Bu unvanı 26 yaşında aldım, henüz Türkiye’den tekrarı yapılmadı. Kar Leoparı unvanını alan dağcıların en gençlerinden biriyim. Bu unvanı da almamla beraber bu yol artık benim kariyerim oldu. Hem başarılı ve iyi olduğum bir alan hem de çok mutluyum, dağlarda olmaktan zevk alıyorum.

Arkası da geldi zaten, 1995’te Everest Dağı’na tırmandım. 1996’da Yedi Zirveler’i tamamladım ve başka 8000 metrelik tırmanışlar yaptım, 2000 yılında K2 Dağı’na tırmandım. 2010 Mayıs’ında, 15 yıl aradan sonra Everest’e bir kez daha, bu kez güneyden, Nepal’den tırmandım. AKUT’un Antalya ekibi lideri Yılmaz Sevgül’le beraber gittik. Çok keyifli ve dolu geçti, 15 yıldan sonra tekrar orada olmak güzeldi. Çok özlemişim…

Biz de Everest tırmanışının sunumu izlerken çok keyif aldık. Bizleri kırmayıp, o değerli vaktini ayırdığın için minnettarız. Everest demişken, benim de çok keyif alarak okuduğum kişisel gelişim kitaplarından biri olan “Kendi Everest’inize Tırmanın” adlı kitabında vermek istediğin mesaj nedir?

Kendi Everest’inize Tırmanın benim 7. kitabım. Kişisel gelişim temalı bu kitabı yazma sebebim, yaş ortalaması 28.8 olan ve 30 milyon gence sahip olan ama bir türlü bu genç nüfusunun potansiyelini ortaya koyamayan ülkemizin gerçek değerine ulaşabilmesine katkıda bulunmak istememdir. Bir ülke yurttaşıyla yücelir, yurttaşlarının başarılarıyla güçlenir, kalkınır, gelişir, refahını artırır, güvenli olur, huzurlu olur. Ülkemizin gerçek değerine ulaşabilmesi ancak gençlerimizin kendi potansiyellerinin doruğuna ulaşmasıyla, kendi Everest’lerine tırmanmayı başarmasıyla olacaktır.

Bu kitap özetle bir kişisel gelişim yolculuğu. 20 yaşında başladığım dağcılık sporunda kendi başarı yolumu adım adım izleyerek 64 maddeden oluşan bir yol haritası çıkardım. Bu maddelerin her birinin teorik ve kavramsal altyapısını anlattıktan sonra da, örneği kuvvetlendirmek için kendi hayatımdan ve birkaç tane de kendi kültürümüzden ve dünyadan beğendiğim örneklerle konuları pekiştirmeye çalıştım.

Buradaki hedefim aslında; biraz daha özen ve gayretle, hepimizin bugün yaptığımızdan daha iyisini ve daha fazlasını yapabileceğimizi göstermek.

www.kendieverestinizetirmanin.com adresinden daha fazla bilgi bulabilirsiniz.

En son yazdığın “Kendi Everest’inize Tırmanın” adlı kitabın dışında altı tane daha kitabın var. Kendi deneyimlerini paylaştığın diğer kitaplarından da kısaca bahsedebilir misin?

İlk kitabımı 24 yaşında yazmıştım ve bundan büyük keyif almış ve gurur duymuştum. Yazmak ve yaptıklarımı, yaşadıklarımı, düşüncelerimi yazarak paylaşmak beni her zaman çok heyecanlandırmış ve motive etmiştir. Bir Dağcının Güncesi’nde anlattığım ilk 7000 metrelik tırmanışım olan Khan Tengri Dağı tırmanışının hikayesi, bu hikayeyi günlük formatında anlattım.

Everest’te İlk Türk, Everest tırmanışımın hikayesiydi. Bir Hayalin Peşinde’de yedi kıtanın her birinin en yüksek dağına tırmandığım Yedi Zirveler projesini anlatmıştım. Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi’nde, 1997 yılında kız arkadaşımla yaptığım, İstanbul’dan Katmandu’ya motosiklet yolculuğunu anlatmıştım. Bu seyahat gidiş dönüş toplam 4 ay sürmüştü ve 21.000 km. yol yapmıştım. Yeryüzü Güncesi, çeşitli gazete ve dergilerde çıkan doğa, kültür, spor ve felsefi konularda düşüncelerimi yazdığım makalelerimden derlendi. 6. kitabım Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir’i ise hem 40 yaş hesaplaşmam olarak yazdım hem de AKUT’u anlatıp, 17 Ağustos Depremi’nin ülkemiz için aslında bir dönüşüm ve değişim fırsatı olduğunu ama bu fırsatı nasıl kaçırdığımızdan bahsettim.

AKUT’ u kurma düşüncesi nasıl gelişti?

AKUT’un resmi kuruluşu 14 Mart 1996’dır. Ama kuruluş fikri Kasım 1994’te Bolkar Dağları’nda yaşanan bir dağ kazasıyla ortaya çıktı. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden iki dağcının kaybolduğu haberini alınca Türkiye’nin dört bir yanından dağcılar arama kurtarma çalışmaları için seferber olduk ve bölgeye gittik. Oradaki çalışmalar askeri helikopterler ve Türkiye’nin dört yanından gelen dağcılarla beraber 14 gün sürdü. Helikopterler bizi dağların tepesine bırakıyordu, biz de yamaç ve vadileri koştura koştura tarıyorduk. Ancak sonuçta çocukları bulamadık. Bu sonuçsuz kalan arama çalışması sonrasında aralarında benim de bulunduğum küçük bir grup bir toplantı yaptık ve bir takım öngörülerde bulunduk. Bu öngörüler Türkiye’de dağcılığa ve doğa sporlarına ilginin arttığı, doğal olarak bu alanda yaşanan kazaların da artacağı ve bir kaza olduğu zaman dağcılara sadece diğer dağcıların yardımcı olabileceği yönündeydi. Bu yüzden de artık daha planlı ve organize bir şekilde örgütlenmeye gitmemiz gerektiğine karar verdik. 1995 yılı araştırmayla ve öğrenmeyle, neyin ne şekilde yapılabileceğinin düşünülmesiyle ve nasıl örgütlenebileceğimizin daha doğru olacağının değerlendirilmesiyle geçti. O sırada Türkiye’nin doğal afetlere de çok açık bir ülke olduğunun farkına vardık. Baktık ki Türkiye coğrafyasının neredeyse tamamı deprem riski içeren bölgelerden oluşmakta ve seller belli bölgelerde bir kaç yılda bir belli dönemlerde yaşanıyor; o zaman dedik ki madem bir arama kurtarma takımı oluşturuyoruz, sadece dağlar ve doğayla sınırlandırmayalım sorumluluk alanımızı, ihtiyaç halinde doğal afetlerde de bu birikimimizi kullanalım ve devletimize, milletimize yardımcı olalım. O günlerdeki en önemli stratejik kararımız bu olmuştu. Nitekim 14 Mart 1996’da AKUT resmi olarak kurulduğunda bu vizyona sahipti.

Türk halkını yasa boğan 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde AKUT çok büyük görev üstlendi. Her şeyin devletten beklendiği günümüzde böyle bir sivil toplum örgütünün varlığı ülkemiz insanları için ne kadar önemli olduğu bir kez daha gözler önüne serildi. Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşlarının gelişmesi adına olan katkılarından bahseder misin?

Sivil toplum kuruluşları son derece gerekli ve faydalı kuruluşlar. Çağdaşlaşmanın, demokratikleşmenin, hukukun üstünlüğünün, yurttaşlık sorumluluğunun ve gelişmişliğin de çok net bir göstergesi. 1999 depreminden önceki anlayışımız, her şeyin devletten beklendiği bir yapıydı. 1999 depremi bunun ne kadar eksik bir model olduğunu hepimize gösterdi.

AKUT, 1999 Gölcük Depremi’nde, ülkedeki neredeyse bütün kurumların hazırlıksız yakalandığı bir dönemde bile ne yapması gerektiğini bilen, planlı ve organize bir şekilde gerçekleştirdiği kurtarma çalışmaları ve ülkenin dört bir yanından gelen büyük gönüllü gücünün ve yardımların koordinasyonundaki başarısı nedeniyle, sivil toplum örgütlerinin neler yapabileceğini bütün Türkiye’ye göstermiş oldu. Her şeyi devletten beklemeye alışmış bir toplumun içinden çıkan AKUT; iyi kurgulandıkları ve kendi konularında bilinçli bir şekilde çalıştıkları taktirde, sivil toplum örgütlerinin son derece tehlikeli ve zorlu konularda bile etkin ve başarılı olabileceğini ve gerektiğinde çok önemli boşlukları bile doldurabileceğini ispat etti.

17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nin ardından, Silahlı Kuvvetler’de, illerde, ilçelerde, belediyelerde, fabrikalarda, gönüllü gruplarda AKUT’un örnek olduğu çok sayıda arama kurtarma ekibi oluşturuldu. Bundan da önemlisi, AKUT sadece arama kurtarma konusunda kapasitemizin artmasını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda, süratli karar mekanizmaları ve gerektiğinde çok etkin olabilen dinamik yapıları ile sivil toplum örgütlerinin ve sivil inisiyatif kullanmanın ne kadar etkin ve başarılı, daha doğrusu ne kadar gerekli olduğunu da bir kez daha göstermiş oldu. Bugün demokrasinin vazgeçilmezlerinden kabul edilen örgütlü bir sivil toplum ve sivil toplum kuruluşu söylemleri bile, geniş anlamıyla kamuoyunun bilincine Gölcük Depremi’nde AKUT’un yaptığı başarılı çalışmalar sonrasında girdi.

Gelişmiş bir sivil toplum hem yurttaşını bireyleştirir hem de toplumsallaştırır, hem haklarını öğretir hem de yükümlülüklerini hatırlatır. Ortak yaşama arzusu içinde bulunan çağdaş toplumlarda vatandaşlık sorumluluğunun içinde, kendisinden daha az şanslı bireyler için mücadele etmek ve çalışmak çok saygıdeğer ve toplum içinde kabul gören bir etkinliktir. AKUT bize bunları yeniden hatırlatı.

Üstadım, seni daha çok dağcılık, yelken, aletli dalış, motor, dağ bisikleti ve yamaç paraşütü gibi profesyonel olarak yaptığın spor dalları ve yazarlık yönlerinle tanıdık. Seninle ortak yönümüz olan fotoğrafçı kimliğin nasıl gelişti?

Fotoğraf benim için tıpkı yazmak gibi, yaşadıklarımı, deneyimlerimi paylaşmak amacıyla üzerinde titizlikle durduğum bir alan. Dağcılık ve diğer doğa sporlarına başladığım ilk yıl fotoğraf makinem yoktu. Çok güzel faaliyetlere, kamplara, yürüyüşlere, tırmanışlara gidiyoruz ve gerçekten çok hoş yerler, orijinal şeyler görüyoruz ve doğanın bütün güzelliklerini yaşıyoruz. Bunları fotoğraflarımla paylaşmak gerektiğini düşünerek o zamanın iyi makinelerinden biri olan Nikon FM2 aldım. Hem mekanik kolay kullanılan hem de ağır şartları da kaldıran bir makine. Kaç kere ıslak, nemli ortamlara, mağaralara ve dağlarda karlı ortamlara soktuğum halde çok da güzel sonuçlar verdi. İlk başlangıcım Nikon’la olduğu için Nikon’la devam ettim. Dijital fotoğrafa da Nikon’la başladım ama yıllar sonra Kosta Rika’da setimi çaldılar, çantam gitti maalesef. Ondan sonra Canon’a geçtim, zaten artık dijital fotoğrafa da geçmiştim, yeni setimi Canon’la yapmaya karar verdim. Ama dediğim gibi, bu tür çok doğaya çıkan ya da başkalarının kolay görme fırsatı olmayan yerlere giden kişilerin bence mutlaka fotoğraf makinesi ve video kamerasını da yanlarında götürmeleri gerektiğini düşünüyorum.

Lisanslı dağcı olan Mithat Ağabeyimin anlattıklarından yola çıkarak, zaman zaman sıcaklığın eksi 50 dereceye düştüğü ve saatte 90 km. hızla esen rüzgarla karşılaştıklarını dile getirirdi. Bu zor şartlar altında eldivenleri ve gözlükleri çıkartmadan fotoğraf çekilebiliyor mu?

Çekiliyor, ben buna alıştım artık. Mutlaka belimde bir çantada, karnımda sıcak tutacak şekilde bir video kamera ve bir fotoğraf makinesi oluyor. Zorlukları var elbette, bir enerji maliyeti de var. Bu hassas makineleri o şartlarda sürekli kollamanız gerekiyor. Bir yandan da görüntü alabilmek için bazen eldiveninizi çıkarmanız gerekiyor ki hiç hoş bir şey değil tabi, ama bazen bir şey yapmak için gerekebiliyor. Yine de çoğu zaman eldivenle de çekim yapılabiliyor, bazı özel durumlarda da dişimizi sıkıyoruz.

Motosikletle seyahat ederken de hep ulaşacağım bir çantada bir fotoğraf makinesi tutuyorum ki ani bir şey çıktığında hemen en kolay şekilde ulaşabileyim. Zaten bütün bunları başkalarıyla o güzellikleri paylaşmak için yapıyorsunuz, bunu kafanızda çözünce gerisi dikkatli bir şekilde işe odaklanmak ve oradan güzel bir malzeme çıkarmaya kalıyor.

Bu arada dönerek Nasuh’un sevgili eşi Mine hanıma bir soru yöneltiyorum.

Nasuh zorlu tırmanış faaliyetine gideceği zaman neler hissediyorsun?

Duygularını alabilir miyim?

Kendisine çok güveniyorum ama içinizde ister istemez bir heyecan oluyor tabii ki ama Nasuh nasıl olsa mutlu olduğu şeyi yapıyor. O mutlu olduğu zaman be de mutlu olduğum için o anda ona şans dilemek ve dua etmek yeterli oluyor benim için.

‘Zirveye ulaşmak’ deyince aklına gelen ilk şey nedir?

Aslına bakarsan ‘Hedefe ulaşmak’ geliyor. Sonuçta bir dağ tırmanışını önümüze koyduğumuzda o bir hedeftir, hem de değerli bir hedeftir. O hedefe ulaşmanın da yolları ve bedeli vardır.

Hedefe ulaştığın andaki duygular elbette anlatılmaz yaşanır derecededir. Ama yine de bize o anki duygularını anlatır mısın?

Bütün o zahmeti çektiğinizde hedefe ulaştığınızda duyduğunuz tatmin çok üst düzeydedir. Bunun dışarıdaki insanların algılayabileceği şekilde elle tutulur bir ödülü yok, içe dönük bir düşünceyi gerektiriyor. Zirveye ulaşmayı ben, kendime karşı duyduğum saygı, güven ve heyecan veren bir durum olarak nitelendiriyorum. Kendime verdiğim bir sözün tutulması ve sonucunda bir kişisel büyüme olarak algılıyorum.

Zirvede, başarma duygusu, özgüven ve özsaygı duyguları öne çıkıyor, bizim için anlamlı ve değerli bir hedefe ulaşmanın getirdiği bu duygular insanı besliyor, farkındalığını geliştiriyor. Bu duyguyu ifade eden en güzel kelimelerden biri coşku duygusu. Ona özel bir anlam yüklediğim ve benim için önemli bir zirveye vardığımdaki coşku, insanın ruhunu bedeninden fışkıracakmış gibi hissettiriyor. Yine de tüm bu mutluluğa ve coşkuya rağmen, unutmamak gerekir ki bir tırmanış asla zirvede bitmez. Tekrar ana kampa inene dek dağcı tüm dikkatini ve kabiliyetlerini kullanmalı ve kaynaklarının buna yeteceğine de emin olmalıdır.

Lider ruhlu bir kişiliğe sahip olduğunu biliyoruz. Hayatın boyunca kendine model olarak seçtiğin bir lider oldu mu?


Yaşam kurgusuna ve liderlik inisiyatiflerine derin bir saygı duyduğum Atatürk’ten başkasını düşünemem bu konuda. Onun izinden gitmeyi en anlamlı şey olarak görüyorum. Atatürk’ün herşeyi göze alarak ülkesi ve milleti için gösterdiği çabayı ve tüm kişisel kabiliyetlerini bu uğurda ortaya koymasını çok değerli ve çok öğretici buluyorum. Her Türk gencinin de, onun açtığı yolda kendi gücü ve yeteneğince yer almasını diliyorum.

Hobiler insanların yaşam kalitesini olumlu yönde yükseltir. Hobi kelimesi senin için ne ifade ediyor?

Bugün bir iş başvurusu yaptığınızda hobilerinizi soruyorlar. Yurtdışında bir üniversiteye başvurduğunuzda da hobilerinizi soruyorlar. Hobisi olmayan insan tek boyutlu, renksiz oluyor. Hobiler insana çok yönlülük de kazandırıyor. Hobilerimizde kişiliğimiz de çok rahat gözlemlenebilir. Yaptığınız hobilerde sizin karakteriniz, kişiliğiniz, yaratıcılığınız ve güçlü taraflarınız da ortaya çıkıyor. Hobi, sosyalliği ortaya çıkarıyor, insanın kabiliyetlerini daha çok sergileyebilme fırsatı veriyor.

Hobi, görev ve meslek gibi insanın normal yaşantısında yapmak zorunda olduğu şeylerin dışında, kendisine keyif ve mutluluk veren farklı ilgi alanları geliştirmesidir. Dışarıdan hiçbir etki almadan, kendimiz istediğimiz için, keyifli zaman geçirmek için yaptığımız şeylerdir. İnsanı rahatlattığı ve kendisiyle daha kaliteli vakit geçirmesini sağladığı için kendisini daha iyi tanımasını da sağlar. Karakter gelişiminde çok etkilidirler. Hobiler tercihlerimizi ve zevklerimizi gösterir, bu yüzden kişiliğimizin bir tür aynasıdır. Hobiler yaratıcılığımızı da geliştirir. Hobileri olan insanların özdisiplini ve odaklanma yeteneği, yaptıkları işte de daha başarılı olmalarını sağlar.

Günlük yaşamın stresinden, yorgunluğundan ve izlerinden uzaklaşmak için kendimize uygun bir hobimiz veya hobilerimiz olmalı. Hobilerimiz bizi zihinsel olarak dinlendirirken fiziksel olarak da güçlendirir, yaşam enerjimizi çoğaltır, bir yandan da sahip olduğumuz nitelikleri de geliştirir.

Bu güne kadar gezmiş olduğun yerlerden, gerek kültürüyle gerek doğası ile seni en çok büyüleyen ülkeler hangileri oldu.

Kültür olarak Hindistan. Hindistan eşsiz, çok renkli ve çok kalabalık, bir milyarın üzerinde insan var. Birçok kültür iç içe geçmiş, harmanlanmış durumda ve aralarında çok enteresan bir uyum var.

Doğal güzellikler olarak Alaska’yı çok beğenmiştim, coğrafya olarak ise tabii ki Himalayalar ve Karakurum dağları. Yüksek dağlar zaten beni her zaman çok çekti. Onun dışında Afrika çok özgün, doğal yaşam ve hayvanlar açısından muhteşem, bambaşka bir rengi ve ışığı var kıtanın. Avrupa’nın da, örneğin İsviçre’nin, Almanya’nın yurttaşıyla kurduğu yaşam kalitesi ve medeniyetinden etkilenirim. Avustralya’daki doğa ve medeniyetin uyumunu da çok beğenmiştim.

Riskleri seven birisi olarak hayat tarzın ile çok uyumlu olan bu motor tutkusu nasıl başladı.

1994 yılında aldım ilk motorumu. Yurt içinde seyahatler yaptım ve motosiklet tecrübemi artırdım. Arkasından da 1997 yılında İstanbul’dan Katmandu’ya gittim, gidiş geliş toplam 4 ay süren muhteşem bir yolculuk oldu. Motosikletle, İran, Pakistan, Hindistan, Sıkkım, Bhutan, Nepal ve Avrupa’da, Alpler’de, Dolomitler’de de seyahatlerim oldu, her birinden de çok keyif aldım. Şehir içinde de pratikliğinden dolayı scooter tercih ediyorum, hava yağışlı olmadığı sürece hemen her yere Vespa ile gidiyorum. Hem beni diri tutuyor hem de hayatımı kolaylaştırıyor, zaman kazandırıyor, daha ne olsun.

Bu konuda ilgisi olanlara da tavsiye ederim. Hatta 50 yaşın üstünde olan tanıdıklarıma motosiklet öneriyorum. 50 yaşına geldin mi bu yaşa kadar motosiklet kullanmadıysan artık edinme zamanı gelmiştir, çünkü beş yaş gençleşeceksiniz diyorum. Kimi ikna edip aldırdıysam hepsi müthiş memnun, iyi ki almışız diyorlar. Motosiklet iri bir alet, ağır ve kocaman bir kitle. Onu itmek, çekmek, kaldırmak, hareket ettirmek için başlı başına fiziksel bir aktivite yapıyorsunuz. Üzerindeyken etrafınızı çok iyi kontrol etmeniz gerekiyor. Dolayısıyla dikkatini ve yoğunlaşmasını artırıyor, çevreyle ve hayatla olan ilişkisini kuvvetlendiriyor insanın. 50 yaşından sonra elimin altında böyle bir güç var bakayım ne kadar gidiyor diye çocukca sürat yapacak halide yok. Biraz dikkat ve biraz gayretle keyfine ve zevkine göre seyahat edebilir ve tadını çıkarabilir herkes diye düşünüyorum.

Yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğün bir gezi planın var mı?

Kuzenimle Güney Amerika’yı dolaşmak istiyoruz. Bir seferde değil, etap etap, birkaç yıla yayılacak şekilde bir projemiz var kısmetse…

O değerli zamanını ve bilgilerini bizimle paylaştığın için sana ve sevgili eşin Mine’ye çok teşekkür ederim. Arayı açmayın lütfen! en kısa zamanda Marmaris’e yine bekleriz.

Rica ederim, elbette neden olmasın. En yakın zamanda görüşmek dileğiyle…