1992 – 1994 yılları arasında, Sovyet Asya’nın en yüksek beş dağına tırmanarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından “Kar Leoparı” unvanını alan az sayıdaki Batılı dağcıdan biri olan Nasuh Mahruki, 26 yaşında bu unvanı alan en genç dağcılar arasına girmiş. 1996 yılında AKUT’un kurucu üyesi olan Mahruki, doğa, insan ve vatan sevgisini her alanda yaşatan bir eylem adamıdır.
Şamata Magazin dergisinin değerli okuyucuları için 42 yıllık film arşivinden çocukluk günlerinin kayıtlarına dönebilir misin?
Çok hareketli bir çocukluğum oldu. Çocukluğum ağaç tepelerinde, bahçede, dışarıda geçti. Okulda derste ceketle hem sıcak geldiği hem de rahat edemediğim için derste ceket çıkarmaya izin vermeyen öğretmenlerimle sürekli tartışırdım. Topa pek kabiliyetim yoktu, ilgim de yoktu. Doğaya ve hayvanlara çok düşkündüm. Büyükbabamın 50 yıl önce yaptırdığı evin bahçesinde kaplumbağa, yılan, keklik, kertenkele, beyaz fare, hamster, balık vb. gibi birçok hayvan besledim. Köpeklere olan derin sevgimden ve hep köpeklerin peşinde koşturmamdan dolayı mahallede bana köpek çobanı derlerdi. Kendimi bildim bileli doğa ve hayvanlarla iç içe olmaktan her zaman keyif almışımdır
1995 yılında Everest’e tırmanan ilk Türk ve dünyada ilk Müslüman dağcı olmanın haklı gururunu hepimize yaşatmıştın. İlklerden konu açılmışken dağcılık ve dağ sporlarına attığın ilk adımdan ve sonraki gelişmelerden bahsedelim mi?
Üniversitede okurken dağcılık kulübü kuruluyor diye ilanlarını görmüştüm. Hoşuma gitti, ben de adımı yazdırdım kayıt oldum. İlk söyleşilerine katıldım. Rahmetli Recep Çatak ve öğretim görevlisi olan hocamız Ertan Ercan, Bilkent Üniversitesinde dağcılık kulübü kurmak istiyorlardı. Ben de kulübe ilk girenlerden oldum. Bir sene sonra da kulübün başkanı oldum ve mezun olana kadar üç sene başkanlığını yaptım. Kulübün adını “Doğa Sporları Topluluğu” yaptık, hatta adını “DOST” olarak ben koydum, hala aynı isimle devam ediyor. Üniversite kulübü olduğumuz halde, o yıllarda Türkiye’nin ilk doğa sporları dergisini çıkardık. Basit bir duvar ilanının peşinden merakla ve heyecanla giderek ne kadar doğru bir adım atmış olduğumu görüyorum bugün. İyi ki kendime bu fırsatı vermişim. Üniversite ortamı çok farklı fırsatlar sunuyor insana. Mutlaka iyi değerlendirmek gerekir.
Dağcılık tehlikeli ve riskli bir spor ve çok ciddi bir eğitim gerektiriyor, özellikle de yüksek irtifa tırmanışları. İlk yüksek irtifa deneyimin nerede ve nasıl başladı?
Bilkent’te okuduğum son senede, okula misafir hoca olarak gelen, kendisi de dağcı olan bir Rus matematik profesörü vardı. St. Petersburg, Leningrad Üniversitesi’ndeki dağcılık kulübü Club Bars’ın Khan Tengri’ye gideceğini söyledi. Benim de o günlerdeki en büyük hayalim yüksek irtifa tırmanışına başlamaktı ama nasıl olacağını bilemiyordum. “Katılabilir miyim?” diye sordum, kabul etti. Kazakistan, Kırgızistan derken ilk 7000 metrelik tırmanışımı gerçekleştirdim. Ertesi yıllarda da Rusya’daki diğer 7000 metrelik dağlara tırmandım. Seriyi tamamladığım yaz bir İngiliz grupla tanışmıştım. Onlar da ertesi sene Everest’e gideceklerini söylemişti. “Kar Leoparı unvanını alırsam katılırım size” demiştim ve katıldım.
1992 – 1994 yılları arasında, Sovyet Asya’nın en yüksek beş dağına tırmanarak, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından “Kar Leoparı” unvanını alan az sayıdaki batılı dağcılardan biri olarak bize bu konu hakkında neler söyleyebilirsin?
1992’de üniversiteden mezun oldum ve diplomamı aldıktan 20 gün sonra Kazakistan’a gittim oradan Kırgızistan’a geçtim, Khan Tengri dağının ilk Türk tırmanışını yapmak üzere. “Bir Dağcının Güncesi” kitabımda anlattığım hikâye. O tırmanış çok başarılı geçti. Kendi yeteneklerimi daha iyi tanıma fırsatım oldu. Yabancı dağcılarla kendimi kıyaslama imkânı buldum. Rusya Dağcılık Federasyonu’ndan çok etkilendim. Çok güçlü, köklü ve zengin bir dağcılık kültürleri var. Her şeyi çok profesyonelce yapıyorlar. Khan Tengri tırmanışında “Kar Leoparı” fikriyle tanıştım. Böyle bir unvanın varlığından haberdar oldum. Rusya Dağcılık Federasyonu’nun verdiği bir unvan. Ben de bunun peşinden gitmeye karar verdim. Sovyet Asya’da iki tane Tien Shan dağlarında üç tane de Pamir dağlarında bulunan 7 bin metreden yüksek dağlar var. Bu dağların tırmanışlarını tamamlayan dağcılara verilen resmi bir unvan bu. Khan Tengri, Lenin, Korjenevskoy, Communism ve Pobeda’ya tırmandım. Bu unvanı 26 yaşında aldım, henüz Türkiye’den tekrarı yapılmadı. Kar Leoparı unvanını alan dağcıların en gençlerinden biriyim. Bu unvanı da almamla beraber bu yol artık benim kariyerim oldu. Hem başarılı ve iyi olduğum bir alan hem de çok mutluyum, dağlarda olmaktan zevk alıyorum.
Arkası da geldi zaten, 1995’te Everest Dağı’na tırmandım. 1996’da Yedi Zirveler’i tamamladım ve başka 8000 metrelik tırmanışlar yaptım, 2000 yılında K2 Dağı’na tırmandım. 2010 Mayıs’ında, 15 yıl aradan sonra Everest’e bir kez daha, bu kez güneyden, Nepal’den tırmandım. AKUT’un Antalya ekibi lideri Yılmaz Sevgül’le beraber gittik. Çok keyifli ve dolu geçti, 15 yıldan sonra tekrar orada olmak güzeldi. Çok özlemişim…
Biz de Everest tırmanışının sunumu izlerken çok keyif aldık. Bizleri kırmayıp, o değerli vaktini ayırdığın için minnettarız. Everest demişken, benim de çok keyif alarak okuduğum kişisel gelişim kitaplarından biri olan “Kendi Everest’inize Tırmanın” adlı kitabında vermek istediğin mesaj nedir?
Kendi Everest’inize Tırmanın benim 7. kitabım. Kişisel gelişim temalı bu kitabı yazma sebebim, yaş ortalaması 28.8 olan ve 30 milyon gence sahip olan ama bir türlü bu genç nüfusunun potansiyelini ortaya koyamayan ülkemizin gerçek değerine ulaşabilmesine katkıda bulunmak istememdir. Bir ülke yurttaşıyla yücelir, yurttaşlarının başarılarıyla güçlenir, kalkınır, gelişir, refahını artırır, güvenli olur, huzurlu olur. Ülkemizin gerçek değerine ulaşabilmesi ancak gençlerimizin kendi potansiyellerinin doruğuna ulaşmasıyla, kendi Everest’lerine tırmanmayı başarmasıyla olacaktır.
Bu kitap özetle bir kişisel gelişim yolculuğu. 20 yaşında başladığım dağcılık sporunda kendi başarı yolumu adım adım izleyerek 64 maddeden oluşan bir yol haritası çıkardım. Bu maddelerin her birinin teorik ve kavramsal altyapısını anlattıktan sonra da, örneği kuvvetlendirmek için kendi hayatımdan ve birkaç tane de kendi kültürümüzden ve dünyadan beğendiğim örneklerle konuları pekiştirmeye çalıştım.
Buradaki hedefim aslında; biraz daha özen ve gayretle, hepimizin bugün yaptığımızdan daha iyisini ve daha fazlasını yapabileceğimizi göstermek.
www.kendieverestinizetirmanin.com adresinden daha fazla bilgi bulabilirsiniz.
En son yazdığın “Kendi Everest’inize Tırmanın” adlı kitabın dışında altı tane daha kitabın var. Kendi deneyimlerini paylaştığın diğer kitaplarından da kısaca bahsedebilir misin?
İlk kitabımı 24 yaşında yazmıştım ve bundan büyük keyif almış ve gurur duymuştum. Yazmak ve yaptıklarımı, yaşadıklarımı, düşüncelerimi yazarak paylaşmak beni her zaman çok heyecanlandırmış ve motive etmiştir. Bir Dağcının Güncesi’nde anlattığım ilk 7000 metrelik tırmanışım olan Khan Tengri Dağı tırmanışının hikayesi, bu hikayeyi günlük formatında anlattım.
Everest’te İlk Türk, Everest tırmanışımın hikayesiydi. Bir Hayalin Peşinde’de yedi kıtanın her birinin en yüksek dağına tırmandığım Yedi Zirveler projesini anlatmıştım. Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi’nde, 1997 yılında kız arkadaşımla yaptığım, İstanbul’dan Katmandu’ya motosiklet yolculuğunu anlatmıştım. Bu seyahat gidiş dönüş toplam 4 ay sürmüştü ve 21.000 km. yol yapmıştım. Yeryüzü Güncesi, çeşitli gazete ve dergilerde çıkan doğa, kültür, spor ve felsefi konularda düşüncelerimi yazdığım makalelerimden derlendi. 6. kitabım Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir’i ise hem 40 yaş hesaplaşmam olarak yazdım hem de AKUT’u anlatıp, 17 Ağustos Depremi’nin ülkemiz için aslında bir dönüşüm ve değişim fırsatı olduğunu ama bu fırsatı nasıl kaçırdığımızdan bahsettim.
AKUT’ u kurma düşüncesi nasıl gelişti?
AKUT’un resmi kuruluşu 14 Mart 1996’dır. Ama kuruluş fikri Kasım 1994’te Bolkar Dağları’nda yaşanan bir dağ kazasıyla ortaya çıktı. Yıldız Teknik Üniversitesi’nden iki dağcının kaybolduğu haberini alınca Türkiye’nin dört bir yanından dağcılar arama kurtarma çalışmaları için seferber olduk ve bölgeye gittik. Oradaki çalışmalar askeri helikopterler ve Türkiye’nin dört yanından gelen dağcılarla beraber 14 gün sürdü. Helikopterler bizi dağların tepesine bırakıyordu, biz de yamaç ve vadileri koştura koştura tarıyorduk. Ancak sonuçta çocukları bulamadık. Bu sonuçsuz kalan arama çalışması sonrasında aralarında benim de bulunduğum küçük bir grup bir toplantı yaptık ve bir takım öngörülerde bulunduk. Bu öngörüler Türkiye’de dağcılığa ve doğa sporlarına ilginin arttığı, doğal olarak bu alanda yaşanan kazaların da artacağı ve bir kaza olduğu zaman dağcılara sadece diğer dağcıların yardımcı olabileceği yönündeydi. Bu yüzden de artık daha planlı ve organize bir şekilde örgütlenmeye gitmemiz gerektiğine karar verdik. 1995 yılı araştırmayla ve öğrenmeyle, neyin ne şekilde yapılabileceğinin düşünülmesiyle ve nasıl örgütlenebileceğimizin daha doğru olacağının değerlendirilmesiyle geçti. O sırada Türkiye’nin doğal afetlere de çok açık bir ülke olduğunun farkına vardık. Baktık ki Türkiye coğrafyasının neredeyse tamamı deprem riski içeren bölgelerden oluşmakta ve seller belli bölgelerde bir kaç yılda bir belli dönemlerde yaşanıyor; o zaman dedik ki madem bir arama kurtarma takımı oluşturuyoruz, sadece dağlar ve doğayla sınırlandırmayalım sorumluluk alanımızı, ihtiyaç halinde doğal afetlerde de bu birikimimizi kullanalım ve devletimize, milletimize yardımcı olalım. O günlerdeki en önemli stratejik kararımız bu olmuştu. Nitekim 14 Mart 1996’da AKUT resmi olarak kurulduğunda bu vizyona sahipti.
Türk halkını yasa boğan 17 Ağustos 1999 Gölcük depreminde AKUT çok büyük görev üstlendi. Her şeyin devletten beklendiği günümüzde böyle bir sivil toplum örgütünün varlığı ülkemiz insanları için ne kadar önemli olduğu bir kez daha gözler önüne serildi. Türkiye’de Sivil Toplum Kuruluşlarının gelişmesi adına olan katkılarından bahseder misin?
Sivil toplum kuruluşları son derece gerekli ve faydalı kuruluşlar. Çağdaşlaşmanın, demokratikleşmenin, hukukun üstünlüğünün, yurttaşlık sorumluluğunun ve gelişmişliğin de çok net bir göstergesi. 1999 depreminden önceki anlayışımız, her şeyin devletten beklendiği bir yapıydı. 1999 depremi bunun ne kadar eksik bir model olduğunu hepimize gösterdi.
AKUT, 1999 Gölcük Depremi’nde, ülkedeki neredeyse bütün kurumların hazırlıksız yakalandığı bir dönemde bile ne yapması gerektiğini bilen, planlı ve organize bir şekilde gerçekleştirdiği kurtarma çalışmaları ve ülkenin dört bir yanından gelen büyük gönüllü gücünün ve yardımların koordinasyonundaki başarısı nedeniyle, sivil toplum örgütlerinin neler yapabileceğini bütün Türkiye’ye göstermiş oldu. Her şeyi devletten beklemeye alışmış bir toplumun içinden çıkan AKUT; iyi kurgulandıkları ve kendi konularında bilinçli bir şekilde çalıştıkları taktirde, sivil toplum örgütlerinin son derece tehlikeli ve zorlu konularda bile etkin ve başarılı olabileceğini ve gerektiğinde çok önemli boşlukları bile doldurabileceğini ispat etti.
17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nin ardından, Silahlı Kuvvetler’de, illerde, ilçelerde, belediyelerde, fabrikalarda, gönüllü gruplarda AKUT’un örnek olduğu çok sayıda arama kurtarma ekibi oluşturuldu. Bundan da önemlisi, AKUT sadece arama kurtarma konusunda kapasitemizin artmasını sağlamakla kalmadı, aynı zamanda, süratli karar mekanizmaları ve gerektiğinde çok etkin olabilen dinamik yapıları ile sivil toplum örgütlerinin ve sivil inisiyatif kullanmanın ne kadar etkin ve başarılı, daha doğrusu ne kadar gerekli olduğunu da bir kez daha göstermiş oldu. Bugün demokrasinin vazgeçilmezlerinden kabul edilen örgütlü bir sivil toplum ve sivil toplum kuruluşu söylemleri bile, geniş anlamıyla kamuoyunun bilincine Gölcük Depremi’nde AKUT’un yaptığı başarılı çalışmalar sonrasında girdi.
Gelişmiş bir sivil toplum hem yurttaşını bireyleştirir hem de toplumsallaştırır, hem haklarını öğretir hem de yükümlülüklerini hatırlatır. Ortak yaşama arzusu içinde bulunan çağdaş toplumlarda vatandaşlık sorumluluğunun içinde, kendisinden daha az şanslı bireyler için mücadele etmek ve çalışmak çok saygıdeğer ve toplum içinde kabul gören bir etkinliktir. AKUT bize bunları yeniden hatırlatı.
Üstadım, seni daha çok dağcılık, yelken, aletli dalış, motor, dağ bisikleti ve yamaç paraşütü gibi profesyonel olarak yaptığın spor dalları ve yazarlık yönlerinle tanıdık. Seninle ortak yönümüz olan fotoğrafçı kimliğin nasıl gelişti?
Fotoğraf benim için tıpkı yazmak gibi, yaşadıklarımı, deneyimlerimi paylaşmak amacıyla üzerinde titizlikle durduğum bir alan. Dağcılık ve diğer doğa sporlarına başladığım ilk yıl fotoğraf makinem yoktu. Çok güzel faaliyetlere, kamplara, yürüyüşlere, tırmanışlara gidiyoruz ve gerçekten çok hoş yerler, orijinal şeyler görüyoruz ve doğanın bütün güzelliklerini yaşıyoruz. Bunları fotoğraflarımla paylaşmak gerektiğini düşünerek o zamanın iyi makinelerinden biri olan Nikon FM2 aldım. Hem mekanik kolay kullanılan hem de ağır şartları da kaldıran bir makine. Kaç kere ıslak, nemli ortamlara, mağaralara ve dağlarda karlı ortamlara soktuğum halde çok da güzel sonuçlar verdi. İlk başlangıcım Nikon’la olduğu için Nikon’la devam ettim. Dijital fotoğrafa da Nikon’la başladım ama yıllar sonra Kosta Rika’da setimi çaldılar, çantam gitti maalesef. Ondan sonra Canon’a geçtim, zaten artık dijital fotoğrafa da geçmiştim, yeni setimi Canon’la yapmaya karar verdim. Ama dediğim gibi, bu tür çok doğaya çıkan ya da başkalarının kolay görme fırsatı olmayan yerlere giden kişilerin bence mutlaka fotoğraf makinesi ve video kamerasını da yanlarında götürmeleri gerektiğini düşünüyorum.
Lisanslı dağcı olan Mithat Ağabeyimin anlattıklarından yola çıkarak, zaman zaman sıcaklığın eksi 50 dereceye düştüğü ve saatte 90 km. hızla esen rüzgarla karşılaştıklarını dile getirirdi. Bu zor şartlar altında eldivenleri ve gözlükleri çıkartmadan fotoğraf çekilebiliyor mu?
Çekiliyor, ben buna alıştım artık. Mutlaka belimde bir çantada, karnımda sıcak tutacak şekilde bir video kamera ve bir fotoğraf makinesi oluyor. Zorlukları var elbette, bir enerji maliyeti de var. Bu hassas makineleri o şartlarda sürekli kollamanız gerekiyor. Bir yandan da görüntü alabilmek için bazen eldiveninizi çıkarmanız gerekiyor ki hiç hoş bir şey değil tabi, ama bazen bir şey yapmak için gerekebiliyor. Yine de çoğu zaman eldivenle de çekim yapılabiliyor, bazı özel durumlarda da dişimizi sıkıyoruz.
Motosikletle seyahat ederken de hep ulaşacağım bir çantada bir fotoğraf makinesi tutuyorum ki ani bir şey çıktığında hemen en kolay şekilde ulaşabileyim. Zaten bütün bunları başkalarıyla o güzellikleri paylaşmak için yapıyorsunuz, bunu kafanızda çözünce gerisi dikkatli bir şekilde işe odaklanmak ve oradan güzel bir malzeme çıkarmaya kalıyor.
Bu arada dönerek Nasuh’un sevgili eşi Mine hanıma bir soru yöneltiyorum.
Nasuh zorlu tırmanış faaliyetine gideceği zaman neler hissediyorsun?
Duygularını alabilir miyim?
Kendisine çok güveniyorum ama içinizde ister istemez bir heyecan oluyor tabii ki ama Nasuh nasıl olsa mutlu olduğu şeyi yapıyor. O mutlu olduğu zaman be de mutlu olduğum için o anda ona şans dilemek ve dua etmek yeterli oluyor benim için.
‘Zirveye ulaşmak’ deyince aklına gelen ilk şey nedir?
Aslına bakarsan ‘Hedefe ulaşmak’ geliyor. Sonuçta bir dağ tırmanışını önümüze koyduğumuzda o bir hedeftir, hem de değerli bir hedeftir. O hedefe ulaşmanın da yolları ve bedeli vardır.
Hedefe ulaştığın andaki duygular elbette anlatılmaz yaşanır derecededir. Ama yine de bize o anki duygularını anlatır mısın?
Bütün o zahmeti çektiğinizde hedefe ulaştığınızda duyduğunuz tatmin çok üst düzeydedir. Bunun dışarıdaki insanların algılayabileceği şekilde elle tutulur bir ödülü yok, içe dönük bir düşünceyi gerektiriyor. Zirveye ulaşmayı ben, kendime karşı duyduğum saygı, güven ve heyecan veren bir durum olarak nitelendiriyorum. Kendime verdiğim bir sözün tutulması ve sonucunda bir kişisel büyüme olarak algılıyorum.
Zirvede, başarma duygusu, özgüven ve özsaygı duyguları öne çıkıyor, bizim için anlamlı ve değerli bir hedefe ulaşmanın getirdiği bu duygular insanı besliyor, farkındalığını geliştiriyor. Bu duyguyu ifade eden en güzel kelimelerden biri coşku duygusu. Ona özel bir anlam yüklediğim ve benim için önemli bir zirveye vardığımdaki coşku, insanın ruhunu bedeninden fışkıracakmış gibi hissettiriyor. Yine de tüm bu mutluluğa ve coşkuya rağmen, unutmamak gerekir ki bir tırmanış asla zirvede bitmez. Tekrar ana kampa inene dek dağcı tüm dikkatini ve kabiliyetlerini kullanmalı ve kaynaklarının buna yeteceğine de emin olmalıdır.
Lider ruhlu bir kişiliğe sahip olduğunu biliyoruz. Hayatın boyunca kendine model olarak seçtiğin bir lider oldu mu?
Yaşam kurgusuna ve liderlik inisiyatiflerine derin bir saygı duyduğum Atatürk’ten başkasını düşünemem bu konuda. Onun izinden gitmeyi en anlamlı şey olarak görüyorum. Atatürk’ün herşeyi göze alarak ülkesi ve milleti için gösterdiği çabayı ve tüm kişisel kabiliyetlerini bu uğurda ortaya koymasını çok değerli ve çok öğretici buluyorum. Her Türk gencinin de, onun açtığı yolda kendi gücü ve yeteneğince yer almasını diliyorum.
Hobiler insanların yaşam kalitesini olumlu yönde yükseltir. Hobi kelimesi senin için ne ifade ediyor?
Bugün bir iş başvurusu yaptığınızda hobilerinizi soruyorlar. Yurtdışında bir üniversiteye başvurduğunuzda da hobilerinizi soruyorlar. Hobisi olmayan insan tek boyutlu, renksiz oluyor. Hobiler insana çok yönlülük de kazandırıyor. Hobilerimizde kişiliğimiz de çok rahat gözlemlenebilir. Yaptığınız hobilerde sizin karakteriniz, kişiliğiniz, yaratıcılığınız ve güçlü taraflarınız da ortaya çıkıyor. Hobi, sosyalliği ortaya çıkarıyor, insanın kabiliyetlerini daha çok sergileyebilme fırsatı veriyor.
Hobi, görev ve meslek gibi insanın normal yaşantısında yapmak zorunda olduğu şeylerin dışında, kendisine keyif ve mutluluk veren farklı ilgi alanları geliştirmesidir. Dışarıdan hiçbir etki almadan, kendimiz istediğimiz için, keyifli zaman geçirmek için yaptığımız şeylerdir. İnsanı rahatlattığı ve kendisiyle daha kaliteli vakit geçirmesini sağladığı için kendisini daha iyi tanımasını da sağlar. Karakter gelişiminde çok etkilidirler. Hobiler tercihlerimizi ve zevklerimizi gösterir, bu yüzden kişiliğimizin bir tür aynasıdır. Hobiler yaratıcılığımızı da geliştirir. Hobileri olan insanların özdisiplini ve odaklanma yeteneği, yaptıkları işte de daha başarılı olmalarını sağlar.
Günlük yaşamın stresinden, yorgunluğundan ve izlerinden uzaklaşmak için kendimize uygun bir hobimiz veya hobilerimiz olmalı. Hobilerimiz bizi zihinsel olarak dinlendirirken fiziksel olarak da güçlendirir, yaşam enerjimizi çoğaltır, bir yandan da sahip olduğumuz nitelikleri de geliştirir.
Bu güne kadar gezmiş olduğun yerlerden, gerek kültürüyle gerek doğası ile seni en çok büyüleyen ülkeler hangileri oldu.
Kültür olarak Hindistan. Hindistan eşsiz, çok renkli ve çok kalabalık, bir milyarın üzerinde insan var. Birçok kültür iç içe geçmiş, harmanlanmış durumda ve aralarında çok enteresan bir uyum var.
Doğal güzellikler olarak Alaska’yı çok beğenmiştim, coğrafya olarak ise tabii ki Himalayalar ve Karakurum dağları. Yüksek dağlar zaten beni her zaman çok çekti. Onun dışında Afrika çok özgün, doğal yaşam ve hayvanlar açısından muhteşem, bambaşka bir rengi ve ışığı var kıtanın. Avrupa’nın da, örneğin İsviçre’nin, Almanya’nın yurttaşıyla kurduğu yaşam kalitesi ve medeniyetinden etkilenirim. Avustralya’daki doğa ve medeniyetin uyumunu da çok beğenmiştim.
Riskleri seven birisi olarak hayat tarzın ile çok uyumlu olan bu motor tutkusu nasıl başladı.
1994 yılında aldım ilk motorumu. Yurt içinde seyahatler yaptım ve motosiklet tecrübemi artırdım. Arkasından da 1997 yılında İstanbul’dan Katmandu’ya gittim, gidiş geliş toplam 4 ay süren muhteşem bir yolculuk oldu. Motosikletle, İran, Pakistan, Hindistan, Sıkkım, Bhutan, Nepal ve Avrupa’da, Alpler’de, Dolomitler’de de seyahatlerim oldu, her birinden de çok keyif aldım. Şehir içinde de pratikliğinden dolayı scooter tercih ediyorum, hava yağışlı olmadığı sürece hemen her yere Vespa ile gidiyorum. Hem beni diri tutuyor hem de hayatımı kolaylaştırıyor, zaman kazandırıyor, daha ne olsun.
Bu konuda ilgisi olanlara da tavsiye ederim. Hatta 50 yaşın üstünde olan tanıdıklarıma motosiklet öneriyorum. 50 yaşına geldin mi bu yaşa kadar motosiklet kullanmadıysan artık edinme zamanı gelmiştir, çünkü beş yaş gençleşeceksiniz diyorum. Kimi ikna edip aldırdıysam hepsi müthiş memnun, iyi ki almışız diyorlar. Motosiklet iri bir alet, ağır ve kocaman bir kitle. Onu itmek, çekmek, kaldırmak, hareket ettirmek için başlı başına fiziksel bir aktivite yapıyorsunuz. Üzerindeyken etrafınızı çok iyi kontrol etmeniz gerekiyor. Dolayısıyla dikkatini ve yoğunlaşmasını artırıyor, çevreyle ve hayatla olan ilişkisini kuvvetlendiriyor insanın. 50 yaşından sonra elimin altında böyle bir güç var bakayım ne kadar gidiyor diye çocukca sürat yapacak halide yok. Biraz dikkat ve biraz gayretle keyfine ve zevkine göre seyahat edebilir ve tadını çıkarabilir herkes diye düşünüyorum.
Yakın zamanda gerçekleştirmeyi düşündüğün bir gezi planın var mı?
Kuzenimle Güney Amerika’yı dolaşmak istiyoruz. Bir seferde değil, etap etap, birkaç yıla yayılacak şekilde bir projemiz var kısmetse…
O değerli zamanını ve bilgilerini bizimle paylaştığın için sana ve sevgili eşin Mine’ye çok teşekkür ederim. Arayı açmayın lütfen! en kısa zamanda Marmaris’e yine bekleriz.
Rica ederim, elbette neden olmasın. En yakın zamanda görüşmek dileğiyle…