Dağın Yolu 1

Henüz otuzlarımın başında olmama rağmen dağcılık yada daha açıkçası “dağın yolu” sayesinde göreceli olarak çok yer gezdiğimi, çok değişik insan ve kültür tanıdığımı söyleyebilirim. Daha görecek çok ülke, gezecek çok coğrafya, tanıyacak çok insan ve kültür olduğunun farkındayım, ancak yine de bu kadarlık tecrübeyle bile, bir kaç güzel ders aldığımı düşünüyorum.

Önce doğayı, herşeyiyle birlikte olduğu gibi sevmek. Bu sevgi, beklentisiz ve karşılıksız, saf ve içten bir sevgi olmalı. Aragon’un aşk için söylediği çok hoş bir söz var; “Aşk, bize güç veren tek özgürlük yitimidir.” İşte, kişiye sonuçta, sadece güç katan böylesine bir aşkla sevmeli insan; gözün görebildiği, kulağın duyabildiği, elin dokunabildiği herşeyi. Sebepsiz, koşulsuz ve öncesiz. Dağı dağ, ormanı orman, denizi deniz, rüzgarı rüzgar olduğu için sevmeli insan.

Kızılderililer, ağaçları, hayvanları, dağları, nehirleri kardeşleri olarak görürler ve onları dinleyerek çok şey öğrendiklerini söylerler. Oysa 20. yüzyılın uygar, beyaz adamı ormanların, ırmakların, dağların dilini çoktan unutmuş. Tekrar hatırlamamız gereken birinci şey şu; dağın, ormanın, ırmağın, kısacası doğanın dilini yeniden öğrenmeliyiz. İnsan; dağla dağ, ormanla orman, ırmakla ırmak rüzgarla rüzgar olmalı. Dağı, ormanı, ırmağı rüzgarı dinlemeyi öğrenmeli. Dağca, ormanca, ırmakça geniş yürekli olmalı.

Doğadayken, büyük ağaçların yada büyük kayaların yakınından geçerken, yolumu uzatmak pahasına bile olsa, onlara yaklaşır ve dokunurum. Büyük, heybetli ağaçlara yada dev kayalara elimi sürmek – dokunmak için dayanılmaz bir istek duyarım. Onları ellerimle okşar, severim, hatırlarını sorarım, teşekkür ederim, sadece orada oldukları için. Benim gözümde onlar, yaşlı bilgeler gibidir, fısıltılarına kulak veririm, öğütlerini dinlerim. Yüzlerce, binlerce yılın tecrübesinden birşeyler öğrenmeye çalışırım. Çoğu zaman öğrenirim de… Eğer aynı rotada değişik zamanlarda ilerliyorsam belirli ağaçlarla yada kayalarla mutlaka selamlaşırım.

Yaşamla ilgili öğrendiğim ikinci şey şu; Ne kadar mütevazı olursa olsun yaşamın her türlüsüne saygı duymalı insan. En küçük böcekten, en garip hayvana, en değişik bitkiye kadar herşeyin en az bizim kadar yaşama hakkı olduğunu düşünüyorum. Eğer bu dünyada kutsal olan bir şey varsa, bence “hayat”ın ta kendisi olmalı.

Bu dünyada yeteri kadar acı var, bu yüzden herhangi bir şeye, canlı olsun cansız olsun, gereksiz yere zarar vermekten kaçınıyorum. İnsanoğlunun zevklerinden biri öldürmek olmamalı. Doğada yürürken bir çiçeğin, bir böceğin bile üzerine basmamaya bu kadar dikkat ederken, onların avcılık adı altında nasıl bu kadar rahatlıkla cinayet işleyebildiklerini asla anlayamıyorum.

Doğada öldürmek vardır, bunu çok iyi biliyorum, ama zevk yada spor için öldürmeyi kabul edemiyorum. Son çözümlemede elbette ki herşey insan için olmalı, ama bunu ayrıcalıklı – düşüncesiz bireylerin keyfi değil, toplumun ihtiyaçları belirlemeli.

Torununuza tanıtmak istediğinizde, o muhteşem ortaçağ şövalyesi gergedanların, heybetli kaplanların, yada dev balinaların yalnızca filmlerini, fotoğraflarını göstermek durumunda kalacağınızı hiç düşündünüz mü?

Bundan 9 yıl önce Bilkent Üniversitesi Doğa Sporları Topluluğu’nun başkanlığını yaptığım dönemlerde çıkarttığımız DOST dergisinin ikinci sayısında “Bir küçük rica” başlığıyla kısa bir yazı hazırlamıştım. Bu yazıyı geçtiğimiz haftalarda sizinle paylaştığım için tekrar etmek istemiyorum, ancak özetle, “çocuklarınıza öldürmektense gözlemlemeyi, doğayla mücadele etmektense onunla uyum içinde yaşamayı öğretin” diye yazmıştım.

Ancak uygar insan, kendisinden başka renkteki insanların bile yaşama hakkına çoğu zaman değer vermemiş. İnsanlık tarihi kanla dolu. Bu yüzden yaşama hakkına saygı duymayı, tekrar hatırlamamız gereken değil, artık öğrenmemiz gereken şey olarak görüyorum.

Yaşama ve yaşama hakkına saygı duyma konusuna paralel olarak, bir de insanların tutku ve arzularına saygı duymak gerektiğini düşünüyorum. Ne kadar anlamsız, gereksiz ve önemsiz görünürse görünsün, herkesin istediği şey için kendisine göre mantıklı, geçerli bir sebebi olduğuna inanıyorum ve hoşgörülü davranmak gerektiğini düşünüyorum. Konfiçyus’a yaşam boyu geçerli olabilecek şeyin ne olduğunu sormuşlar, “hoşgörü” demiş. Aynı şekilde Mevlana’nın, “İnsanlar biraz da kusur ve yanlışlıklarıyla güzeldir. Başkalarına zarar vermeyen zaaflara da hoşgörülü olmak gerekir” söylemi ne kadar güzeldir.

Öğrendiğim üçüncü şey ise; Güzelin, güzelliğin tadını çıkarmak. İnsan, yaşamının her anını elinden geldiği kadar güzel şeylerle doldurmalı.

Güzellik, elbette ki görecelidir, herkes kendi değerlerine, beklentilerine göre güzelliği algılar. Benim de kendime göre kriterlerim var ve yaşamda sahip olduğum herşeyin, ev, araba, motosiklet, hayat tarzı, düzen hep bu kriterler içinde olmasına özen gösteriyorum. Etrafımda, güzel bulduğum şeyleri görmek beni daha huzurlu ve mutlu yapıyor. Yakınıma toplayamadığım, dağların, doğanın güzelliklerini yaşamak için ise sık sık ben onlara gidiyorum. Yaşamın her anında değişik güzellikler olduğunu düşünüyorum ama bunu görebilmek için çaba sarfetmek gerek. Aşık Veysel’de dile geldiği gibi, “Güzelliğin on para etmez, şu bendeki aşk olmasa.” Ve Leonardo’nun dediği gibi; işin sırrı “saper vedere”, yani görmeyi bilmekte.

Aşk – Hoşgörü ve Görmeyi bilmek. Bence başlangıç için bu kadarı yeterli.