DIHA
Mahruki: 21. yüzyıl Anadolu coğrafyasında gelişecek yeni bir senteze ihtiyaç duyuyor.
Haber:Hilal PEKER
İSTANBUL (DİHA) – Nasuh Mahruki, ‘çevre’ ve ‘vahşi doğa’ tabirlerinin insanın kendisini doğadan soyutlamasından, çevrenin dışında bir varlık olarak tanımlamasından ileri geldiğini belirterek, bu vizyonun bedel ödeyerek değişeceğini söyledi. Mahruki, 21. yüzyılın idealist ve materyalist felsefelerden oluşan bir senteze ihtiyaç duyduğunu ve bunun için en uygun coğrafyanın Anadolu olduğunu söyledi.
Dünyanın en yüksek noktası Everest Tepesi’ne tırmanan, 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nde, enkaz altında kalan binlerce kişinin kurtarılmasını sağlayan AKUT çalışmalarında yer alan ve gezi-felsefe içerikli 5 kitabı bulunan Nasuh Mahruki, insanın bedel ödeyerek ahenk içindeki doğanın bir parçası olduğunu kavrayacağını düşünüyor. Mahruki, doğa, çevre tahribatı ve felsefeye ilişkin sorularımızı yanıtladı.
* Doğaya vahşi denilmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Biz insanlar, kendimizi uygar olarak tanımlıyoruz ve kendi dışımızdaki
her şeyi “vahşi” veya “barbar” olarak tanımlama alışkanlığına sahibiz.
Doğayla kendimizi ayırtarak ya da dışarıdaki diğer parçalarla
kendimizi ayırtarak bir sıralama yapıyoruz. Halbuki bu sistemin
içerisindeki her şeyin bir ortak bütünün parçaları olduğunun farkına
varmamız gerekir. Bu yüzden ‘vahşi’ tanımlaması bana ağır bir
tanımlama olarak geliyor. Çünkü belli bir sistemi, düzeni, planı ve
programı olan, bunun dışına hiç çıkmayan, aslında birçok şeyi
öngörülür olan ve öğrenilebilir durumda olan bir sistemden
bahsediyoruz. Bu yüzden bunu sürprizlerle doluymuş, beklenmedik
gelişmeler sürekli olurmuş gibi tanımlamak çok doğru değil. Doğayı
tahrip etmekten söz edersek, her ne kadar doyumsuzluk bu tahribin
sebeplerinden biri olsa da, tahribin asıl nedeninin altında
bilinçsizliğin yattığını düşünüyorum.
* Sizce doğa kaos mu yoksa bir ahenk midir?
Doğa bizim anlayamayacağımız kadar karmaşık bir denge içerisinde ama
sonuçta bir ahenk içerisinde yürüyor. Bizler bunu düşüncelerimizde
kendimize göre bir mantık bilgisi içerisinde değerlendirdiğimiz için,
tahmin etmediğimiz bir problem çıktığında hemen onu kaos ya da kaotik
olarak tanımlayıp, işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz. Halbuki onun
da bir hesabı var. Ne kadar karmaşık dahi olsa kendine göre bir düzeni
ve planı var.
* Doğanın insanlar tarafından tahrip edilmesi, zorunluluğun getirdiği bir sonuç mu sizce?
Bu insanın kendisini nasıl konumlandırdığı ile alakalı. İnsan
kültüründe iki temel felsefe var; bir tanesi materyalist yani daha
maddeci bir bakış olup kendisini sistemin merkezine oturtup dışındaki
her şeyin kendisi için varolduğunu kabul ediyor. İdealist bakış açısı
ise daha çok duygularla, düşüncelerle, özle, içle alakalı bir vizyon.
Batı kültürü nasıl daha dışsal büyümeye ve yayılmaya odaklanmışsa,
Doğu kültürü de daha içe dönüktür ve kendi içsel büyümesine
odaklanmıştır. Şimdi bu iki temel farklı bakış açısı, kendimizi ve
çevremizi nasıl konumlandırdığımızı da belirliyor. Kendimizi merkeze
alırsak, çevremize olan saygımız o oranda düşük olur. Ama sistemi bir
bütün olarak görüp kendimizi bunun bir parçası olarak ele alırsak, o
zaman çok daha az zarar veren bir vizyonla hareket etmiş oluruz.
* Yani benimsediğiniz şey idealist felsefe mi?
Tek bir felsefeyi direkt doğru kabul etmek yanlış olur. Onun da zayıf
tarafları var. Tamamen içsel büyümeye dönük olan bir sistem, bu sefer
insan hakkının gerçek potansiyelini, yani bilimi ve teknolojiyi tam
olarak değerlendiremiyor. Bence en doğrusu, ikisinin arasında bir
denge ve uyum yakalamak. Kişinin içe dönük büyümesiyle birlikte,
kişinin aklı sayesindeki o teknoloji ve bilimi de yine ortak
menfaatler için, bu dünyadaki bütün canlıların, varlıkların ortak
menfaati için kullanabilmeyi becermek gerekiyor. 21. yüzyıl, idealist
ve materyalist felsefelerden oluşan bir senteze ihtiyaç duyuyor. Eğer
böyle olmazsa, “medeniyetler çatışması” deyip işin içinden çıkarız.
Oysa ki bunları çatıştırmadan da, ya da minimum çatışmayla bir uyum
yakalama fırsatı olmak zorunda. Bunun için coğrafyamızın çok uygun bir
ortam olduğunu düşünüyorum. Anadolu’nun kültürler beşiği olduğunun
farkına varmalıyız. Bütün yapmamız gereken köprü görevini çok daha
planlı ve bilinçli yapıp, bu sentezi Anadolu’da oluşturmak. Bunu
becerirsek, belki de 21. yüzyıl için ideal bir insan tipi ortaya
çıkarabiliriz. Bu benim 8-10 aydır üzerinde düşündüğüm bir teorim.
Daha tam anlamıyla detayları tamamlayamadım ama yazıyorum.
* Ozon tabakasının yırtılması, keyfi nedenlerle ağaçların yok edilmesi
ve dünyadaki iklim dengelerinin değişime uğramasının hissedilir olduğu
bu dönemlerde, insan soluduğu havanın eski hava olmadığının farkına
varıp, doyumsuzluğunu yenme konusunda çaba harcıyor mu?
İnsan kültürleri arasında muazzam bir rekabet var ve doğal dengenin
korunmasına yönelik adımı diğerlerinden önce kim atarsa, rekabet
konusunda ciddi bir dezavantaja sahip olacak. Çünkü bu rekabet
konusundaki etik, hukuki, doğaya karşı saygılı vizyonla hareket
etmedikleri için bu kadar güçlüler zaten. Fransa, yıllarca bütün
dünyanın reddetmesine rağmen, Pasifik Okyanusu’nda nükleer denemeler
yaptı. Şu anda Fransa’nın yüzde 70 enerjisi nükleer santrallerden
geliyor ve bu onu nükleer bir güç haline getiriyor. İran şimdi nükleer
silah yapmaya çalışıyor, bütün dünya onun üzerine yürüyor. İran da,
kendini bu sistem içerisinde sağlama almaya gayret ediyor. Birleşmiş
Milletler ile dünya iyi yerlere geldi. Ama ne yazık ki, küresel güçler
bu iyi niyetlerin kurallarına uygun oynamayı kabul etmiyorlar.
Ülkeler “BM oluşturuldu. Ortak hukuk, ortak ahlaki değerler üzerine
hareket edilecek, o yüzden biz de buna uyalım” diyecek ama önlerindeki
örnekler bunun işe yaramadığını gösteriyor. Üst kategorideki ABD gibi
devletler, güçlerini korumak için ellerinden geleni yapıyorlar ve bunu
yaparken ne hukuk, ne ahlak hiçbir şey tanımıyorlar.
Bilim ve teknoloji doğru kullanıldığı taktirde çok faydalıdır. İnsan
sağlığına ilişkin yıllar öncesinden çözülemeyen sorunlar çözülmüş
bulunuyor. Aynı bilinci ve başarıyı, “bütün” için sürdürmekte
zorlanıyoruz. Kendi türümüzden olmayan her şeyi rakip kabul ediyoruz.
Verimli balık ürünlerinin alınacağı okyanuslarda, ya da tarımsal ürün
alınabilecek verimli tarlalarda silahlar kullanarak, denemeler yaparak
dünyanın ekolojik dengesini bozuyoruz.
* Sizce insanın doğal yaşama dönüşü mümkün mü?
İnsan, ileride mutlaka bu noktaya gelecektir, çünkü başka şansı yok.
Dünyanın zenginleri ile fakirleri arasındaki uçurum gittikçe büyüyor.
Bu çok büyük bir tehlike. Ortak olan kaynakların eşit olmayan bir
şekilde kullanılması ve eşit olmayan bir şekilde paylaşımının daha da
bastırılarak devam ettirilmeye çalışılması ve sonucunda mücadele
edilebilecek başka alan bırakılmaması asimetrik tehdide dönüşmüş
durumda. Tüm ülkeler sorunlarını ortak bir platformda tartışmak yerine
güç ile halletmeye çalışıyorlar. Bu saatten sonra ideal çözüme ulaşmak
kısa ve orta dönemde mümkün değil. Uzun vadede ve çok ağır bedeller
ödendikten sonra çaresiz olarak bulunduğunuz durumdan uygun çözümler
üretilecektir. Ahenk içindeki doğanın bir parçası olduklarını, bu
yüzden doğaya verdikleri zararı aslında kendilerine verdiklerini fark
edebilmeleri için insanın bedel ödemesi gerekmektedir.
* İnsanın yalıtıldığı ‘çevre’ tanımı kabul edilebilir mi?
Aslında yanlış bir tabir. Genel olarak eğitim, kültür ve vizyon
sistemimiz bizi bu şekilde şartlandırmış. Kendimizi doğadan soyut ve
çevrenin dışında bir varlık olarak konumlandırıyoruz. “Çevremizi
koruyalım” derken sanki bizim dışımızda bir objeyi koruyormuşuz gibi
bir bakış açısıyla söylüyoruz. Doğrusu, kendi geleceğimizi korumak
için hepimiz kendimizi, bahçemizi, çiçeğimizi koruyalım gibi, bizi de
içine alan bakış açısı olacaktır. Ama muhtemelen süreç içerisinde o
noktaya da gelinecektir.
Egemen kültürün sahip olduğu inanış sistemine göre, insan dünyanın
merkezindedir ve dünyadaki diğer her şey, onun daha iyi daha mutlu
olması içindir. Bu vizyonu değiştirmek gerekiyor.