Ege, Mutlaka Barış ve Dostluk Denizi Olmalı Ama…

Büyük Önder Atatürk’ün Cumhuriyet’imizi kurarken temel aldığı ilkelerin başında; “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” gelir.

Bu sözü ancak onun gibi bir savaş sanatı ustası dile getirebilir ve içini doldurabilirdi. Savaşın ne kadar korkunç bir şey olduğunu, hayatı cepheden cepheye koşmakla geçen Mustafa Kemal gibi gerçek savaşçılar çok iyi bilir. Teoriler ve tarih kitapları, gerçek savaş karşısında korkunçluğu ve acıları ifade etmekte ve yansıtmakta çok yetersiz kalırlar. Gençliği hep ateş altında geçen Mustafa Kemal savaşı, milletin hayatı tehlikede olmadığı sürece bir cinayet olarak tanımlamıştır. TBMM’nin birinci yılında yaptığı konuşmada ulusal bağımsızlığı bir hayat meselesi olarak değerlendirmiş ve şunu eklemiştir; “Millet ve memleketin menfaatleri icap ettirirse, insanlığı teşkil eden milletlerden her biriyle medeniyet icabı olan dostluk ve siyaset münasebetlerini büyük bir hassasiyetle takdir ederim. Ancak, benim milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar, amansız düşmanıyım.”

Mustafa Kemal’in gösterdiği yolda ilerleyen Türk milleti de, Ata’sı gibi değerlendirir diğer milletleri ve her zaman büyük bir hassasiyetle, dikkatle, eşitlik ve karşılıklılık ilkesiyle yürütür bu devletlerle ilişkilerini. Bu çerçevede, kural olarak barış isteyen Türk milleti, diğer sınırlarında olduğu gibi Ege’de de hiçbir şekilde sorun çıkmasını arzu etmez. Aynı şey eminim Yunanistan’ın bize benzeyen akdenizli, sıcak kanlı halkı için de geçerlidir. Yüzlerce yıldır paylaştığımız bu ortak coğrafya her iki halkı da birbirine yaklaştırmış ve kültürlerinin kısmen ortak şekillenmesine sebep olmuştur. Bu yüzden yemeklerimiz ve müziğimiz birbirine benzediği gibi fizik olarak bile birbirimize benzeriz. Aslında Atatürk’ün dediği gibi bu ortak coğrafyada, ki devletler yaşadıkları coğrafyanın esiridir, çok daha dengeli, huzurlu ve barış içinde yaşamayı başarabilsek, birbirimize karşı yürüttüğümüz gerilim siyasetini bırakıp, bunun için harcadığımız kaynakları devletlerimizin kalkınmasına ve milletlerimizin refahına ayırabilsek, şüphesiz hayat her iki millet için de çok daha güzel olacaktır.

Bunları söyledikten sonra Yunanistan ve Türkiye’nin neden Ege ve Kıbrıs’ta bir türlü orta yolu bulamadığını anlamaya çalışmak için biraz tarihe bakmamız gerekir. Yüzyıllardır süren sorunların en önemli sebebi, söz konusu coğrafya üzerinde yaşayan iki ülkenin egemenlik haklarında önemli yaklaşım farkları olması ve bu farklı yaklaşımların uluslararası hukuk ölçeğinde çözülememesidir.

Bu sorunları şöyle sıralayabiliriz; karasuları sorunu, kıta sahanlığının sınırlandırılması sorunu, hava sahası sorunları, gayri askeri statüdeki adaların silahlandırılması sorunu, Ege’de egemenliği uluslararası andlaşmalar ile

Yunanistan’a devredilmemiş ada, adacık ve kayalıklar (coğrafi formasyonlar) sorunu, arama-kurtarma sorumluluk sahası sorunu, bir de tabii ki bugünlerde gündemimizde olan Kıbrıs sorunu. Bu sorunlar elbette ki çözülebilir ve her iki halkın huzur ve barış içerisinde yaşayabilmesi için, hatta sadece bu iki halkın değil, bağlantılı olarak boğazlar ve Ege ile kendi ulusal menfaatleri gereği ilgilenen çevremizdeki diğer devletlerin de barış ve huzuru için çözülmelidir de. Ancak burada unutulmaması gereken, karşılıklı verilen sözlerin değil, devletçe kayıt ve güvence altına alınmış anlaşmalar ve sonrasında yaşanan fiili durumun asli olduğudur.

Yunanistan ve Türkiye arasındaki sorunların, Türkiye Avrupa Birliği’ne girdiğinde hemen çözüleceğini iddia eden söyleme de katılamadığımı ifade etmek isterim. Çünkü bir ülkenin egemenlik hakları alanında kalan yerlerdeki mutlak hakimiyeti, ahdi hukuk gereği o ülkeye sözkonusu kara, deniz ve hava sahası içerisinde, yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kullanma, enerji nakil hatlarından ücret alma ve deniz ticaretinden doğan haklar da dahil olmak üzere her türlü hakkı da beraberinde verir. Sonuçta Ege’de herkes kendi kıta sahanlığı kadar alanda deniz altı ve deniz üstü – hava alanlarında her türlü imtiyaza sahip olacak şekilde hareket edebilecektir. Günümüzün sıcak sorunu Yunanistan’ın karasularını 6 milden 12 mile çıkarma isteği, Avrupa Birliği ile veya değil, Türkiye için kabul edilemez niteliktedir. Çünkü bu işlem gerçekleşirse Ege denizinde Yunanistan’ın hak sahibi olacağı alan 23 birim, Türkiye’nin hak sahibi olacağı alan sadece 1 birim artacaktır. Bu gelişmenin sadece Türkiye için değil ABD ve Rusya için de kabul edilemez olduğunu anlamak için uzman olmaya gerek yok.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasının çözüme ulaşmada büyük yol katettireceği elbette ki bir gerçektir, ancak yüzlerce yıldır süregiden tarihsel sorunlar bu kadar kısa sürede, sanki hiç varolmamışlar gibi çözülemez. İki ülke arasında süregiden politik ve kişisel güvensizlik ancak zamanla ve karşılıklı geri adımlarla kabul edilebilir bir noktaya çekilebilir ki, tarihsel süreçte karşılıklı olarak düşmanlık yaklaşımıyla yetişmiş kültürlerin bu süreci tersine çevirmesi mümkün olmakla birlikte, çok dikkatli bir yönetim sürecine de ihtiyaç duyar. Her iki ülke de, kendi eğitim kitaplarında karşı tarafın sivil halka yaptığı zulümleri daha çocuk yaştayken vatandaşlarına aktarmakta ve gelecekle ilgili algılamalarına bu ezeli düşman formasyonunu yıllardır yerleştirmektedir. Burada haklı veya haksız ayırımına gitmeden, sadece olgusal olarak önce bu gerçeği anlamalı ve eğer bu sorunu çözme niyetindeysek, elimizi doğru değerlendirmek zorunda olduğumuzu vurgulamak istiyorum. Burada en önemli konu bu iyi niyet hamlelerinin ancak karşılıklı olarak yapılması halinde bir yere varabileceğini unutmamaktır.

Atina Depremi sonrasında gittiğimiz kurtarma çalışmalarında AKUT ekibi olarak yaptığımız yardım çalışmalarından sonra, Yunanistan Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmiş ve iki ülke arasında yeni bir yakınlaşma sürecinin başlamasına önayak olmuştuk. Bu gelişme çok iyi yönde ve doğru olmakla birlikte, süreç ancak diğer yan unsurlarıyla birlikte ve tam olarak doğru sürdürülebilirse amacına varabilecektir. Aynı şekilde Türkiye ve Yunanistan Milli Eğitim Bakanlıkları, bir süredir yapılan görüşmelerle ders kitaplarındaki karşılıklı vahşet hikayelerini azaltma yoluna gitme kararı da almıştır. Bunlar elbette ki her iki halk için çok hoş ve olumlu gelişmeler, gelecekte arzu edilen barışı ve huzuru sağlamayı kolaylaştırabilecek temellerdir. Ancak yine de, olayları kendimizi rehavete kaptırıp gevşeyerek değil de, Büyük Önder’imizin dediği gibi milli menfaatlerimiz çerçevesinde değerlendirmek zorundayız. Bu yeni yakınlaşma sürecini yaşarken aklımızdan çıkarmayacağımız tek şey, tedbiri elden bırakmamaktır. Türkiye’nin en büyük başbelası PKK terör örgütünün başının GKRY pasaportu ile Yunanistan’ın Kenya büyükelçiliğinde yakalandığı gerçeğini bir an bile aklımızdan çıkarmamalıyız.

Sade bir vatandaş olarak, dönemin Dışişleri Bakanlığındaki yetkililerine bu süreci neden bu kadar yumuşak çözdüklerini ve Yunanistan iki eli kanda yakalanmışken, dünyanın terörist kabul ettiği, bir zamanlar destekledikleri halde Suriye’nin, İtalya’nın ve Rusya’nın bile dışlamak zorunda kaldığı ve hiçbir ülkenin adını bile duymak istemediği bir terör örgütü liderine her türlü lojistik desteği ve bunun ötesinde pasaport bile veren bir zihniyetin neden bu süreçten kolayca çıkmasına izin verdiklerini sormak isterdim. Bu korkunç sürecin içinde yer alan bu iki ülke, bugün karşımıza terörün her türlüsünü lanetleyen Avrupa Birliğinin bir üyesi ve yakın zamanda üye olacak bir adayı olarak çıkmaktadır. Bu sayede de Türkiye için hayati önem taşıyan Kıbrıs görüşmelerine bizden daha üstün bir konumda katılmaktadır. Bunda bizim kadrolarımızın hatası olup olmadığını sanırım tarih bize söyleyecektir.

1999’a dek, Türk aleyhtarı olan, Türkiye’yi bölmeye, yıkmaya yönelmiş bütün unsurlarla – terörizm dahil (ASALA ve PKK) gizli veya açık işbirliği içinde bulunan Yunanistan ile Türkiye arasında yakınlaşma süreci geçmişe göre bu kadar iyi giderken, kişisel kanaatim olarak Türk tarafının gereğinden fazla iyi niyeti ve bu konulardaki pasif duruşuna karşılık, Yunanistan Parlamentosu’nun ilgili komisyonunun, 1994 yılında “Pontuslu Rumların Soykırımı”nı anma günü olarak ilan ettiği 19 Mayıs günü ile ilgili kararnameyi Yunanistan Cumhurbaşkanının 2001 yılında imzalaması ve yine aynı kararnameyi bugünlerde dostluk ilişkileri geliştirmeye ve iki farklı halkı birarada yaşatmaya çalıştığımız Kıbrıs’ta, GKRY’nin de geçtiğimiz günlerde bu kararnameyi resmen imzalamış olması bence oldukça düşündürücüdür.

Bizler sadece ve sadece eşit koşullar altında, karşılıklılık ilkeleri çerçevesinde barış ve dostluk istiyoruz. Bunun olması için de her türlü fedakarlığı yapmaya hazır olduğumuzu defalarca ispatlamış durumdayız. Ancak barış, her iki taraf da aynı niyet ve eylem içerisinde olursa sağlanabilecek son derece kırılgan ve alıngan bir olgudur. Bu konuda Yunanistan ve GKRY devletlerinin de en az Türk tarafı kadar dikkatli ve hassas olması gerektiğini düşünüyorum. Bu hassasiyeti ve karşılıklı – kontrollü güveni sağlayabildiğimiz ölçekte her iki halk da kazanacaktır, Avrupa ve çevredeki bütün devletler de öyle…

 

www.nasuhmahruki.com

[email protected]