Fotoğraf Dergisi

Fotoğraf Dergisi: Kariyerinizin en başından başlayalım… Bilkent Üniversitesi’nde okurken dağcılık kulübü kurulduğunu gördünüz ve katılma kararı aldınız. Daha sonra bu grubun üç yıl boyunca başkanlığını yaptınız. Bu süreçten bahseder misiniz?

Nasuh Mahruki: Dağcılıkla ilk tanışmam 1987 yılında girdiğim Bilkent Üniversitesi’nde oldu. Bilkent’in ikinci yılıydı ve panolarda Dağcılık Kulübü kuruluyor ilanlar gördüm. İlgimi çekti ve adımı yazdırarak ilk toplantılarına katıldım. Çok iyi bir dağcı olan rahmetli Recep Çatak ve o dönemde üniversitede öğretim görevlisi olan Ertan Ercan bize dağcılığı tanıttılar. Çok keyifli bir dia gösterisi ve söyleşi yaptılar, ilk andan itibaren dağların güzelliğine ve dağcılığın heyecanına kapıldım. Fotoğraflarla ve anlattıkları hikayelerle birlikte o heyecanı, o coşkuyu hakikatten çok güzel verdiler.

O zamanlar yaklaşık 15 kişilik küçük bir gruptuk. Teorik eğitimlerin ardından Ankara’lı dağcıların başlangıç noktası sayılan Hüseyin Gazi Dağı’na gittik. Önce yürüyüş, nasıl mola verilir,  nasıl dinlenilir, sırt çantası nasıl yüklenir, ayarlanır, kayada üç nokta denge kuralı ve temel tırmanış tekniklerini öğrendik. Temel dağcılık, kampçılık, antrenman,  malzeme bilgisi gibi konularda hem teorik hem pratik çalışmalar yaptık ve Aladağlar’da kış temel eğitim kampına katıldık.

Dağlarda olmaktan müthiş keyif aldım. Peşinden diğer doğa sporlarıyla da tanışma fırsatım oldu ve Ankara’da doğa sporlarıyla uğraşan çok nitelikli insanlarla tanıştım. Mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, bisiklet gibi doğa sporlarıyla da yoğun olarak ilgilendim.  Bir sonraki dönemde de Dağcılık Kulübü’nün adını Doğa Sporları Topluluğu (DOST) olarak değiştirdik, hatta adını da ben koydum. Mezun olana kadar da topluluğun başkanlığını yaptım ve pek çok doğa aktivitesi düzenledik.

Üniversite hayatı benim için son derece öğretici ve verimli geçti. Üniversitelerde kampüs hayatında, akademik eğitimin dışında öğrenci kulüpleri sayesinde sosyal faaliyet imkanı da çok fazla, aslında tüm öğrencilere kampüs hayatını mümkün olduğu kadar verimli geçirmelerini öneririm.

FD: İşletme bölümünden mezun oldunuz ancak bambaşka bir alanda uzmanlaştınız. İşletme sıkıcı mıydı sizce?

NM: Aslında İşletme hiç de sıkıcı bir alan değil. Bilakis hayatın çok içinde ve hayatın birçok dinamiğiyle de örtüşen bir tarafı var. Çünkü sonuçta hepimiz öyle ya da böyle başkalarıyla birlikte birtakım hedeflere doğru gidiyoruz. İnsanoğlu sosyal bir varlık. Ve işletme işin yöneticilik tarafını, iş süreçleri tarafını, diğer insanlarla beraber üretme kabiliyetini çok iyi veren bir alan. Bunun bana da çok faydası oldu. Profesyonel anlamda bir şirkette çalışmadım belki ama sonuçta oradaki birikimim ve deneyimimi kendi hayatımı yönetmek için kullandığımı söyleyebilirim. Daha sonraki süreçte de akademik anlamda aldığım işletme eğitimini doğa sporlarında kazandığım disiplin ve kabiliyetlerle birleştirdim. Dağcılığın bir takım sporu olması, riskli ve tehlikeli bir spor olması, kritik süreçlerde karar verme becerilerini gerektirmesi, arazide kendi başınızın çaresine bakabilmeyi öğretmesi, liderlik becerilerini geliştirmesi, bu tür sporlarla uğraşan insalara özgü risk yönetimi yeteneklerimin gelişmiş olması gibi konularla birlikte liderlik, takım çalışması, motivasyon ve kişisel gelişim seminerlerine dönüştü. Dolayısıyla hayatıma faydası çok oldu. Üniversiteyi bitirdiğim zaman doğa sporlarıyla ilgili belirli bir birikimim ve donanımım vardı, iyi de yetişmiş bir sporcuydum. Ne kadar ileriye gidebileceğimi elbette ki o günlerden kestirmek zordu ama elimden geleni yaparak denemek istiyordum.

Diplomamı aldıktan üç – dört hafta sonra bütün arkadaşlarım bankalara, çeşitli şirketlere görüşmelere giderken ben, Kazakistan’a oradan da Kırgızistan’a geçtim yalnız başıma. Rus dağcılarla birlikte önce Terskey Ala Too denilen bölgede bir aylık eğitim tırmanışı programlarına katıldım, ardından da Bir Dağcının Güncesi adlı ilk kitabımda bahsettiğim Khan-Tengri dağının ilk Türk tırmanışını yapmak için Tien Shan dağlarına gittim. Çok başarılı ve heyecanlı bir süreç oldu benim için. Döndükten sonra “Tamam, önümdeki birkaç yıl bu yolda devam edeceğim” dedim. Hedeflediğim tırmanışları tamamlayıncaya dek de yoğun bir tempoda yıllarca devam ettim. Rus dağcılarla tanışmam dağcılık hayatımda çok önemli bir dönüm noktası oldu. Türkiye’den 8000 metreyi daha önce deneyen kimse olmadığı ve yüksek irtifa konusunda çok az bilgi olduğu için pek çok şeyi kendim yaparak, deneme yanılma yöntemiyle öğrendim.

FD: Kulübe katılmadan önce dağcılıkla alakalı bir bilginiz var mıydı?

NM: Hayır hiç yoktu. Panodaki ilan ilgimi çekti. Dağcılık çok karizmatik bir spor dışarıdan bakıldığında, ben de bundan etkilendim sanırım. Doğayı çok severdim, çocukluğumdan itibaren doğaya ve hayvanlara çok düşkündüm. Bu sevgimi sporla birleştirmek ilk defa dağcılık kulübüyle birlikte oldu.

FD: Ülkemiz doğa sporları açısından çok elverişli. Ancak sizin gibi profesyonel birilerinin ismini duymak zor. Sizce bunun sebebi nedir?

NM: Bu bir kültür meselesi. Bir toplumda neyi ön plana çıkartırsanız, neyin reklamını çok yaparsanız, neyi çok duyurursanız yeni nesil onun peşinden gider. Kültürü de toplumun önde giden dinamikleri yaratıyor. Türkiye’nin önde gelen dinamikleri de baştan sona magazin, televole, gelin – kaynana programları, futbol, saçma sapan diziler üzerine kurulu olduğu için etkili bir spor kültürü yok Türkiye’de. O yüzden Türkiye’deki birçok spor başarısı bireysel başarıdır, sistemin başarısı değildir. Ben de bireysel bir başarıyım. Oturmuş bir dağcılık geleneği, kültürü, sürekli, sağlıklı ve ileriye giden bir spor yapma anlayışı olmadığı için ancak kendisini diğerlerinn arasından sıyırabilenler çıkabiliyor. Bu durum ne yazık ki ülkemizde pek çok konuda ve çoğu diğer spor için de böyle. Dolayısıyla çok yetenekli, nitelikli, kendini diğerlerinin arasından sıyıran, öne çıkan bireysel başarılarımız var ama maalesef etkili bir spor kültürü oturtamıyoruz. Son olimpiyatlarda rezil olduk. 70 milyon küsur nüfusa sahip bir ülkeyiz, 10 milyon nüfuslu ülkeler bizden daha iyi sonuçlar aldılar. Mesela Rusya’da inanılmaz gelişmiş bir spor kültürü var, sporu herkese yayıyorlar. Nüfusun içerisinde de en nitelikliler giderek yükseliyor, artık piramidin en tepesine geldiklerinde dünyanın en iyileri ayarında sporcular çıkıyor ortaya. Bizde hiç öyle bir yaklaşım yok. Türkiye’de spor açısından hiçbir para sıkıntısı yok. Ancak bu kültür oluşturulmuyor, oluşturulması da istenmiyor. Çünkü futbol çok daha kolay insanları yönlendirebileceğiniz, kontrol edebileceğiniz, çok büyük kitleleri belirli yerlerde tutabileceğiniz bir enstrüman. Futbol zaten artık spordan çıkmış, bir endüstri haline dönüşmüş neredeyse. İyi bir futbolcuya ödenen para bugün Türkiye’deki herhangi spor branşlarından birine aktarılsa bakın nasıl başarılı sporcular çıkar bu ülkeden.

FD: 28 yaşında “Yedi Zirveler” projesini tamamlayan en genç dağcı oldunuz. Dağcıların dünya standartlarında yaş ortalaması biraz yüksek galiba…

NM: Ben 26 yaşında “Kar Leoparı” olduğumda yine en gençlerden biriydim. Yedi Zirveler’i tamamladığımda dünyanın en genç dağcısı olmuştum. Kalp akciğer sistemi 30 yaşına kadar gelişimini sürdürüyor ve yüksek irtifa dağcılığı uzun soluklu hem fiziksel hem de psikolojik olarak dayanıklılık gerektiriyor. Bu durum, fiziksel ve psikolojik olarak 30 yaş üstü bireylerin daha kolay başa çıkabileceği bir donanım gerektiriyor. O yüzden genelde iyi dağcılar hep 30 yaşın üzerindedir. Ben erken başladığım ve o dönemlerde çok hızlı gittiğim için birçok şeyi erken yaptım.

FD: Fotoğraf çekmeniz gezgin kişiliğinizin bir sonucu mu? Yoksa doğa sporlarına başlamadan önce de ilgilendiğiniz bir sanat mıydı?

NM: 20 yaşında dağcılığa başladığım ilk sene kameram yoktu. Ancak bir sene sonra baktım ki çok güzel yerlere gidiyoruz, ama okulda ancak yetersiz bir şekilde anlatabiliyorum arkadaşlarıma ve hep eksik kalıyor. Bunları paylaşmak ve aktarmak gerektiğini düşündüm. Bir tane Nikon FG-20 satın aldım ve uzun zaman da kullandım, çok sağlam bir makineymiş. Mağaralarda, suda, çamurda rutubette tepe tepe kullandığım halde bana mısın demedi. Çok keyif aldım fotoğraf çekmekten ve fotoğrafı da çeke çeke öğrendim. Sürekli biraz daha iyi, biraz daha iyi olsun diyerek devam ettim. Özellikle yurtdışı seyahatlerimde her tırmanışımda hem fotoğraf makinemi hem de video kameramı mutlaka yanımda götürürüm. Everest’in zirvesine kadar bile video kameramı çıkarttım.

FD: Fotoğraf çekerken yaşadığınız zorluklar nelerdir?

NM: Dağcılık riskli ve tehlikeli bir spor olduğu için sürekli bir dikkat ve konsantrasyon gerektiriyor. Öncelikle tırmanışa ve dağdaki her hareketine konsantre olmak ve herzaman dikkatli olmak gerekiyor. Öte yandan sürekli çok güzel kareler geçiyor önünden, onları da kaçırmak istemiyorsun. O yüzden gerektiğinde kolayca çıkarabilmek için her zaman iki kameramı da hep önümde taşıdım. Soğukta eldivenle ve çok kısa sürede fotoğraf çekmeye, video çekmeye iyi alıştırdım kendimi. Dağdayken film değiştirmek büyük problem olabilir kötü havada mesela. Kendimi alıştırdığım ve onsuz olmayacağına karar verdiğim için hiçbir zaman bir zahmet olarak görmedim. Eskiden büyük makine taşırdım hep zirveye kadar. Nikon F90X ile uzun süre fotoğraf çektim. Ancak sonrasında bir tane küçük bas çek dijitallerden, bir tane de büyük normal dijital makine taşıyıp üst kamplara sadece küçük makineyi götürmeye başladım. Pil her zaman sıkıntı olabilen bir konu, dijital makinelerde bu durum biraz daha özen gerektiriyor. Aşırı soğukta onu idare etmek daha zor.

FD: Spor dallarıyla ilgilenmeyip geziler yapmasaydınız yine fotoğraf çeker miydiniz? Mesela stüdyo fotoğrafçısı olabilir miydiniz?

NM: Bu kadar ağır olmazdı herhalde hayatımda. Çünkü fotoğrafın bana göre bir farklılığı, özgünlüğü ve bundan kaynaklanan bir değeri olması gerekiyor. Herkesin çektiği bir boğaz köprüsü fotoğrafı çekip ondan sanat üretmeye çalışacağımı zannetmiyorum. Ama herkesin gidemediği yerlere gittiğim ve oraları daha iyi belgelemek ve paylaşmak istediğim için fotoğrafa çok önem verdim. Stüdyo fotoğrafçısı olabileceğimi zannetmiyorum. Benim daha çok doğaya ve açık alana yakın bir yaratılışım var. Bu beni daha çok tatmin ediyor. Fotoğraf çekmemin amacı paylaşmak. Her seyahatimden sonra mutlaka bir doküman hazırlar, bir sergi ve bir dia gösterisi yaparım.

FD: Fotoğraf çekmekten en çok hoşlandığınız mekan neresidir?

NM: Hindistan kültür olarak çok enteresan, renkli, karmaşık ve çok güzel gerçekten. Himalayalar, Karakurum Dağları coğrafya olarak olağanüstü, dünyada eşi benzeri yok. Alaska’yı çok beğendim, doğası gerçekten heyecan verici. Hem dağlar, hem ormanlar, hem su her şey var Alaska’da, yaşam olarak da çok güzel. Yine de ayırmak zor, dünyanın her yerinde kendine özgü çok müthiş güzellikler var. Patagonya ayrı güzel, Avusturalya ayrı güzel, Alplerde bambaşka bir kültür var. Hem bir zenginlik, hem oturmuş bir dağcılık kültürü, adamlar 3800 metrelere kadar kocaman dağ evleri ve tesisler yapmışlar. Teleferik ile çıkabiliyorsunuz. Yüz yıla yaklaşan müthiş bir birikim, doğa ile iç içe ve doğayı çok da kaybetmeden bir yaşam tarzı var.

FD: Kitap, gezi veya fotoğraf hakkında yeni projeleriniz var mı?

NM: Şu anda kişisel gelişimle alakalı olan (1995 – Bir Dağcının Güncesi; 1995 – Everest’te ilk Türk; 1996 – Bir Hayalin Peşinde; 1999 – Asya yolları, Himalayalar ve Ötesi; Yeryüzü Güncesi; 2007 – Vatan Lafla Değil Eylemle Sevilir) yedinci kitabım üzerinde çalışıyorum. 1995’ten bu yana takım çalışması, liderlik, kişisel gelişim, hedef odaklılık, motivasyon, risk yönetimi, kararlılık gibi konularda seminerler veriyorum şirketlere.  Tabii üniversitelere, okullara da gönüllü olarak seve seve gidiyorum. Şimdi bu seminerlerin kitabını yapıyorum, bu sonbahara yetiştirmek istiyorum. Bunun dışında yine sonbaharda Hindistan, Nepal, Bhutan tarafına motosiklet ile bir belgesel seyahati düşünüyorum.

FD: Tek başınıza motosiklet yolculuğu zor olmuyor mu?

NM: Trafik her zaman için çok tehlikelidir, hele Asya’da. Motosiklete çok hakim olmak gerekir. Bu da ancak kilometre ile kazanılacak bir deneyim. Buna ilave yeteri ve gereği kadar da dikkatli olabilirse insan bu tür şeyleri fazla da zorlanmadan yapabilir. Sonuçta risk almadan sıradan şeylerin ötesinde bir şey elde edebilmemiz zor. Burada elbette ki kumar oynamıyoruz, zar atmıyoruz ama kontrollü, dikkatli ve ölçülebilir riskler üstlenerek hedeflediğimiz şeylere yaklaşıyoruz. Yoldayken de gözünü dört açıyorsun, süratini düşürüyorsun, iyi dinleniyorsun, kendini ve motorunu çok iyi tanıyorsun ve planlamanı ona göre yapıyorsun. Kendine ve motoruna çok iyi bakıyorsun. Yoldaki ve trafikteki her şeye karşı daha dikkatli oluyorsun. Tek başına olmanın özellikle dağda bazı özel tırmanışlarda kendine göre bir avantajı var. Tırmanışlar sırasında daha kendi tempona, kendi düzenine uygun bir düzen oluşturabiliyorsun.

FD: 17 Ağustos depremiyle başkanlığını yaptığınız AKUT’un adını daha sık duymaya başladık. Yaptığınız yardım çalışmalarından bahseder misiniz?

NM: 1996’da bir avuç dağcı olarak kurduğumuz AKUT yaklaşık 900 kişilik kocaman bir yapıya dönüştü. Şu anda 18 ekibimiz var ancak bu yıl bitmeden bu sayı 24’e yükselecek. Tamamen gönüllü ve karşılıksız yardımseverlik ilkeleriyle çalışan bir sivil toplum kuruluşu AKUT. Bir arama kurtarma takımı olarak başladık, şimdi ise çok etkili ve güçlü bir sivil toplum kuruluşuna dönüşüyoruz. Arama kurtarma en iyi bildiğimiz alan tabii ki. Bu güne dek katıldığımız arama ve kurtarma çalışması toplamda 580’e ulaştı, kurtardığımız insan sayısı ise 789 kişi oldu. Türkiye’de böyle büyük bir deneyime kimse sahip değil; dünyada bile sayılıdır bu kadar çeşitli alanda faaliyet gösteren ekipler. Biz depremde, dağ kazasında, çığda, selde, yamaç paraşütü kazasında; ipli teknik kurtarmada, kentsel arama kurtarmada, arazi aramasında, enkaz arama kurtarmada, trafik kazasında, orman yangınında ve birçok alanda çalışma yapıyoruz. Dünyanın genelinde kuruluşlar kendi yerel sorunlarına odaklı hareket ediyorlar. Çok iyi ekipler var tabii ki ama AKUT çok boyutlu, çok kültürlü ve sıra dışı. AKUT bağışlarla yürüyen bir kuruluş. 1999 depreminden sonra Türk halkı AKUT’a büyük bir sempatiyle yaklaştı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’yle birlikte Türkiye’nin en güvenilir kurumu seçti, bağışlarıyla da destekledi. Sonraki yıllarda bu bağışı çok idareli kullandık ve derneği büyüttük. Bu yıl 26 Mart’ta Cem ve Jeff Hakko’nun desteğiyle kendimizi iş dünyasına açtık ve yaptıklarımızı onlara anlatarak bağış topladık. Toplanan miktarla yeni malzemeler ve araçlar alıyoruz, çünkü bizim malzemelerimizin çoğu 1999 – 2000 yılında edinilmişti ve artık ekonomik kullanım ömürlerini doldurdular, bir de yeni ekip kurmak için de mazleme ve araç gerekiyor. Bu konudaki en ciddi sıkıntılarımızdan biri AKUT’un araçları için ödediğimiz motorlu taşıt vergileri. Bir türlü çözemedik bu sorunu. Sanki taksicilik gibi gelir getirici bir iş yapıyoruz bu araçlarla. Gönüllü olarak, yurttaşlık sorumluluğumuzla, ülke ve insan sevgimizle bu çalışmaları yapıyoruz, devletin yapması gerekenlere yardımcı oluyoruz ama ne yazık ki bu araç vergileri bizi çok zorluyor. Her yıl iki kez topladığımız bağışları biriktirip devlete vergi diye ödüyoruz. Arama ve kurtarma çalışmalarının ilk adımı ulaşımdır, önce kaza, kayıp neyse artık o sıkıntı, o bölgeye ulaşmanız gerekir, bunu da araçlarımızla yapıyoruz ama onlar için vergi ödüyoruz, üstelik AKUT, arama ve kurtarma konusunda ülkemizdeki tek kamu yararına çalışan dernektir.