Genç Bir Dağcının Arayışı – 1996

Kasım 96

Bir haftadır Avustralya’nın doğu kıyılarını geziyorum. Cairns’den Sydney’e doğru otobüsle yaptığım yüzlerce kilometrelik bu çok hoş yolculuk sırasında çeşitli yerlerde otobüsten inerek bazen Great Barrier Reef’te dalış yapıyorum, bazen de buraya özgü görmeye değer yerleri geziyorum.

Hava son derece güzel ve çok sıcak, Avustralya yaza giriyor. Türkiye şu anda kışa yaklaşırken iki-üç haftalık böyle bir kaçamak çok güzel oldu doğrusu.

Uçsuz bucaksız yollarda saatler süren yolculuklar sırasında etrafımdaki muhteşem doğanın tadını çıkartırken, bir yandan da kendimi dinledim, sorguladım ve son bir kaç yılımı gözden geçirdim. İşte gezgin ruhun en sevdiğim yanı; Benim gibi yol burcunda doğan biri için, gezmek, yürümek, tırmanmak, dalmak, uçmak, kendi eylem hazlarının ve coşkularının yanısıra, yaşamımın muhakemesini yapabilme ve içime dönüp kendimi dinleme fırsatı veriyor. Bu yüzden, her yolculuktan, her dağdan, doğada yaptığım her aktiviteden döndüğümde, çok daha mutlu, huzurlu, dingin ve sağlıklı hissediyorum kendimi. Bedenim ne kadar yorulursa yorulsun, ruhum son derece dinlenmiş, huzurlu ve sorunlarının pek çoğunu çözümlemiş oluyor.

1992 yılında Bilkent Üniversitesi İşletme Fakültesinden mezun oldum ve daha diplomamı almamın üzerinden 1 ay bile geçmeden, uzun zamandır hayalimde olan, 7010 metrelik Khan Tengri dağına tırmanışın ilk adımını atmak için Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’ya giden bir uçağın içinde buldum kendimi. Sonrasında Rus dağcılarla geçirdiğim iki ay benim için bir okul gibi geçti, yeni bir kültür, yeni insanlar, yeni bir bakış açısı tanıdım ve önümde yeni bir ufuk açıldı; Yüksek İrtifa Dağcılığı… * (bu iki ayın hikayesini “BİR DAĞCININ GÜNCESİ” adlı kitabımda anlatmaya çalıştım.)

Bu iki ay boyunca yaşadıklarımın bana kazandırdığı şeyler sayesinde, bundan dört yıl önce, 20 yaşındayken, basit bir duvar ilanının peşinden merakla ve heyecanla giderek ne kadar doğru bir adım atmış olduğumu gördüm. Teşekkürler RECEP ÇATAK, umarım huzur içinde yatıyorsundur ve teşekkürler ERTAN ERCAN.

O günden sonra yaşamımı doğa – spor – felsefe üçayağı temeli ile, kendimi mümkün olduğu kadar çabuk ve verimli bir şekilde geliştirmek amacı ile, yeni şeyler öğrenmek, yeni yerler tanımak ve yeni tecrübeler yaşamak üzerine kurdum. İnsan kendisi için en doğru olan şeyi ne kadar erken bulursa, herşey o kadar kolay ve hızlı gelişiyor, benim için de öyle oldu.

24 yaşında, KHAN TENGRİ dağıyla ilk 7000’lik tırmanışımı yaptım ve dağlarda ilk kez ölümü gördüm. Zirveden indiğim gün, iyice hırpaladığım bedenim ve yarı donmuş parmaklarımla çadırımda dinlenip toparlanmaya çalışırken, burada geçirdiğim zaman içinde kazandıklarımı ve benim için anlamını düşündüm ve yeni tanıdığım bu kültürdeki en önemli sembol olan dağların güçlü ve özgür KAR LEOPARI’nı bir gün bulacağıma dair kendime söz verdim.

25 yaşında, kurallarını gittikçe daha iyi öğrendiğim ve daha çok sevdiğim bu oyunu, daha sert oynadım, daha çok risk aldım. ELBRUZ dağı kış tırmanışının olağanüstü sert koşullarında bedenimi limitlerinin ötesine zorladım. Baygınlık sınırında Rusların en iyi dağcılarından biriyle zirveye vardık. 93 kışının toplam üç başarılı tırmanışından birini ve aynı zamanda Türkiye’nin en yüksek kış tırmanışını yaptım. Bir dağcının ölümüyle ikinci kez karşılaştım. Aynı yıl önce LENİN dağına tırmandım ve dünyanın en zorlu ve tehlikeli 7000’liği kabul edilen POBEDA’yı zorladım. Son sekiz yılın en sert hava koşulları izin vermedi, henüz Pobeda’ya hazır değildim. Üç ölüm daha gördüm.

26 yaşında, daha iyi hazırlanmış ve daha güçlü gittim dağlara ve bu kez KORJENEVSKOY ve COMMUNISM dağlarına tırmandım. Ardından bir kez daha Pobeda ile buluşmaya gittim. Bu kez beni kabul etti, bu son derece tehlikeli ve zorlu dağın dünyadaki sekizinci solo tırmanışını yaptım. 7439 metrede içimdeki Kar Leoparı’nı buldum ve iki yıl önce kendime verdiğim sözü yerine getirdim.

Bu yıl Pobeda’da iki dostumu daha yitirdim ve üç yıl içinde yedi arkadaşımı dağlarda bıraktım. Ölüm hiç te uzak bir olasılık ve bize henüz gelmeyecek bir şey değil. Ölümsüz olmadığımı biliyorum, soğukta üşüyorum, düşünce canım yanıyor, bir yerim yaralanırsa kanım, kuvvetim akıyor. Ne kadar kısıtlayıcı, kırılgan ve kolay zarar verilebilen bir bedene sahip olduğumun farkındayım, bunun için her zaman son derece dikkatli davranıyorum. Gerekirse en yüksek risklere bile girmekten çekinmem, ama her zaman dağların kurallarıyla oynarım. Dağ beni istemezse saygıyla kabul ederim ve sağ – salim gitmeme izin verdiği için ona teşekkür ederim.

Kar Leoparı’na ulaştıktan sonra yine yaşamımın bir muhasebesini yaptım ve ruhumun da, bedenimin de daha fazlasını istediğini farkettim

27 yaşında, Yapı Kredi’nin sponsorluk desteği, dostlarımın iyi niyet ve şans dilekleri ve sıkı bir fiziksel ve psikolojik hazırlık sonunda, dünyanın en yüksek dağı EVEREST’e tırmanan ilk Türk ve müslüman dağcı oldum. Bu arada, 1992 yılındaki Khan Tengri tırmanışında tuttuğum günlüğüm, ilk kitabım olarak, Yapı Kredi yayınları tarafından “BİR DAĞCININ GÜNCESİ” adıyla yayımlandı. Hiçbir zirveden, hiçbir ünvandan almadığım kadar büyük bir tad aldım, haz duydum, kendime saygım, inancım ve güvenim bir kat daha arttı. Çocuğummuş gibi gördüğüm bu kitabı, ilk zamanlar, kitapçılara gidip vitrinde seyrediyordum. Aynı yıl, Everest tırmanışını anlattığım ikinci kitabım, yine Yapı Kredi yayınlarınca, “EVEREST’TE İLK TÜRK” adıyla yayımlandı. Bir kez daha olağanüstü bir haz duydum.

Bu arada bir şey farkettim, ne kadar çok şey öğrenirsem, ne kadar çok şey yaşarsam, kendimi o kadar eksik ve bilgisiz hissediyorum ve o kadar daha fazla şey görmek, yaşamak, öğrenmek, bilmek istiyorum. Öğrendiğim her yeni şeyle birlikte, pek çok yeni duygu, düşünce, kavram ve yaklaşımla tanışıyorum ve bu sefer de onları tanımak, tatmak, bilmek için o andaki koşulların elverdiği ölçüde bir seçim yapıp, peşlerine düşüyorum. Everest’ten sonra da böyle oldu; Ruhum da, bedenim de dünyayı tanımak istiyordu. Bunun üzerine, biraz daha değişik boyutlu bir dağcılık hedefi seçtim kendime; ”YEDİ ZİRVELER.” Dünyanın her bir kıtasının en yüksek dağına tırmanmak, içinde hem dağcılık hem de dünyanın her kıtası, yani yeni yerler, yeni insanlar, yeni kültürler var. Benim özlemlerim ve tutkularım için biçilmiş kaftan olan bu işin en zor kısmında yani maddi boyutunda, yine Yapı Kredi destek oldu bana ve birlikte Türkiye için çok güzel ve çok yeni bir konuda, bu projeye başladık, daha doğrusu, Everest ile başladığımız işe devam etmeye karar verdik.

Sonraki 1.5 yıl, benim için olağanüstü güzel ve dolu dolu geçti. Pek çok yer, insan, kültür, yaklaşım tanıdım. İnsanların dünyaya, yalnızca döğdukları coğrafi konum ve iklimsel koşulların farklılıklarından dolayı ne kadar değişik ve başka türlü bakabileceklerini gördüm. İnsanların aradıkları şeyin, özde aynı olduğunu, yalnızca yöntemlerinin ve imkanlarının farklı olduğunu gördüm. Gezdiğim, gördüğüm yerlerle ilgili bilgilenmeye özen gösterdim, her seferinde günlük tuttum, fotoğraf çektim. Çünkü ancak başkalarıyla paylaşırsam, yaptığım iş tamamlanıyor.

28 yaşında, üç hafta önce, Yedi Zirveler’i tamamladım, hem de dünyanın en genç dağcısı olarak. Asya, Avrupa, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika, Avustralya ve Antarktika kıtalarında muhteşem tecrübeler yaşadım ve hepsini hafızamın torunlara hikayeler bölümüne yerleştirdim.

Ancak şunu vurgulamam gerektiğini düşünüyorum; Everest’e tırmanan ilk Türk yada müslüman dağcı olmak beni kişisel anlamda nasıl ilgilendirmediyse, Yedi Zirveler’i tamamlayan dünyanın en genç dağcısı olmak ta ilgilendirmiyor. Bu iki nosyonun da Türk toplumuna benim üzerimden verilmiş ayrıcalıklar olduğunu düşünüyorum. Kişisel anlamda kendimi bütün gruplaşmaların ve sınıflandırmaların dışında tutmaya çalışıyorum. Ben, yalnızca yapmak istediğim şeyi yapıyorum; kemanımı çalıyorum, kimse dinlemese bile… Ben yalnızca öğrenmek istiyorum. Dünyanın pek çok yerini gezmiş, tanımış biri olarak kendimi yalnızca bir insan olarak sınıflandırabiliyorum ve bir kalıba sokabiliyorum. Irk, renk, dil, din farklılıklarının benim için hiçbir anlamı yok. Ben kendimi bir insan, bir dünya vatandaşı olarak algılıyorum. Türkiyede doğmayı ben seçmedim – en azından şu andaki bilincimle – ancak Türk olduğum için gurur duyuyorum ve eğer bir şekilde özel bir potansiyele ve yeteneğe sahipsem, bunu her zaman Türkiye için kullanacağım, bunun, yetiştiğim bu topraklara, bu topluma borcum olduğunu düşünüyorum.

Bu yıl aynı zamanda Yedi Zirveler’in üç dağını bir arada anlattığım “BİR HAYALİN PEŞİNDE” adlı kitabım yine Yapı Kredi yayınları tarafından yayımlandı. Böylece dağcılığın yanısıra bir de yazar oldum, bir gezer-yazar olarak artık üç çocuğum var, daha nice böyle çocuklara…

Gezmeye ve yeni kültürler tanımaya çok meraklı olduğum için dağcılığın dışında başka gerekçelerle de dünyanın değişik yerlerine gittim. Gördüğüm ülkeleri hatırlamaya çalışıyorum, tarih sırasına göre değilde aklıma geldiği şekilde yazıyorum; Rusya, Kazakistan, Kırgızistan, Tacikistan, Özbekistan, İran, Nepal, Tibet, Arjantin, Şili, Amerika, Alaska, Patagonya, Kafkasya, Avustralya, Borneo – Endonezya, Malezya, Singapur, Yunanistan, Almanya, Fransa, İngiltere, Norveç, İtalya, İspanya, Tanzanya, Antarktika. Evet sanırım atladığım yer kalmadı. Bunların dışında Türkiye’de de epey gezdiğimi söyleyebilirim. Bu, hem yurt içinde hem de yurt dışında yaptığım gezilerde çok değişik araçlar da kullandım: Araba, Otobüs, Uçak, Helikopter, Tren, Traktör, Motosiklet, Bisiklet, hatta bir Fil ve tabii kendi bacaklarım.

En az gezmeye meraklı olduğum kadar okumaya da meraklıyım, sonuçta ikisi de öğrenme arzumun değişik şekillerdeki uygulamaları. 20 yaşından bu yana, ki doğa, spor ve felsefe’yi kendime temel olarak seçtiğim dönemdir, çok şey okuduğumu, hatta bana bir şey kazandırabileceğini düşündüğüm ne bulursam her şeyi okuduğumu söyleyebilirim. Aynı şekilde, düşünce şeklimiz birbirine yakın olan dostlarımla, ilgi duyduğumuz, öğrenmek istediğimiz şeyler hakkında uzun sohbetler, tartışmalar da yaptık. Sonuçta bütün çabam, ilk kitabımda da dediğim gibi; herşeyi bilmek, herşeyi öğrenmek, herşeyi tanımak için. Ancak ne yazık ki bu mümkün değil. Yine de şu anda içinde bulunduğum durumdan çok daha fazla şey bilmem mümkün, en azından ben öyle olduğunu düşünüyorum.

Dışarıdan bir gözle bakıldığında, bütün bunlar oldukça hızlı ve verimli bir gelişme gibi görülebilir, uygun açıdan bakabildiğimde bazen ben de öyle düşünüyorum. Ancak, olabilecekleri yada olması gerekenleri gözönüne aldığımda, kendimi çok yetersiz ve eksik hissediyorum. Olmak istediğim yerden, sahip olmak istediğim bilgi düzeyinden çok çok çok daha uzak ve aşağıdayım, ve bu hızla gidersem hiçbir zaman oraya varamayacağım. Sıradan bir kütüphaneye girip bir bakın, her konuda yazılmış binlerce, onbinlerce kitap göreceksiniz, Bunu daha da açalım, dünyada sayısız, farklı sistem, duygu, düşünce, inanç, bilgi, kitap, sanat eseri, dışavurum şekilleri, üretkenlik, vb., vb. var ve bu listeyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Demek istediğim şu; dışarıda bu bedenim ve ruhumla bu şekilde hiç bir zaman sahip olamayacağım kadar çok bilgi var, ve bu beni üzüyor, kendimi çok küçük ve yetersiz hissetmeme sebep veriyor. Çok daha fazlasını bilmek, öğrenmek ve yaşamıma uygulamak istiyorum ama yapamıyorum.

Bu kadar bilginin ortalıkta boşuna dolanmadığını düşünüyorum, ama ne yazık ki bize bunlara sahip olma ve yorumlayıp uygulama yeteneği verilmemiş. Bu durumda bir tek sonuca varıyorum; bilgiye sahip olmanın, gezip görmekten, dinlemekten, seyretmekten ve okumaktan daha başka, daha hızlı ve daha verimli bir yolu olmalı. Bu yolu bulmak istiyorum, bedeli ne olursa olsun bu yolu bulmak istiyorum…

Bir yıl sonra 1997 yılında bu düşüncelerim aşağıdaki noktaya ulaştı

* “Yine de, insan için gerçekte bilginin olanaksız olduğunu biliyorum. Bugün dünyada yaklaşık 300.000 gazete ve dergi yayınlanıyor, sayısız radyo ve televizyon programı yapılıyor. Dünyanın büyük kütüphanelerinden herhangi birinde, 100.000.000’a yakın belge bulunuyor. İnternet’ten bahsetmiyorum bile… Kısacık bir insan ömrü bunların ne kadarını bilebilirki ya da bilmelidirki. Heraklit’in görüşlerini daha da ileri götüren Kratylos, bundan yaklaşık 2400 yıl önce, yaşamdaki hızlı akışın bilgiyi olanaksız kıldığını söylemiş. Bence çok doğru. Sokrates’ın ünlü sözünü hepiniz bilirsiniz; “Bildiğim tek şey hiç bir şey bilmediğimdir.” Bir insan ömrü boyunca kitap okusa bile, ne kadar kitap okuyabilir ki. Buradan başka bir noktaya gelmek istiyorum. Teknik olarak, bilginin zaten ancak çok azına sahip olabiliyoruz. Onu da çoğu zaman kullanamıyoruz. Oysa bilgi, bilmek sürecinde değil de, olmak sürecinde gerçek değerine ulaşır. Bilmek, uygulama olmaksızın bir işe yaramaz. Bilginin değerini, yaşamımıza uygulayabildiğimiz zaman anlarız.”

*(Asya Yolları, Himalayalar ve Ötesi)……