K2 – Dağların Dağı – 2000
Zamansız bir şekilde yaşadığımız o çok acı olayın üstüne gelişen utanç verici, saçma, belki de sadece Türkiye?de yaşanabilecek traji-komik, yada bir diğer deyişle güleriz ağlanacak halimize türü olayların ardından, yola çıkmadan önceki son günlerde, İskender?le ortak bir dostumuzdan, Fahir’den şöyle bir mektup aldım;
Zamansız bir şekilde yaşadığımız o çok acı olayın üstüne gelişen utanç verici, saçma, belki de sadece Türkiye?de yaşanabilecek traji-komik, yada bir diğer deyişle güleriz ağlanacak halimize türü olayların ardından, yola çıkmadan önceki son günlerde, İskender?le ortak bir dostumuzdan, Fahir’den şöyle bir mektup aldım;
“Sevgili dostum Mahruki,
Madem K2?de bu yıl ısrar ediyorsun, iki çift lafım var;
Bazen satranç oynayanlara bakarken
Gözüm belli bir piyonu izler,
Yolunu izleyip yavaş yavaş
Görürüm varışını en son noktaya
Öyle bir istekle gider ki en uca
Sanırsın erişecek ulaşılmaz hazlara.
Bir ödül kazanacak vardığı noktada.
Yolda aksilikler çıkar karşısına
Çapraz mızraklar yer geçitlerde;
Geniş alanlarıyla vurur kaleler
Safları; dikdörtgenlerin içinde
Engellemeye çalışır onu
Türlü aldatmacalarıyla süvariler;
Ve bir açıdan gelen bir tehditle
Düşman karargahından gönderilen
Bir piyon, arada bir çıkar yoluna.
Ama kurtulur o bütün tehlikelerden
Ve varır sonunda sonuncu çizgiye.
Nasıl da utku içinde erişir buraya,
O korkunç en sonuncu çizgiye;
Nasıl da istekle dokunur kendi ölümüne.
Çünkü burada ölecektir işte Piyon
Ve buydu bütün amacı aslında.
Kurtulacak bir Kraliçe uğruna,
Mezardan o hayata dönsün diye,
Gelip düştü işte satrancın Hades?ine.
AĞRI DAĞI”
Haklısın dostum, çok haklısın. Bu garip piyon, o son çizgiye ulaşmak için herşeye göğüs gerecek ve bütün varlığıyla, ruhuyla, bedeniyle, inadıyla, kararlılığıyla ve inancıyla mücadele edecek. Ta ki kraliçeye ulaşana dek. Ancak şunu da bil ki dostum, biçimsiz tırtılın ölüm dediğine, Üstad, rengarenk, gözalıcı bir kelebek der…
Bu andan sonra ise piyon ya da kraliçe, tırtıl ya da kelebek, hiç farketmez, her durumda ben kazanacağım…
Sevgili Ahmet?in (Altunbaş) son gün yolladığı nottaki gibi;
Bir nefes bir adım da benden,
K2 sensin dostum
Tepesinde olsan da, olmasan da…
Zamanlama konusuna gelince, bütün o ucuz tiyatronun üzerine zor bir zaman olduğu doğru. Ancak beklemek, ertelemek, üşenmek bana göre değil. Bir de benim gözümde yaşam, en doğru zamanı (göreceli bir evrende, hangi varolmayan sabit noktaya göre?) bulmak için harcanmayacak kadar kıymetli, kısa ve hızlı. Bir karar ver ve uygula, gerisi nasıl olsa gelecek.
K2 adını ilk kez, bundan 12 yıl kadar önce, dağcılık sporuyla tanıştığım günlerde, ilk dağcılık eğitimimi aldığım, 1988 yılında Ağrı kış tırmanışında yitirdiğimiz rahmetli Recep Çatak?tan duymuştum. Sevgili Recep?le yaptığımız konuşmalardan, K2 dağını bir gün deneyebilmenin onun hayallerinden biri olduğunu hatırlıyorum. Ancak o günkü, daha yolun başındaki acemi Nasuh için, K2 dağını telaffuz etmek bile çok uzak bir hayaldi. Çok iyi hatırlıyorum, K2 dağına bir gün tırmanmayı o günlerde hiç aklımdan geçirmemiştim. İyi bir dağcı bile olabilmek için daha 40 fırın ekmek yemem gerektiği gibi, belki de hiç bir zaman o kadar iyi bir dağcı olamayacaktım. Henüz bunu öngöremeyecek kadar işin başındaydım daha. Dağcılıktaki ilk yıllarım, yeteneklerimi ve kapasitemi anlamaya çalıştığım dönemlerdi. O zamanlar en büyük hedefim, dağcılığın fiziksel ve psikolojik zorlukları sayesinde kendimi, yeteneklerimi ve sınırlarımı tanımaya çalışmaktı. Zaman içinde kendimi daha yakından tanıdıkça, yapabileceklerimi öğrendikçe ve diğer dağcılarla, hem de iyi dağcılarla kendi yeteneklerimi ve gücümü kıyaslama şansı yakaladıkça, daha büyük hayaller kurmaya ve kendime daha büyük hedefler koymaya başladım. Biraz da şansımın yardımıyla teker teker herbirine ulaştım ve o güne dek hep gizli gizli sevdiğim K2, çok çok sonraları benim için ulaşılabilir bir hedef haline dönüştü ve hayallerimdeki en önemli yeri aldı.
Aslında 1998 yılının ilkbaharındaki 8516 metrelik, dünyanın 4. yüksek dağı Lhotse tırmanışında gösterdiğim performanstan sonra, K2 dağını önümüzdeki yıl deneyebileceğime karar vermiştim. Bir kamp atlayarak tırmanışı denediğimiz ve benim dışımda bütün ekibin Oksijen kullandığı, her biri daha önce Everest?e tırmanmış, tamamen profesyonellerden oluşan 6 kişilik son derece güçlü ekibimizden, 16.5 saat sonra hala tırmanışa devam edebilecek durumda olan tek kişi bendim ve o gün zirveye bir tek ben ulaşabilmiştim. Hayatımın en yorucu günlerinden biri olmuştu ve dağcılık kariyerimin ilk hallüsinasyonlarla dolu inişi… 7300 metreden 8516 metreye tırmanış ve sonra tekrar 7300 metreye inişim, durup dinlenmeksizin geçen bir 25 saat sürdü.
Ardından aynı yılın sonbaharında, dünyanın 8. yüksek dağı, 8163 metrelik Manaslu dağını denedim. Maalesef objektif tehlikelerin çok yüksek olduğu Manaslu?da, bir yüksek irtifa tırmanışında ters gidebilecek herşey ters gitti. Kimsenin zirveye çıkamadığı o sezonun en yüksek noktasına, 7500 metre ile biz ulaşmıştık, ancak biri, çok tehlikeli iniş sırasında düşüp 600 metre uçan benim partnerim olmak üzere, diğeri de bir çığ sonucu, iki dağcı hayatını kaybetmişti. Kazadan sonra perişan bir halde ve korkunç kötü bir moralle 6500 metredeki kampımıza vardık. Ertesi gün Ana Kampa durumu haber vermek için, bütün bitkinliğime rağmen kalan gücümle inişe başladım, ve günlerdir kimsenin çıkmadığı rotada yer yer belime kadar batan derin karla, son derece tehlikeli buzul çatlaklarıyla, ki birine düşmekten nasıl kurtulduğuma hala hayret ederim, ve çığ parkurlarıyla boğuşa boğuşa 7.5 saatte Ana Kampa vardım. Ekibimizin diğer iki üyesi benim açtığım ize rağmen, benden bir gün sonra ve son bölümde, bir tanesi kurtarma ekibinin desteğiyle olmak üzere inebildiler.
Böylece 1998 yılındaki, Lhotse ve Manaslu dağlarında gösterdiğim performansların üzerine, artık K2?ye hazır olduğuma ve onu deneyebileceğime kanaat getirmiştim. Ancak 1999 yılı herkes gibi benim için de inanılmaz bir yoğunluk, karmaşa, acı ve kabuslar içinde geçti, ve K2 dağı ile buluşmamız 2000 yılına kaldı. Yine de, ben, ?Her işte bir hayır vardır? diyenlerdenim. Bu yüzden şikayet etmiyorum. Herşey olması gerektiği gibi oluyor.
Hayatım boyunca yaptığım herşeyden daha zorlu olacak bu ekspedisyon için yola çıkmadan bir gün önce, Hürriyet gazetesinde her Pazar yazdığım köşemde, üç ay ayrı kalacağım okuyucularımdan izin isterken şöyle yazmıştım;
?Üç ay süre ile ne yazık ki çok sevdiğim bu köşede sizlere hitap edemeyeceğim. İlk yazımda hatırlarsanız şöyle bir ifade kullanmıştım; ?Kelimelerle kendimi çok daha rahat ifade edebildiğimi farkettiğim andan itibaren, yazmak en az tırmanmak kadar doğal bir eylem oldu benim için. Nasıl tırmandıkça, gezdikçe, okudukça öğreniyorsam, aynı şekilde yazarken de öğrenebildiğimi gördüm, ki ?öğrenmek?, benim en büyük mutluluklarımdan biridir.??
Görünen o ki, öğreneceğim yeni şeylerin sırası gelmiş ve beni K2?de bekliyor. Öğrenmek, kendimi geliştirmek ve daha sonra bunları sizlerle paylaşabilmek için bu tırmanışı yaşamam gerekiyor.
Yaz boyunca, haftada bir buluştuğumuz bu köşede karşılaşamama düşüncesi beni de hüzünlendiriyor, ancak tutkularımı anlayışla karşılayacağınızı ümit ediyorum. Eylülde tekrar buluşmak dileğiyle sağlıcakla kalın, ve lütfen dağcılara şans dilemeyi ihmal etmeyin…?
Tutkular, evet tutkular. İnsanın bir şeyleri tutkuyla istemesi, bir şeyler için, ne olduğu da çok önemli değil ama için için yanması, ona doğru bütün tutkusuyla, arzusuyla, benliğiyle hareket etmesi çok önemli. K2 dağı, benim için artık girme zamanımın geldiği bir sınav, hem de çok zorlu bir sınav. Yıllar önce, zamanı geldiğinde deneyeceğime dair kendime söz verdiğim bu sınavdan bugün (zamanı geldiğinde) kaçarsam, gelecekte aynada kendi yüzüme asla eskisi gibi gururla bakamam. Bunu dışarıdan anlamayabilir ve fark edemeyebilirsiniz, çünkü her ne olursa olsun, ben, Kar Leoparı ünvanına sahip, Everest?e tırmanan dünyadaki ilk Türk hatta ilk müslüman olan, Yedi Zirveler?i tamamlayan dünyanın en genç dağcısı olmuş, 8201 metrelik Cho Oyu dağında Türkiye?nin en yüksek solo tırmanışını yapmış, motosikletle aylarca Asya?yı gezmiş, dört kitabın ve pek çok makalenin yazarı vs., vs. bir dağcıyım. Sadece bunlar bile beni bir ömür boyu sakin(!) köşemde idare eder, yada dışarıdan öyle görünebilir. Oysa yaşamımdaki ivmeyi yitirdiğim, kendimi tekrar etmeye başladığım ya da artık aşamadığımı anladığım gün, benim için hayat mutsuzlaşmaya, anlamsızlaşmaya ve çekilmez olmaya başlamış demektir.
Ancak bunu lütfen (sadece) fiziksel aşma olarak algılamayın. Elbette ki 20 yıl sonra, bugünkü bedensel gücüme ve dayanıklılığıma sahip olamayacağım. Yıllar geçtikçe kendime daha zorlu fiziksel hedefler seçme imkanım yavaş yavaş ortadan kalkacak. Ancak hayat, insanın kendini geliştirmesi ve aşması için o kadar farklı alanlarda imkanlar ve mücadeleler sunuyor ki, gelecekte kendimi aşma çabalarım birbirinden çok değişik alanlarda olacak. Belki de duygusal, entelektüel, felsefi, edebi veya ruhsal alanlarda, kendimi ve yaşamı daha iyi tanımaya çalışacağım yepyeni, zorlu, hatta tehlikeli yolculuklara çıkacağım. Ancak şimdilik genç Nasuh, bu yaz, bulunduğu yere gerçekten layık olup olmadığını anlamanın peşinde olacak.
Yıllar önce, sevgili Gökhan (Türe), ?Gezgin? adlı dergi için yaptığımız ikinci söyleşide şöyle bir soru sormuştu;
?Her dağ, her zirve, bir tür metafordur diyebilirmiyiz??
O gün şöyle cevap vermiştim Gökhan?a;
?Sanırım evet, dağcılığı insanın içindeki tutkuların bir dışavurumu olarak algılarsak her tırmanışı, her zirveyi bir metafor olarak da düşünebiliriz. İnsan, tutkularını, özlemlerini, öğrenme ve bilme çabalarını, arzularını, korkularını somut bir şekle sokmak istediğinde, sonunda fiziksel bir dağa ulalabilir ve beklentilerini o dağın zirvesine ulaşmakta şekillendirebilir. Bence bu duygu her zaman kullanılacak bir yöntem olmamalı, ancak dönem dönem ideallerin şekillendirilmesi kişiye daha önceden tanımadığı tecrübeler yaşatması açısından çok faydalı olabilir. Yine de bir dağa yalnızca o dağ olduğu için tırmanma arzusu yitirilmemeli.?
Bugün K2 dağının soğuk, ölümcül ve yalnız zirvesi, benim için hem çok önemli soyut duygular yüklediğim bir metafor, hem de gerçek anlamıyla hayatımda ulaşmayı herşeyden çok istediğim bir hedef.
Ve bu hedefe ulaşabilmemin tek bir yolu var; Onunla yüzleşmek…
Halil Cibran?ın dediği gibi;
?İnsanın idrak etme gücüyle, elde etme yeteneği arasında ancak tutkuyla birleştirilebilen bir aralık vardır.?
Sınır tanımayan tutkumun yardımıyla, bu aralığı bir kez daha birleştirme zamanım geldi?
Herşey sona erdiğinde, bunun bedelinin çok ağır olabileceğini, hatta buna layık olmadığımı ve belki de hiçbir zaman layık olamayacağımı da bulabileceğimi biliyorum. Ama bu beni korkutmuyor. Tıpkı Rachmaninov?un, dünyanın en zor parçası denilen, ünlü 3 Numaralı Piyano Konçerto?sunu çalmak için, hayatından, geleceğinden, ailesinden, hatta aklından vazgeçen genç piyanist gibi, artık bulunduğum noktanın ötesinde, ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyorum. Beş yıl önce, Everest dağını denemeye giderken dediğim gibi; bedeli ne olursa olsun?
Hocası, genç piyaniste şöyle bir öğüt verir; ?Piyano bir canavardır, onu denetleyemezsen yutar seni.? Nitekim bu canavar hocasını sakat bıraktığı gibi, genç piyanisti de 17 yıl akıl hastanelerine mahküm eder. Herşeye rağmen, o genç piyanist gibi, benim yaşama olan tutkum da, bir canavar tarafından yutulmayı göze almaya değecek kadar güçlü. Ve bence önemli olan şey de bu?
Gerisi ise yalnızca olasılıklar zincirinin kaçınılmaz bir şekilde kendini gerçekleştirmesi. Bunu da hep birlikte izleyeceğiz zaten?
Usta bir denizcinin kitabında şöyle bir yazı okumuştum;
?…..en kötü ihtimalle başarısız olsa bile, en azından büyük bir şeyi denerken başarısız olur ve onun yeri asla kaygıyı, bozgunu hiç tatmamış, soluk, çekingen ruhların yanında olmayacaktır…..?
Bu kadarı benim için yeterli………………….