200 yıldan fazladır İstanbul’da yaşayan köklü ve varlıklı bir aileden geliyorum ve hem ailemden hem de Türklüğümden büyük gurur duyuyorum. Büyükbabamın büyükbabasının babası, 1822 yılında Sakız Adası’nda çıkan Rum isyanını bastıran ve Sultan II. Mahmud’un, dönemin Deniz Kuvvetleri Komutanı olarak kendisine verdiği bu görevi eksiksiz yerine getirdikten sonra, burada şehit düşen (Nasuh oğlu) Kaptan-ı Derya Ali Paşa’dır. İsyan bastırıldıktan ve bütün kontrol Osmanlı Donanması’na geçtikten sonra, Osmanlıların Sancak Gemisi’ni ateş kayıklarıyla düzenlediği saldırıda yakmayı başaran ve Yunanlıların “Kara Ali” dediği büyük büyük büyük dedemi şehit eden Kanaris adlı gözüpek Yunan denizci, kendi ülkesinin milli kahramanlarından biridir. Sakız adasının en büyük meydanındaki en büyük heykel, bu olayın anısına dikilmiş Kanaris’in heykelidir. Bugün ailemizin soyadı olan Mahruki, yani “yanarak ölen”, “yanmış” anlamındaki Osmanlıca kelime de bu olaydan ailemize şerefli bir miras olarak kalmıştır.

Bu süreç Yılmaz Öztuna’nın hazırladığı BÜYÜK TÜRKİYE TARİHİ adlı ansiklopedinin 6. cildinde, 441 – 443. sayfalar arasında şu şekilde anlatılır;

Yunan İhtilâli’nin Başlaması (12 Şubat 1821)

Yıllık ısı ortalaması 17° olan Mora’da, ılık bir kış sabahı, 12 şubat 1821’de ihtilâl başladı. Bizzat Patras başpiskoposu Germanos’un kumanda ettiği 10.000 kadar silahlı Rum, şehre hâkim olduktan sonra, kaleyi muhâsara altına aldılar. Patras’ta ayaklanma başlayınca, uzun zamandan beri bu ânı bekliyen bütün Mora, ayağa kalktı. Nisan başlarında, Mora sancağının merkezi olan Tripoliçe dışında bütün yarımada, âsîlerin eline geçmişti. İsyân, hızla Kiklad adalarına da geçti. Yunanlılar, Mora’nın kuzeydoğusunda Nauplion (Türkçe: Anabolu) limanını, ihtilâl idaresinin merkezi olarak ilân ettiler.

Mora’daki Türkler’in bir kısmı Tripoliçe’ye can atmakla beraber, çok büyük ekseriyeti, katliâm edildiler. Yunanlılar’ın öldürdükleri Mora Türkleri’nin 40-50 binden az olmadığı muhakkaktır. Bunların içinde, 400 yıl önce Mora’ya yerleşmiş Türk aileleri bile vardı. 5 Ekim 1821’de Tripoliçe’nin düşmesi, faciayı tamamladı. Kaledeki asker ve sivil 8.000 Türk, yeni doğmuş çocuklar bile ihmal edilmeksizin öldürüldü.

Bab-ı Ali, o kadar himaye ettiği ve bir hükümdar derecesinde imtiyazlar tanıdığı Ortodoks Cihan Patriki Grigorios’un asilerle işbirliği halinde olduğunu tesbit edince, 22 Nisan 1821 günü kendisini tevkif ederek Fener Patrikhanesi’nin orta kapısında astırdı. Göğsüne ihanetini anlatan bir yafta yapıştırılan Patrik’in cesedi, 3 gün İstanbullular’a teşhir edildi. Yeni Patrik’in emriyle bu orta kapı, o tarihten itibaren kapatılıp iptal edildi ve bir Türk devlet veya hükümet başkanı aynı yerde asılıncaya kadar açılmamasına karar verildi. Bab-ı Ali, ihtilalin başında olanlardan yakalayabildiklerini imha etti. Bunların arasında Edirne, Kayseri, Tarabya ve Edremit piskoposları ile birkaç Fenerli Rum beyi de asıldı. Bu Fenerli Rum beyleri, Boğaziçi’nde muhteşem saray ve konaklarda yaşıyan, bilhassa armatörlükle zengin olan, Bab-ı Ali’nin Eflak ve Boğdan prenslerini aralarından seçtiği bir kitleydi.

Mora’daki başarılı ayaklanmayı öğrenir öğrenmez Çar’ın yaveri Prens İpsilanti, Odesa’dan 3.000 Rum gönüllüsüyle, Boğdan’ın merkezi olan Yaş’a geldi ve 5 Martta bu şehri, aynı ayın 11’inde Kalas’ı ve 30’unda Bükreş’i işgal etti. Derhal Romanya’ya giren Türk askeri, ihtilali söndürdü. Rumlar’ın yakalananları imha edildi. Bir kısmı, Prens İpsilanti ile beraber Avusturya’ya sığındı. Yunanlılar, Romanya da Ortodoks olduğu için, Romenler’in ihtilale katılacaklarını sanarak büyük hataya düşmüşlerdi. Romanya mes’elesinin sür’atle halli, Bizans İmparatorluğunun ihya edilemiyeceğini gösterdi. Yunanlılar, bir daha aynı hataya düşmediler ve bütün güçlerini, Mora ile çevresinde milli bir devlet kurabilmek noktasında topladılar.

Bab-ı Ali’nin Rusya’yı protesto etmesi üzerine Çar, İpsilanti’yi yaverliğinden azletti ve “general” rütbesini taşıyan Hetairia liderini askerlikten çıkardı.

13 Ocak 1822’de ihtilalciler, Mora, Kiklad adaları, Ağrıboz ve Attika’yı içine alan bir Yunanistan kurulduğunu, diğer Yunan ülkelerinin de kurtulacağını ilan ettiler. Prens Mavrokordato, başkanlığa seçildi.

İhtilalciler, Ege adalarının çoğuna hâkim olmuşlardı. Anadolu’nun Kuşadası Körfezi’ndeki Sisam adası, bunlardan biriydi. 6.000 Sisamlı, adaya hâkim olduktan sonra, kuzeybatıda, Çeşme’nin karşısındaki Sakız adasına çıktı. Sakız’da birkaç bin Türk’ün yanında 80.000 Rum yaşıyordu. Bugün bile ada nüfusunun bu rakamı bulamaması, Osmanlı devrinde Sakız’ın refahını gösterir. Sisamlılar, Sakızlılar’ı derhal ayaklandırdılar. Muhafız Vezir Vahid Paşa, Sakız kalesini asilere karşı savunmaya başladı. Adada isyanın başlamasından 19 gün sonra, 11 Nisan 1822’de Kapdan-ı Derya Nasuh-zade Ali Paşa, adanın Çeşme’ye bakan Sakız limanına girdi. Bir hafta karşı koyan asiler imha edildi ve on binlerce Rum öldürüldü veya esir alındı. Bir devletin en tabii hakkını kullanması ve Mora’da yapılanlara küçük bir karşılık olan bu hareket, Avrupa’da büyük akisler uyandırdı. Lord Byron ve Victor Hugo gibi şairler, Beethoven gibi bestekarlar, ressamlar, gazeteciler, acıklı eserlerle Sakız isyanının bastırılmasını terennüm ettiler. Avrupa’da Türkler’in barbarlığı üzerinde uzun boylu sözler söylendi.

Kaptan-ı Derya Ali Paşa’nın oğlu, yani büyükbabamım büyükbabası Mehmet Ali Bey birkaç padişaha hizmet etmiş ve Sultan Abdülmecid’in başmabeyincilik (genel sekreterlik) görevini üstlenmiştir.

Mehmet Ali Bey’in oğlu, yani büyükbabamın babası Eşref Cafer Bey, Galatasaray ve Mülkiye’yi bitirdikten sonra Sorbon Üniversitesi’nde okumuş, 6 lisan öğrenmiş, Mülkiye’de öğretmenlik yapmış, çeşitli Kafkas ülkelerinde ve Hindistan’da Konsolosluk görevlerini sürdürmüş ve Balkan Savaşı yıllarında Hint müslümanlarından Türkiye’ye önemli yardımlar sağlamıştır.

Eşref Cafer Bey’in oğlu, yani büyükbabam Ali Cevat Mahruki , Macaristan’da okumuş ve yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin genç inşaat mühendislerinden biri olarak pek çok projeye imza atmıştır. Kurucularından biri olduğu Garanti Bankası’nın kuruluşundan 1952 yılına kadar idare meclisi üyeliği yapmıştır.

Ali Cevat Mahruki’nin oğlu, yani babam Cafer Cem Mahruki, Türkiye’nin en iyi para koleksiyoncularından biridir ve Türk Nümismatik Derneği başkanıdır.

Cem Mahruki’nin oğlu Ali Nasuh Mahruki ise, hayatı boyunca taşıdığı kana ve mensup olduğu aileye layık olmaya, layık yaşamaya çalışan, tuttuğunu da koparan ancak ne yazık ki çok haksızlığa uğradığını düşünen, eskilerin deyimiyle nev-i şahsına münhasır bir adamdır.

Aslında bütün hikâye bu kadar basit…

VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR sayfa 31 – 34