Dağcı gerçeklikle hayal arasında bir yerde kalır

Bir şeyler hissediyorsun, görüyorsun ama o gördüklerin gerçek değil ve sen bunun farkında değilsin. Yani gördüğünün son derece gerçek olduğun zannediyorsun ve halüsinasyon içerisinde yaşıyorsun. Güvenli olabilmek için algılarının ve melekelerinin en üst düzeyde açık olması gereken tehlikeli bir yerdesin ve bu zihinsel yanılsamalarla kendini başka bir yerde olduğunu farz ederek hareket ediyorsun.

K2’den inerken halüsinasyon gördüğünüzü söylüyorsunuz. Bunlar nasıl halüsinasyonlardı ve bu durumu diğer tırmanışlarda da yaşadınız mı?

Halüsinasyon çok enteresan bir mekanizmadır. Normal şartlarda ve normal yaşamda böyle bir şey yoktur. Lakin yüksek irtifa dağcılığında var. Oksijen oranının düşük olması nedeniyle dağcılarda aşırı efor harcamaya bağlı olarak bir takım mental bozulmalara yol açabiliyor. Dağcı gerçeklikle hayal arasında bir yerde kalır. Bir şeyler hissediyorsun, görüyorsun ama o gördüklerin gerçek değil ve sen bunun farkında değilsin. Yani gördüğünün son derece gerçek olduğun zannediyorsun ve halüsinasyon içerisinde yaşıyorsun. Güvenli olabilmek için algılarının ve melekelerinin en üst düzeyde açık olması gereken tehlikeli bir yerdesin ve bu zihinsel yanılsamalarla kendini başka bir yerde olduğunu farz ederek hareket ediyorsun. Benim başıma gelen halüsinasyonlar her seferinde beni güvenli ortamda tutacak şekildeydi. 1998’deki tırmanışım Lhotse’de dönüş yolunda başıma geldi. Kafamda inmem gerektiğini biliyorum. Ama nereye indiğimin farkında değilim. Kendimi başka bir yerde zannediyordum. Hemen ileride bir yerde bir kulübe ve limonata var. “Ha gayret oraya gidince bu limonatayı içeceksin” gibi bir hayal vardı kafamda. Normalde ne orda öyle bir kulübe ne limonata var. Tek şey inmem lazım ve oraya gidebilirsem kurtulacağım.

K2’de benzer bir şey yaşamışsınız sanırım.

K2’de de hareket edemez hale geldim. Vücudumun bütün enerjisi gitti ve kendimden geçtim. Dik bir buzuldayım ve yamaçta durabileceğim yer de yok. Ya bir yere bağlı olmam gerekiyordu ya da sürekli hareket halinde olmalıydım. İşte ben tam bu yerde hareket edecek enerjim bitti. Kazmayı yamaca saplayıp onun üzerine yattım ve o halde bir gece geçirdim. Oradaki halüsinasyon ise şuydu, “Şimdi birileri gelecek, İstanbul’dan arkadaşlarım yanıma geliyor. Bana sıcak çorba, çay gibi şeyler getiriyorlar.” Kısacası benim halüsinasyonlarım beni hayatta tutmaya yönelik halüsinasyonlardı. O yönden şanslıydım diyebilirim.

 

Dikey Limit, Kuzey Yamacı gibi filmler mevcut. Tırmanırken bu filmlerin sahnesi gözünüzün önüne geldiği oluyor mu? Mesela ben yüzerken Jaws filmleri aklıma geliyor ve bu de beni tedirgin ediyor.

(Gülüyor) Ben de böyle bir şey olmuyor da tırmanışlarla ilgili filmleri seyrederken kendi yaptığım tırmanışlar akılama geliyor. Bir de neyin olup neyin olamayacağını bildiğim için abartılı sahneleri ayırabiliyorum.

 

Özellikle de Kuzey Yamacı filmi fazlasıyla etkileyiciydi.

Evet evet.

 

Her bir tırmanışınız film tadında. Bu tırmanışlarınızın filme aktarılmasını ister misiniz?

Aslında ben Everest’in de,  K2’nin de tırmanışını belgesel yaptım. Bir sürü fotoğraf sergisi açtım.

 

Başka bir yönetmen tarafından çekilmesini ister misiniz?

Tabii neden olmasın.

 

Motosikletle çok uzaklara yolculuklar yapıyorsunuz. Nerelere gittiniz ve zor olmuyor mu?

Nereye gidip ve ne kadar kalacağımıza karar veriyoruz ve yola çıkıyoruz. Buna karar verdikten sonra gerisi kolay. Yanımızda hangi malzemeleri götüreceğimizi ve bir tane yeni baskı rehber kitabı alıyoruz. Aslında en önemli ayrıntı bu bence, yeni baskı olacak. Dünyada 25 senedir var rehber kitaplar. Hangi ülkeye gitmek istiyorsan rehber kitapları var. Ne yenir, ne içilir, tarihi, doğası vs her şeyi yazar. İstanbul’dan Katmandu’ya gidip geldim. 4 ay süren bir yolculuktu ve 21 bin kilometre yol kat ettim. Nepal, Hindistan, Pakistan, Tibet, Bhutan, Sıkkım gibi ülkelere motosiklet seyahatleri yaptım. Çok da keyif alıyorum. Zaten şehirde de ulaşım için motosikleti tercih ediyorum. İstanbul için en ideali scooter bence.

 

Sizin Gölcük’te yaşadığınız bir kurtarma yazınızı okudum ve çok etkilendim. 14-15 yaşlarındaki bir çocuğu sıkıştığı yerden çıkarabilmek için çabanızı, 6 gün boyunca 5 saat uyuduğunuzu ve o anların sizi çok fazla etkilediğini söylüyorsunuz.

Ben aslında o günleri ve depremle ilgili anılarımı hatırlamak istemiyorum. Zaten hiç de hatırlamıyorum, aklıma getirmiyorum. Hepimizin hazırlıksız yakalandığı, gerçekten çok zor bir dönemdi ve çok ağır bir süreçti. Zaten 17 Ağustos depremiyle ilgili sadece bir tane makale yazdım. O da bu bahsettiğin yazı. O deprem, orada yaşadıklarımız, o imkansız mücadele, o korkunç çaresizliğin içerisinde birilerine çare, umut olmaya aç, susuz, uykusuz günlerce çabalamamız hepimizi çok sarstı, çok hırpaladı. Ama o enkazların altından kurtardığımız, ölümün elinden çekip aldığımız 220 can her şeye ama her şeye değerdi.

 

Bir yaşam kurtarırken neler yaşıyorsunuz?

Ben bu hayatta çok zor ve değerli işler başardım. Dünyanın en zor, en tehlikeli dağlarından bazılarına tırmandım, Birçok ilk tırmanışlar yaptım, bazıları henüz Türkiye’den hala tekrarlanmadı, motosikletimle uzak ülkelere gittim, on binlerce kilometre yol yaptım, çeşitli vesilelerle 80 kadar ülke görme şansım oldu, 7 kıtaya da gittim, ülkemi uluslararası rekabetin değişik alanlarında en iyi şekilde temsil etmeye çalıştım ama bunların hiç birini bir tane hayat kurtarmayla karşılaştırmamam. Hepsini üst üste koysanız da karşılaştıramazsınız. Çünkü milyarlar kere milyarlar koysanız da yine de bitmiş bir hayatı geri çeviremezsiniz. Eğer birisine bir fayda sağlamak istiyorsak bunu yaşarken yapacağız. Ölümden sonra çok geç. Ölüm son nokta ve ondan sonra müdahale etme gücümüz yok. Bu nedenle arama kurtarmada başarılı olabilmek ve bir canı daha ölümün elinden çekip alabilmek için, bazen çok zor ve çok tehlikeli şartlar altında kendimizi parçalarcasına mücadele ediyoruz ve ölümden hızlı davranmaya çalışıyoruz.

 

Bir hayatı kurtarırken kendi canınızı tehlikeye atıyorsunuz…

Hayatın olduğu bir yerde ölüm de vardır, bunun farkındayım. Kendi adıma ölümü de yaşam gibi doğal kabul ediyorum. Ama genç ölümler, zamansız ölümler ve aslında engellenebilecek ölümler içimi çok acıtıyor. Giden bu güzel yaşamdan geri kalıyor ve aslında yapabileceği, yaşayabileceği sonsuz bir potansiyeli yitiriyor. Ölen kişinin dünyayla bağı kopuyor, buradaki tüm hesabı, eksiğiyle fazlasıyla sona eriyor. Yine de ölümden sonra buradan daha anlamlı ve değerli, daha başka bir yerde yeni bir hayatın başladığına inanıyorum. Onun için dünyanın artık bir anlamı kalmıyor. Ama yakınları burada, kaybettiklerinin tarifsiz acılarıyla başbaşa kalıyorlar. Hele bir evlat, anne-baba, eş, bir dost kaybetmek çok acı bir şey. Allah kimsenin başına vermesin. Bu acılar bir ömür boyu süren travmalar bırakıyor geride kalanlarda. Bizler kurtardığımız hayatlarla, aslında sadece kurtardığımız insanların hayatına değil, kurtardığımız insanların ailelerinin, sevdiklerinin, yakınlarının, dostlarının da hayatlarına dokunuyoruz ve ben sürecin bu tarafını da çok değerli buluyorum. Pek çoğumuz gibi ben de bu hayatta çok zamansız ve çok erken ölümlerle çok sevdiğim dostlarımı kaybettim ve onlarsız olmanın, hayatımın geri kalanında, çok keyif aldığım paylaşımlarımızın artık olmamasının ne kadar hüzünlü ve ne kadar çaresiz bir durum olduğunu hala içimde hissediyorum. O yüzden bizim motivasyonumuz hem hayatını kurtardığımız insanlar hem de hayatını kurtardığımız insanların dostları, sevdikleridir. Onlara sevdiklerini geri veriyoruz ve bir ömür boyu sürecek acılardan kurtarıyoruz. Bu duyguyu hiçbir şeyle kıyaslayamam…

 

“Sırt çantamı taşıyabildiğim sürece tırmanmaktan vazgeçmeyeceğim”

Sizi en çok zorlayan tırmanış hangisiydi?

K2 Dağı tırmanışı

 

Bu dağda sizi zorlayan neydi?

Dikey Limit filmini gördün mü?

 

Evet gördüm.

İşte oradaki hikâye K2’de geçiyor. 8 bin 611 metre yükseklikte Pakistan ve Çin sınırında yer alıyor. Dünyanın ikinci yüksek dağı ama dünyanın tırmanışı en zor ve riskli dağı kabul ediliyor. O tırmanış hayatımın en zor tırmanışıydı. Birincisi K2’dir, ikincisi de Pobeda tırmanışımdır.

 

Orada nasıl bir zorluk yaşadınız?

Pobeda’da 7 bin metrede 4 kilometrelik bir travers var. Yani dağın bir tarafından çıkıyorsun ve o çıktığın yerden sonra 4 kilometrelik bir sırt hattını geçmen gerekiyor. Ondan sonra da bir 400 metrelik Rusların obelisk dedikleri dik bir tırmanış daha var. Bu dağda dağcı rahatlıkla, kaybolabilir, savrulabilir ve düşebilir ki bu sırt hattında onlarca dağcının cesedi yatıyor.

 

“Ben dağları çok seviyorum ve sırt çantamı taşıyabildiğim süre de tırmanacağım.” Cümlesini nereye kadar yorumlayabiliriz.

Taşıyabildiğim sürece yani (gülüyor) aslında doğaya çıkabildiğim, doğada performans gösterebildiğim sürece. K2’de aldığım risk ölçüsünde bir daha risk alacağımı zannetmiyorum. K2 hayatımda en çok yapmak istediğim tırmanıştı ve istediğim şekilde de tamamladım. Dağlardan kopmadan keyifli, çeşitli tırmanışlar yaparım diye düşünüyorum.

 

Solo tırmanışlar daha tehlikeli duruyor. Peki bunlarda kaybolduğunuz oldu mu?

Solo çok daha zordur ve tehlikelidir elbette çünkü en küçük bir aksilikte yapayalnızsın ve yapayalnız çözmek zorundasın her şeyi ama kaybolduğum hiç olmadı. Solo tırmanışlar riskli olduğu kadar bence rahat da oluyor. Çünkü dağcı her şeyi kendi temposuna göre ayarlıyor. Benim de yüksek bir performansım var yüksek irtifada, bu avantajı iyi kullandım iki solo tırmanışımda da. Bu yüzden daha güvenli hareket ediyor ve hızlı gidiyordum. Ama en küçük bir aksilikte bedelini çok ağır ödersin. Bileğini burksan tek başınasın ve hayati sonuçları olabilir.

 

“Geçmişe değil geleceğe odaklı yaşarım”

Hangi ülkede yaşamak isterdiniz?

Türkiye.

 

İstanbul’da vakit geçirmekten keyif aldığınız mekânlar neresi?

Boğaz, Ortaköy, Bebek, Arnavutköy, İstanbul’un denizi gören her yeri çok güzel. Belgrat Ormanı’nı da söylemem lazım.

 

Tırmanırken en çok keyif aldığınız dağ?..

K2’de olmaktan çok keyif aldım. Benim için çok özel bir hedefti, yıllarca hayalini kurdum hatta hayatımda hiçbir şeyi K2 Dağı’na tırmanmak kadar istememiştim. Tırmanış da çok heyecanlı, çok zor ve çok tehlikeliydi.

 

Size göre en tehlikeli dağ?..

K2 Dağı, zirvesine tırmanan her 3 dağcı için onu deneyenlerin içinden birinin hayatını kaybettiği ve zirvesine ulaşmayı başaran her 8 dağcıdan da birinin geriye dönemediği, objektif tehlikeleri çok yüksek bir dağ. Zaten dünyanın en zor ve tehlikeli dağlarının da başında kabul edilir.

 

Beğendiğiniz kitap ya da yazar?

Çok var. Hermann Hesse, Nikos Kazancakis, Jerzy Kosiski, Richard Bach, Amin Maalouf

 

En beğendiğiniz film?

Çok var.

 

Sizi ne üzer?

Haksızlıklar.

 

Sizi ne mutlu eder?

Yolunda giden her şey.

 

En büyük pişmanlığınız?

Pişmanlıklarına odaklanan biri değilim, geçmişe değil geleceğe odaklı yaşarım. Ama büyük pişmanlıklarım yoktur, ufak tefekleri de dert etmemeyi öğrendim.

 

Yaşamınız boyunca edindiğiniz 3 dost ismi sayabilir misiniz?

Benim dostum diyebileceğim çok insan var Allaha şükür ama isim verip kimseyi alındırmak istemem. Hepsi benim için özeldir ve değerlidir. (Gülüyor)

Hayat kurtarmayı hiçbir şeye değişmem

Dünyanın en başarılı dağcılarından ve Türkiye’de birçok ilke imza atan AKUT’un kurucusu ve başkanı Nasuh Mahruki:

Hayat kurtarmayı hiçbir şeye değişmem

Nasuh Mahruki ismi ülkemizde sürekli başarıyla anılır. Mahruki Sovyet Asya’nın 7 bin metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayan, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanı verilen, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman, Yedi Zirveler projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısıdır.

Mahruki, ayrıca 8 bin metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmanmayı başarabilen ender dağcılardandır. Mahruki Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet seyahatleri yapan seyyahtır da.

Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu AKUT’la 1200’ü aşkın insanın hayatını kurtardığı gibi onun için yukarıda saydığımız başarıların hiçbir ifadesi yok. Mahruki, hayat kurtarmayı hiç bir şeye tercih edemeyeceğini ve değiştiremeyeceğini söylüyor. Mahruki’yle yaptığı sporları, tırmanışlarını, tırmanışlarda yaşadığı zorlukları, motosiklet seyahatlerini, AKUT’u, hedeflerini ve başarılarını konuştuk.

Birçok sporu aynı anda yapıyorsunuz. (dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet) Bu sporların sizde ne gibi etkisi oluyor avantajları ve dezavantajları neler?

Doğuştan getirdiğim özelliklerim ve sonradan kazandığım yeteneklerim gereği, rekabet avantajımın en fazla olduğu dağcılık sporuna ayrı bir önem veriyorum. Benim en üretken ve en başarılı olduğum ve en çok keyif aldığım spor dağcılık. Tabi bu sporların hepsi belirli bir fiziksel yetenek, psikolojik hazırlık, kas beyin koordinasyonu ve spor zekâsı gerektiriyor. Aslında bir insanda bu alanlarda özel bir yetenek varsa ve bir branşta başarılıysa rahatlıkla diğer branşlarda da yine başarılı sonuçlar alabiliyor. Sonuçta bu spor dalları aşağı yukarı, insanın hep benzer kabiliyetlerini kullanmasını gerektiriyor. Bu sporları bilmek birbirlerini çoğunlukla olumlu yönde etkiliyor diyebilirim. Birinde edinilen tecrübe ve yatkınlık diğerlerini de kolaylaştırıyor.

Yaptığınız sporlar uçuk olarak adlandırılıyor. Sizin bu spor dalları seçmenizin nedeni ne?

Çocukluğumdan itibaren doğayla ve hayvanlarla çok sıcak ve rahat ilişki kurdum. Üniversitede ise, 20 yaşında dağcılık ve mağaracılık sayesinde doğada spor yapma fikriyle tanıştım. O sıralar Bilkent Üniversitesi’nde İşletme okuyordum. Yeni kurulmakta olan dağcılık kulübüne adımı yazdırarak denedim ve çok etkilendim, çok hoşuma gitti. İlk andan itibaren tırmanma konusunda yeteneklerimin yüksek olduğunu keşfettim. Dağcılık, tırmanış, dalış, yamaç paraşütü, mağaracılık gibi doğa sporları, üretkenliğimin en güçlü olduğu, kendimi en iyi ifade edebildiğim ve kendi doğama en çok yaklaştığım alanlar. Bu sporlara uzun yıllar bu kadar ağırlık vermemin en önemli sebebi de bu. Hayatıma eşsiz ve çok özel bir anlam ve değer kattılar, yaşamdaki tatminimi ve mutluluğumu çok yukarılara taşıdılar.

Risk ne kadar?

Bu tür sporlar doğası gereği riskli ve tehlikeli sporlardır. Doğa sporlarındaki karmaşık ve çok etkileşimli riskli ve tehlikeli süreçleri yönetebilmeyi öğrenmek kişiye çok farklı kazanımlar getiriyor. Bu bir oyun değil, insan bu tür sporlarda yaralanabilir, sakatlanabilir hatta daha kötüsü de olabilir. Yüksek bir fiziksel kondisyon, dayanıklılık, teknik beceri, zihinsel hazırlık ve içsel bir disiplinle kendinizi yetiştirmeniz ve geliştirmeniz gerekiyor. Takım dinamiklerine sahip iyi bir takım oyuncusu olmak, çevreyi çok iyi gözlemlemek, kritik süreçlerde karar verme becerileri ve liderlik gibi özel beceriler de kazandırıyor kişiye. Bu kabiliyetlerin hepsini beraber kullanmayı ve etrafınızdaki tüm olan biteni, tüm aykırı değişimleri fark edebilmeyi ve süreç içindeki tüm etkileşimlerini hesap etmeyi ve yönetebilmeyi de öğretiyor.

Rakip anlayışınız nasıl, diğer sporlarda olduğu gibi sizde de rekabet var mı?

Dağcılık seyircisi olmayan bir spor. Dağcılar hedeflerine ulaştıklarında onları alkışlayacak, takdir edecek bir salon dolusu, bir stadyum dolusu insan yok etraflarında. Bütün her şey dağcının kendi içinde yaşanıyor ve işte tam da bu yüzden çok anlamlı ve çok özel. Çünkü burada rol yok, taklit yok, yapaylık yok, başkalarının gözüne girmeye çalışmak yok, sadece doğallık ve dağcının yüklediği anlamdan gelen paha biçilmez bir değer var. Hayatı böyle görebiliyorsan ve yaptıklarını sadece sen öylesini istediğin için yapabiliyorsan, o zaman içten ve samimi bir şekilde kendini geliştirmek istiyorsun, dünkü senle bugünkü sen arasında bir fark, bir gelişme olmasını istiyorsun ve her elde ettiğin başarıyla, biraz daha gayret ve özenle daha da iyisini, daha da fazlasını yapabileceğini fark ediyorsun. Bunlar da insanı kendi içinden gelerek motive ediyor. Spor tarafıysa zaten insana çok şey katıyor. Rakibine saygı duymayı ve onunla doğru bir zeminde iletişim kurmayı öğretiyor. Adil rekabeti ve adalet duygusunu geliştiriyor, dürüst kazanmayı ve onurlu kaybetmeyi öğretiyor. Bütün bu kabiliyetler hayata karşı daha doğru bir duruş getiriyor.

Bu sporlara başladığınızda aileniz ve çevreniz nasıl tepkiler verdi. “Ne işin var senin dağlarda diyen oldu mu?”

Ben çevremdekilerin ne dediğine çok da bakan biri değilim. Kendi kararlarımı, üzerinde titizlikle, enine boyuna düşünerek veririm. Bir karar verdikten sonra da o kararıma bağlı kalırım. Yakın çevremdekiler de kişiliğimin bu tarafını bildikleri için çok da karışmazlar. İlk zamanlarda ailem, arkadaşlarım Türkiye’de yapılmamış, denenmemiş tırmanışları zorladığım için tabi ki endişe ediyorlardı ama hiç engel olmaya kalkışmadılar. Çocukluğumdan itibaren babamda şu inanç vardı hep; “Nasuh bir şeyi kafasına taktığı zaman muhakkak yapar ama eğer şartlar gereği geri dönmesi gerekirse de o geri dönmesi gereken yeri bilir ve öyle yapar, anlamsız yere kendini zorlamaz.” Bu tür bir güven ilişkimiz oldu her zaman. En büyük avantajım da o oldu zaten, ailem tutkularıma engel olmaya kalkmadı hiçbir zaman.

Ailem tutkularıma engel olmadı

Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanını aldınız. Bunu başarabilmek için de 5 tane büyük dağa tırmandınız. Bunu nasıl başardınız ve bu unvanı alabilmek ne gibi zorluklar yaşadınız?

Üniversitede okuduğum dönemlerde yani 22-23 yaşlarımda en büyük hayalim Türkiye’nin ilk 8 bin metreden yüksek tırmanışını yapan dağcı olmaktı. O dönemlerde bizim okula misafir profesör olarak Dimitri Korotkin isimli Rus bir hoca gelmişti. Ben de dağcılık yaptığımız kulübün başkanıyım. Dimitri ülkesinde dağcılık yapıyormuş, Bilkent’e gelince okulda bizim kulübü buldu ve tanışmaya geldi. Tanıştık, konuştuk bayağı da iyi anlaştık. Benim mezun olduğum yaz, Saint Petersburg’daki dağcılık kulüplerinin Tien Shan dağlarındaki 7010 metrelik Khan Tengri dağına tırmanışa gideceklerinden bahsetmişti. Benim hayalini kurduğum 8000 metrelik dağlara başlangıç için harika bir fırsattı bu ve onu tam aradığım sırada kendi kendine karşıma çıktı. “Ben de katılabilir miyim bu tırmanışa?” teklifinde bulundum o da kabul etti. Böyle bir tırmanış için bedava bir paraya, 500 dolara, Terskey Ala Too bölgesinde, 1 aylık kendi içlerindeki ileri seviye bir eğitim programları da dahil olmak üzere 2 ay boyunca Ruslarla Kazakistan ve Kırgızistan’da dağlara tırmandım. Benim için inanılmaz bir tecrübeydi. Çünkü ondan önce Türkiye’de çıktığım en yüksek dağlar Erciyes ve Kaçkar dağlarıydı ki, 4000 metreden biraz daha alçak bu dağlardan sonra bir anda 3 bin metre daha yüksekliğe 7000 metreye tırmandım. Benim açımdan bulunmaz bir deneyim ve harika başlangıç oldu. İlk defa bu kadar yükseğe tırmanıyordum ve henüz 24 yaşındayım. Orada güçlü ve becerikli Rus dağcılarla tanışınca, tabiî ki Kar Leoparı unvanından da haberdar oldum. Khan Tengri dağındaki başarılı ve çok keyif aldığım tırmanışın ardından da Kar Leoparı unvanını almaya karar verdim. İki senede 1993-1994 yazlarında da kalan tırmanışları tamamladım. En son Pobeda’ya çıktım, ki Pobeda, dünyanın en kuzeyindeki 7000 metreden yüksek dağ. Son derece zorlu ve tehlikeli bir tırmanışı var ve zirvesine ulaşan her 6 dağcı için 1 dağcının öldüğü, ürkütücü bir istatistiğe sahip. Bu tırmanışı çok iyi hazırlanarak ve çok iyi aklimatize giderek solo, yani tek başına tırmandım ve Türkiye’nin de en yüksek solo tırmanışını yapan dağcısı oldum ve bu tırmanışımla da seriyi tamamladım ve Kar Leoparı unvanını aldım. Hatta bu solo tırmanışımdan Ruslar ve Kazaklar da çok etkilendiler ve ana kampta kaldığım 18 gün için yemek, içmek, konaklama, tırmanış için benden hiç para almadılar. Bu tabi bana büyük bir özgüven getirdi ve daha fazlasını yapabileceğime inandım. Dedim ki şimdi sıra geldi 8 bin metrelik tırmanışa. Ondan sonra da Everest’e gittim.

Everest’e tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman dağcısınız. Bu durum sizde ne gibi etkilere neden oldu. Everest ulaşılmaz mıdır?

Aslında Everest ulaşılmaz değil. Everest’e artık her sene yaklaşık 500 dağcı tırmanıyor. O yüzden artık Everest’in çok da büyük bir prestiji kalmadı. Sizin dediğiniz o ulaşılmazlık eskidendi. Çünkü müthiş zorluklar vardı. İlk 1953’te tırmanıldı. O zamanlar büyük bir bilinmezlik mevcuttu. 95-96 yılından sonra, hele 2000’lerde gelişen ticari ekspedisyonlar ve yeni anlayışla birlikte pek çok iyi hazırlanmış ama profesyonel olmayan dağcı da Everest Dağı’na tırmanma imkanı bulmaya başladı. Geçen sene, ilk tırmanışımdan 15 yıl sonra Everest’e bir kere daha tırmandım. 95’te tırmandığımda zirvede 20 dakika bir tek ben vardım ve zirvede yapayalnızdım, olağanüstü bir deneyimdi. AKUT’un Antalya Ekibi lideri sevgili Yılmaz Sevgül’le birlikte geçen sene zirvede 50 – 60 dağcıyla birlikteydik. Şimdilerin şartlarıyla Everest’e tırmanmak çok daha kolay diyebilirim.

1.5 milyarlık İslâm aleminde ilk olmak benim için önemli

Everest Dağı’nı sizde daha önemli kalan nedir?

Everest Dağı’na, dünyanın en yüksek dağına tırmanmayı başaran ilk Müslüman dağcı olmayı şu nedenle önemsiyorum. Türkiye’nin nüfusu 75 milyon, dünyadaki İslam alemi ise toplamda 59 ülkeyi ve 1.5 milyarı aşan bir nüfusu ifade ediyor. 1.5 milyarda ilk olmak ve bizden çok daha köklü bir dağcılık geleneği olan İranlı ve Pakistanlı dağcılardan önce bunu başarmış olmak çok daha değerli.

“8150 metrede bayıldım ve geceyi öyle geçirdim”

“İşte şimdi bittim” umutsuzluğunuza kapıldığınız oldu mu?

Bittim dediğim olmadı ama yorgunluktan bayıldığım oldu. Zaten ben, ‘bittim’ diyenlerden değilim. Ne olursa olsun, ben buradan nasıl çıkabilirim düşüncesini hiçbir zaman kaybetmem. K2 Dağı’na 1999 ve 1998 yıllarında hiç kimse tırmanamamıştı, 1997 yılında da bizim çıktığımız Abruzzi sırtı rotasından çıkış yapılamamıştı. İki İtalyan, bir Brezilyalı ve benden oluşan 4 kişilik ekibimizle son 4 yılın ilk tırmanışını yapmıştık bu sırt hattı üzerinden. Ancak tırmanış bizi beklediğimizden çok zorlamış ve çok geç bitmişti. K2’de çok geç bir saatte hava karardıktan sonra zirveden dönerken yorgunluktan, açlıktan, susuzluktan ve oksijensizlikten hepimiz bitmiş ve dönüş yolunda birbirimizi de kaybedip dağın 8200 metrelerinde bir gece açıkta gecelemek zorunda kalmıştık. Üstüne üstlük bir de son kampımızı fırtına nedeniyle kaybettiğimiz için kaz tüyü elbisemi ve kaz tüyü eldivenlerimi de yitirmiştim. Son derece yetersiz malzemeyle, dünyanın en tehlikeli dağında, 8150 metrede, 50-55 derece eğimli dik, buzdan bir yüzeyde, sapladığım kazmamın ve yandan tutturduğum kramponlarımın üzerinde bir gece kelimenin tam anlamıyla can çekiştim ama kendimi hiç bırakmadım ve hep sabah olacak, tekrar güneş doğacak ve sen buradan aşağıya ineceksin diye kendimi şartlandırdığımı hatırlıyorum.

Tüpsüz tırmanmayı da denediniz lakin yarım kaldı…

Ben Everest’ten başka hiçbir tırmanışımda oksijen kullanmadım. K2’de buna dahildir. Everest’e ilk tırmandığımda 8 bin 600’e kadar oksijensiz çıktım. Bir B planı olarak oksijen tüpünü yine de sırtımda taşıdım. İşler çok kötü giderse oksijen kullanacağım diyordum ve ne yazık ki ayak parmaklarımı ısıtamadım, neredeyse donduracaktım yine. Çünkü Kar Leoparı unvanını alırken bir kaç defa dondurmuştum ayak parmaklarımı, bu yüzden de soğuğa karşı hassasiyetim çok fazlaydı. Dolayısıyla parmaklarımı kaybetmemek için sırtımda taşıdığım oksijen tüpünü çıkardım ve kullandım. Aslında tempom gayet iyiydi ama parmaklarımın hassasiyeti korktuğum gibi beni engelledi. Tek sorunum vücudumu ısıtamamaktı. Geçen seneki tırmanışta da muson sezonu tam 1 ay geç geldi Himalayalara çok geç geldi ve bunun neticesinde de yüksek irtifadaki rüzgârlar dinmedi. Sürekli rüzgâr altında tırmanmak zorunda kaldık ve gene çok üşüdük. Yine parmaklarımı ısıtamadım ve dondurmamak için bu sefer de 8 bin 500 metrede de oksijene geçtim.

Yeniden deneyecek misiniz?

Koşullar uygun olursa ve sponsorluk olursa bir kez daha deneyebilirim.

Dünyanın tepesine (Everest’e) çıktığında nasıl bir his yaşadınız?

Orada bir ihtişam var ve bu ihtişam sizi oraya çekiyor. O ihtişamın bir parçası olmak ve bu deneyimi yaşamak bambaşka bir duygu. Zor, tehlikeli, zahmetli, kendine göre çok özel koşulların olması tırmanışı daha cazip hale getiriyor. Hem ihtişamlı hem de oraya ulaşabilmek çok büyük fedakarlık yapmayı gerektiriyor. Zoru başarmak insanı çok daha fazla mutlu eder. Ne kadar zorsa elde edilen başarı, o kadar da büyük bir tatmin duygusu getirir. Everest’in zirvesinde o yapayalnız geçirdiğim 20 dakika içinde, karmakarışık duygular içinde ama tarifsiz bir mutluluk duygusuyla hüngür hüngür ağlamıştım. Ben şu (bahçeyi gösteriyor) yeşili seyretmekten dahi çok büyük keyif alıyorum. Gözüm yeşili, denizi, dağları, gökyüzünü görsün yeterli benim için. Hele bir de içine girebilirsem, orada olabilirsem tadından yenmez…

AKUT gönüllüler sayesinde büyüyor

AKUT çalışmalarınız nasıl gidiyor?

AKUT maşaallah çok iyi gidiyor. AKUT’u hayallerimizin ötesinde bir yere getirdik. Türk Milleti’nin AKUT’a sahip çıkmasıyla ve bazen gönüllü olarak bazen de dışarıdan destek vererek bizi bağrına basmasıyla oldu. Biz AKUT’u yıllar önce dağcı arkadaşlarımla beraber 7 kişi kurduk. AKUT’u kurmaya karar verdiğimizde ben daha 26 yaşındaydım bugün 43 yaşımdayım ve bir gün bile gevşemeden çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Yıllar içerisinde AKUT bir arama kurtarma takımından Türkiye’nin en etkin çalışan sivil toplum kuruluşlarından birine doğru evrildi. Bu, aramıza katılan yeni gönüllülerle birlikte oldu. AKUT’un bugün bir arama kurtarma derneği, bir spor kulübü, bir yayınevi, üniversitelerde öğrenci toplulukları ve daha yeni kurduğumuz bir vakfı var. Bütün bu yapılanmalar AKUT ailesiyle, AKUT gönüllüleri sayesinde yürütülüyor.

Bu başarıyı neye bağlayabiliriz?

Bu ülkede vatanını karşılıksız koşulsuz milyonlarca insan var. Bu insanlar hizmet etmek adına uygun bir çatı bulamıyorlar. İşte sivil toplum kuruluşları da bu çatıları oluşturuyor. AKUT da bir çok faaliyetler göstererek bu açığı kapatıyor. Biz çöp toplama organizasyonlarının yanında okul boyama, muhtaçlara erzak dağıtma, arama kurtarma da yapıyoruz ki bu bizim en iyi yaptığımız şey. Bugüne kadar 900 küsur operasyonda 1235 insan hayatını kurtardık. Üniversite topluluklarıyla birlikte bir çok aktivitelere imza atıyoruz. Kan bağışı, huzurevi ziyaretleri, sokak hayvanlarıyla ilgili bir takım rehabilitasyon çalışmaları yapıyoruz. Seminerler, eğitimler, kitapçıklar, fotoğraf sergileriyle bunları paylaşıyoruz. Bir yurttaşlık sorumluluğu projesine dönüştü ve yeni katılan arkadaşlarla gelişiyor ve yeni ekipler kuruyoruz. Bu giderek de artıyor ve büyüyor.

Todosk Dergisi

Dünyanın en başarılı dağcılarından ve Türkiye’de birçok ilke imza atan AKUT’un kurucusu ve başkanı Nasuh Mahruki:

Hayat kurtarmayı hiçbir şeye değişmem

Nasuh Mahruki ismi ülkemizde sürekli başarıyla anılır. Mahruki Sovyet Asya’nın 7 bin metreden yüksek beş tırmanışını da tamamlayan, Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanı verilen, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman, Yedi Zirveler projesini tamamlayan dünyanın en genç dağcısıdır.

Mahruki, ayrıca 8 bin metreden yüksek Cho Oyu, Lhotse ve K2 dağlarına oksijen desteksiz olarak tırmanmayı başarabilen ender dağcılardandır. Mahruki Türkiye, İran, Pakistan, Hindistan, Nepal, Sıkkım, Tibet, Bhutan ve Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde motosiklet seyahatleri yapan seyyahtır da.

Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu AKUT’la 1200’ü aşkın insanın hayatını kurtardığı gibi onun için yukarıda saydığımız başarıların hiçbir ifadesi yok. Mahruki, hayat kurtarmayı hiç bir şeye tercih edemeyeceğini ve değiştiremeyeceğini söylüyor. Mahruki’yle yaptığı sporları, tırmanışlarını, tırmanışlarda yaşadığı zorlukları, motosiklet seyahatlerini, AKUT’u, hedeflerini ve başarılarını konuştuk.

Birçok sporu aynı anda yapıyorsunuz. (dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, aletli dalış, motor sporları, yelken ve bisiklet) Bu sporların sizde ne gibi etkisi oluyor avantajları ve dezavantajları neler?

Doğuştan getirdiğim özelliklerim ve sonradan kazandığım yeteneklerim gereği, rekabet avantajımın en fazla olduğu dağcılık sporuna ayrı bir önem veriyorum. Benim en üretken ve en başarılı olduğum ve en çok keyif aldığım spor dağcılık. Tabi bu sporların hepsi belirli bir fiziksel yetenek, psikolojik hazırlık, kas beyin koordinasyonu ve spor zekâsı gerektiriyor. Aslında bir insanda bu alanlarda özel bir yetenek varsa ve bir branşta başarılıysa rahatlıkla diğer branşlarda da yine başarılı sonuçlar alabiliyor. Sonuçta bu spor dalları aşağı yukarı, insanın hep benzer kabiliyetlerini kullanmasını gerektiriyor. Bu sporları bilmek birbirlerini çoğunlukla olumlu yönde etkiliyor diyebilirim. Birinde edinilen tecrübe ve yatkınlık diğerlerini de kolaylaştırıyor.

Yaptığınız sporlar uçuk olarak adlandırılıyor. Sizin bu spor dalları seçmenizin nedeni ne?

Çocukluğumdan itibaren doğayla ve hayvanlarla çok sıcak ve rahat ilişki kurdum. Üniversitede ise, 20 yaşında dağcılık ve mağaracılık sayesinde doğada spor yapma fikriyle tanıştım. O sıralar Bilkent Üniversitesi’nde İşletme okuyordum. Yeni kurulmakta olan dağcılık kulübüne adımı yazdırarak denedim ve çok etkilendim, çok hoşuma gitti. İlk andan itibaren tırmanma konusunda yeteneklerimin yüksek olduğunu keşfettim. Dağcılık, tırmanış, dalış, yamaç paraşütü, mağaracılık gibi doğa sporları, üretkenliğimin en güçlü olduğu, kendimi en iyi ifade edebildiğim ve kendi doğama en çok yaklaştığım alanlar. Bu sporlara uzun yıllar bu kadar ağırlık vermemin en önemli sebebi de bu. Hayatıma eşsiz ve çok özel bir anlam ve değer kattılar, yaşamdaki tatminimi ve mutluluğumu çok yukarılara taşıdılar.

Risk ne kadar?

Bu tür sporlar doğası gereği riskli ve tehlikeli sporlardır. Doğa sporlarındaki karmaşık ve çok etkileşimli riskli ve tehlikeli süreçleri yönetebilmeyi öğrenmek kişiye çok farklı kazanımlar getiriyor. Bu bir oyun değil, insan bu tür sporlarda yaralanabilir, sakatlanabilir hatta daha kötüsü de olabilir. Yüksek bir fiziksel kondisyon, dayanıklılık, teknik beceri, zihinsel hazırlık ve içsel bir disiplinle kendinizi yetiştirmeniz ve geliştirmeniz gerekiyor. Takım dinamiklerine sahip iyi bir takım oyuncusu olmak, çevreyi çok iyi gözlemlemek, kritik süreçlerde karar verme becerileri ve liderlik gibi özel beceriler de kazandırıyor kişiye. Bu kabiliyetlerin hepsini beraber kullanmayı ve etrafınızdaki tüm olan biteni, tüm aykırı değişimleri fark edebilmeyi ve süreç içindeki tüm etkileşimlerini hesap etmeyi ve yönetebilmeyi de öğretiyor.

Rakip anlayışınız nasıl, diğer sporlarda olduğu gibi sizde de rekabet var mı?

Dağcılık seyircisi olmayan bir spor. Dağcılar hedeflerine ulaştıklarında onları alkışlayacak, takdir edecek bir salon dolusu, bir stadyum dolusu insan yok etraflarında. Bütün her şey dağcının kendi içinde yaşanıyor ve işte tam da bu yüzden çok anlamlı ve çok özel. Çünkü burada rol yok, taklit yok, yapaylık yok, başkalarının gözüne girmeye çalışmak yok, sadece doğallık ve dağcının yüklediği anlamdan gelen paha biçilmez bir değer var. Hayatı böyle görebiliyorsan ve yaptıklarını sadece sen öylesini istediğin için yapabiliyorsan, o zaman içten ve samimi bir şekilde kendini geliştirmek istiyorsun, dünkü senle bugünkü sen arasında bir fark, bir gelişme olmasını istiyorsun ve her elde ettiğin başarıyla, biraz daha gayret ve özenle daha da iyisini, daha da fazlasını yapabileceğini fark ediyorsun. Bunlar da insanı kendi içinden gelerek motive ediyor. Spor tarafıysa zaten insana çok şey katıyor. Rakibine saygı duymayı ve onunla doğru bir zeminde iletişim kurmayı öğretiyor. Adil rekabeti ve adalet duygusunu geliştiriyor, dürüst kazanmayı ve onurlu kaybetmeyi öğretiyor. Bütün bu kabiliyetler hayata karşı daha doğru bir duruş getiriyor.

Bu sporlara başladığınızda aileniz ve çevreniz nasıl tepkiler verdi. “Ne işin var senin dağlarda diyen oldu mu?”

Ben çevremdekilerin ne dediğine çok da bakan biri değilim. Kendi kararlarımı, üzerinde titizlikle, enine boyuna düşünerek veririm. Bir karar verdikten sonra da o kararıma bağlı kalırım. Yakın çevremdekiler de kişiliğimin bu tarafını bildikleri için çok da karışmazlar. İlk zamanlarda ailem, arkadaşlarım Türkiye’de yapılmamış, denenmemiş tırmanışları zorladığım için tabi ki endişe ediyorlardı ama hiç engel olmaya kalkışmadılar. Çocukluğumdan itibaren babamda şu inanç vardı hep; “Nasuh bir şeyi kafasına taktığı zaman muhakkak yapar ama eğer şartlar gereği geri dönmesi gerekirse de o geri dönmesi gereken yeri bilir ve öyle yapar, anlamsız yere kendini zorlamaz.” Bu tür bir güven ilişkimiz oldu her zaman. En büyük avantajım da o oldu zaten, ailem tutkularıma engel olmaya kalkmadı hiçbir zaman.

Ailem tutkularıma engel olmadı

Rusya Dağcılık Federasyonu tarafından ‘Kar Leoparı’ unvanını aldınız. Bunu başarabilmek için de 5 tane büyük dağa tırmandınız. Bunu nasıl başardınız ve bu unvanı alabilmek ne gibi zorluklar yaşadınız?

Üniversitede okuduğum dönemlerde yani 22-23 yaşlarımda en büyük hayalim Türkiye’nin ilk 8 bin metreden yüksek tırmanışını yapan dağcı olmaktı. O dönemlerde bizim okula misafir profesör olarak Dimitri Korotkin isimli Rus bir hoca gelmişti. Ben de dağcılık yaptığımız kulübün başkanıyım. Dimitri ülkesinde dağcılık yapıyormuş, Bilkent’e gelince okulda bizim kulübü buldu ve tanışmaya geldi. Tanıştık, konuştuk bayağı da iyi anlaştık. Benim mezun olduğum yaz, Saint Petersburg’daki dağcılık kulüplerinin Tien Shan dağlarındaki 7010 metrelik Khan Tengri dağına tırmanışa gideceklerinden bahsetmişti. Benim hayalini kurduğum 8000 metrelik dağlara başlangıç için harika bir fırsattı bu ve onu tam aradığım sırada kendi kendine karşıma çıktı. “Ben de katılabilir miyim bu tırmanışa?” teklifinde bulundum o da kabul etti. Böyle bir tırmanış için bedava bir paraya, 500 dolara, Terskey Ala Too bölgesinde, 1 aylık kendi içlerindeki ileri seviye bir eğitim programları da dahil olmak üzere 2 ay boyunca Ruslarla Kazakistan ve Kırgızistan’da dağlara tırmandım. Benim için inanılmaz bir tecrübeydi. Çünkü ondan önce Türkiye’de çıktığım en yüksek dağlar Erciyes ve Kaçkar dağlarıydı ki, 4000 metreden biraz daha alçak bu dağlardan sonra bir anda 3 bin metre daha yüksekliğe 7000 metreye tırmandım. Benim açımdan bulunmaz bir deneyim ve harika başlangıç oldu. İlk defa bu kadar yükseğe tırmanıyordum ve henüz 24 yaşındayım. Orada güçlü ve becerikli Rus dağcılarla tanışınca, tabiî ki Kar Leoparı unvanından da haberdar oldum. Khan Tengri dağındaki başarılı ve çok keyif aldığım tırmanışın ardından da Kar Leoparı unvanını almaya karar verdim. İki senede 1993-1994 yazlarında da kalan tırmanışları tamamladım. En son Pobeda’ya çıktım, ki Pobeda, dünyanın en kuzeyindeki 7000 metreden yüksek dağ. Son derece zorlu ve tehlikeli bir tırmanışı var ve zirvesine ulaşan her 6 dağcı için 1 dağcının öldüğü, ürkütücü bir istatistiğe sahip. Bu tırmanışı çok iyi hazırlanarak ve çok iyi aklimatize giderek solo, yani tek başına tırmandım ve Türkiye’nin de en yüksek solo tırmanışını yapan dağcısı oldum ve bu tırmanışımla da seriyi tamamladım ve Kar Leoparı unvanını aldım. Hatta bu solo tırmanışımdan Ruslar ve Kazaklar da çok etkilendiler ve ana kampta kaldığım 18 gün için yemek, içmek, konaklama, tırmanış için benden hiç para almadılar. Bu tabi bana büyük bir özgüven getirdi ve daha fazlasını yapabileceğime inandım. Dedim ki şimdi sıra geldi 8 bin metrelik tırmanışa. Ondan sonra da Everest’e gittim.

Everest’e tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman dağcısınız. Bu durum sizde ne gibi etkilere neden oldu. Everest ulaşılmaz mıdır?

Aslında Everest ulaşılmaz değil. Everest’e artık her sene yaklaşık 500 dağcı tırmanıyor. O yüzden artık Everest’in çok da büyük bir prestiji kalmadı. Sizin dediğiniz o ulaşılmazlık eskidendi. Çünkü müthiş zorluklar vardı. İlk 1953’te tırmanıldı. O zamanlar büyük bir bilinmezlik mevcuttu. 95-96 yılından sonra, hele 2000’lerde gelişen ticari ekspedisyonlar ve yeni anlayışla birlikte pek çok iyi hazırlanmış ama profesyonel olmayan dağcı da Everest Dağı’na tırmanma imkanı bulmaya başladı. Geçen sene, ilk tırmanışımdan 15 yıl sonra Everest’e bir kere daha tırmandım. 95’te tırmandığımda zirvede 20 dakika bir tek ben vardım ve zirvede yapayalnızdım, olağanüstü bir deneyimdi. AKUT’un Antalya Ekibi lideri sevgili Yılmaz Sevgül’le birlikte geçen sene zirvede 50 – 60 dağcıyla birlikteydik. Şimdilerin şartlarıyla Everest’e tırmanmak çok daha kolay diyebilirim.

1.5 milyarlık İslâm aleminde ilk olmak benim için önemli

Everest Dağı’nı sizde daha önemli kalan nedir?

Everest Dağı’na, dünyanın en yüksek dağına tırmanmayı başaran ilk Müslüman dağcı olmayı şu nedenle önemsiyorum. Türkiye’nin nüfusu 75 milyon, dünyadaki İslam alemi ise toplamda 59 ülkeyi ve 1.5 milyarı aşan bir nüfusu ifade ediyor. 1.5 milyarda ilk olmak ve bizden çok daha köklü bir dağcılık geleneği olan İranlı ve Pakistanlı dağcılardan önce bunu başarmış olmak çok daha değerli.

“8150 metrede bayıldım ve geceyi öyle geçirdim”

“İşte şimdi bittim” umutsuzluğunuza kapıldığınız oldu mu?

Bittim dediğim olmadı ama yorgunluktan bayıldığım oldu. Zaten ben, ‘bittim’ diyenlerden değilim. Ne olursa olsun, ben buradan nasıl çıkabilirim düşüncesini hiçbir zaman kaybetmem. K2 Dağı’na 1999 ve 1998 yıllarında hiç kimse tırmanamamıştı, 1997 yılında da bizim çıktığımız Abruzzi sırtı rotasından çıkış yapılamamıştı. İki İtalyan, bir Brezilyalı ve benden oluşan 4 kişilik ekibimizle son 4 yılın ilk tırmanışını yapmıştık bu sırt hattı üzerinden. Ancak tırmanış bizi beklediğimizden çok zorlamış ve çok geç bitmişti. K2’de çok geç bir saatte hava karardıktan sonra zirveden dönerken yorgunluktan, açlıktan, susuzluktan ve oksijensizlikten hepimiz bitmiş ve dönüş yolunda birbirimizi de kaybedip dağın 8200 metrelerinde bir gece açıkta gecelemek zorunda kalmıştık. Üstüne üstlük bir de son kampımızı fırtına nedeniyle kaybettiğimiz için kaz tüyü elbisemi ve kaz tüyü eldivenlerimi de yitirmiştim. Son derece yetersiz malzemeyle, dünyanın en tehlikeli dağında, 8150 metrede, 50-55 derece eğimli dik, buzdan bir yüzeyde, sapladığım kazmamın ve yandan tutturduğum kramponlarımın üzerinde bir gece kelimenin tam anlamıyla can çekiştim ama kendimi hiç bırakmadım ve hep sabah olacak, tekrar güneş doğacak ve sen buradan aşağıya ineceksin diye kendimi şartlandırdığımı hatırlıyorum.

Tüpsüz tırmanmayı da denediniz lakin yarım kaldı…

Ben Everest’ten başka hiçbir tırmanışımda oksijen kullanmadım. K2’de buna dahildir. Everest’e ilk tırmandığımda 8 bin 600’e kadar oksijensiz çıktım. Bir B planı olarak oksijen tüpünü yine de sırtımda taşıdım. İşler çok kötü giderse oksijen kullanacağım diyordum ve ne yazık ki ayak parmaklarımı ısıtamadım, neredeyse donduracaktım yine. Çünkü Kar Leoparı unvanını alırken bir kaç defa dondurmuştum ayak parmaklarımı, bu yüzden de soğuğa karşı hassasiyetim çok fazlaydı. Dolayısıyla parmaklarımı kaybetmemek için sırtımda taşıdığım oksijen tüpünü çıkardım ve kullandım. Aslında tempom gayet iyiydi ama parmaklarımın hassasiyeti korktuğum gibi beni engelledi. Tek sorunum vücudumu ısıtamamaktı. Geçen seneki tırmanışta da muson sezonu tam 1 ay geç geldi Himalayalara çok geç geldi ve bunun neticesinde de yüksek irtifadaki rüzgârlar dinmedi. Sürekli rüzgâr altında tırmanmak zorunda kaldık ve gene çok üşüdük. Yine parmaklarımı ısıtamadım ve dondurmamak için bu sefer de 8 bin 500 metrede de oksijene geçtim.

Yeniden deneyecek misiniz?

Koşullar uygun olursa ve sponsorluk olursa bir kez daha deneyebilirim.

Dünyanın tepesine (Everest’e) çıktığında nasıl bir his yaşadınız?

Orada bir ihtişam var ve bu ihtişam sizi oraya çekiyor. O ihtişamın bir parçası olmak ve bu deneyimi yaşamak bambaşka bir duygu. Zor, tehlikeli, zahmetli, kendine göre çok özel koşulların olması tırmanışı daha cazip hale getiriyor. Hem ihtişamlı hem de oraya ulaşabilmek çok büyük fedakarlık yapmayı gerektiriyor. Zoru başarmak insanı çok daha fazla mutlu eder. Ne kadar zorsa elde edilen başarı, o kadar da büyük bir tatmin duygusu getirir. Everest’in zirvesinde o yapayalnız geçirdiğim 20 dakika içinde, karmakarışık duygular içinde ama tarifsiz bir mutluluk duygusuyla hüngür hüngür ağlamıştım. Ben şu (bahçeyi gösteriyor) yeşili seyretmekten dahi çok büyük keyif alıyorum. Gözüm yeşili, denizi, dağları, gökyüzünü görsün yeterli benim için. Hele bir de içine girebilirsem, orada olabilirsem tadından yenmez…

AKUT gönüllüler sayesinde büyüyor

AKUT çalışmalarınız nasıl gidiyor?

AKUT maşaallah çok iyi gidiyor. AKUT’u hayallerimizin ötesinde bir yere getirdik. Türk Milleti’nin AKUT’a sahip çıkmasıyla ve bazen gönüllü olarak bazen de dışarıdan destek vererek bizi bağrına basmasıyla oldu. Biz AKUT’u yıllar önce dağcı arkadaşlarımla beraber 7 kişi kurduk. AKUT’u kurmaya karar verdiğimizde ben daha 26 yaşındaydım bugün 43 yaşımdayım ve bir gün bile gevşemeden çalışmalarımızı sürdürüyoruz. Yıllar içerisinde AKUT bir arama kurtarma takımından Türkiye’nin en etkin çalışan sivil toplum kuruluşlarından birine doğru evrildi. Bu, aramıza katılan yeni gönüllülerle birlikte oldu. AKUT’un bugün bir arama kurtarma derneği, bir spor kulübü, bir yayınevi, üniversitelerde öğrenci toplulukları ve daha yeni kurduğumuz bir vakfı var. Bütün bu yapılanmalar AKUT ailesiyle, AKUT gönüllüleri sayesinde yürütülüyor.

Bu başarıyı neye bağlayabiliriz?

Bu ülkede vatanını karşılıksız koşulsuz milyonlarca insan var. Bu insanlar hizmet etmek adına uygun bir çatı bulamıyorlar. İşte sivil toplum kuruluşları da bu çatıları oluşturuyor. AKUT da bir çok faaliyetler göstererek bu açığı kapatıyor. Biz çöp toplama organizasyonlarının yanında okul boyama, muhtaçlara erzak dağıtma, arama kurtarma da yapıyoruz ki bu bizim en iyi yaptığımız şey. Bugüne kadar 900 küsur operasyonda 1235 insan hayatını kurtardık. Üniversite topluluklarıyla birlikte bir çok aktivitelere imza atıyoruz. Kan bağışı, huzurevi ziyaretleri, sokak hayvanlarıyla ilgili bir takım rehabilitasyon çalışmaları yapıyoruz. Seminerler, eğitimler, kitapçıklar, fotoğraf sergileriyle bunları paylaşıyoruz. Bir yurttaşlık sorumluluğu projesine dönüştü ve yeni katılan arkadaşlarla gelişiyor ve yeni ekipler kuruyoruz. Bu giderek de artıyor ve büyüyor.