Manaslu’da Ölmek (8163 m. Dünyanın 8. yüksek dağı) – 1998
21 Eylül akşamüstü, Türk Hava Yollarının, İstanbul – Karachi seferiyle yeni bir 8000 metrelik tırmanış ekspedisyonumun ilk adımını attım. Bu kez yine Demirdöküm’ün sponsorluğunda, Nepal – Tibet sınırında yer alan dünyanın 8. Yüksek dağı, 8163 metrelik Manaslu’yu deneyeceğim.
Bu sezon, dağda 6 ekip olacağız. Japonlar, Koreliler, Kolombiyalılar, Avusturyalılar, Gürcüler ve içinde Meksikalı, Fransız ve Rus dağcılarla birlikte benim de bulunduğum Bulgar ekibi. İlk tırmanışı 1956 yılında Japon dağcılar tarafından yapılan Manaslu dağının zirvesine bugüne dek 172 dağcı tırmanmayı başarmış, 51 dağcı da bu uğurda hayatını kaybetmiş. Bu rakamlar, onun ne kadar zorlu ve tehlikeli olabileceğini yeni gelenlere hatırlatıyor. Yerli halk tarafından kutsal bir dağ olarak kabul edilen Manaslu dağını ekibimiz oksijen ve şerpa desteği olmadan deneyecek.
30 Eylül sabahı, iki tonu aşan malzememizle birlikte, 45 dakikalık çok keyifli bir uçuşun ardından, ana kampa yürüyüşümüzün başlayacağı 3500 metre yükseklikteki Samagoan köyü yakınlarına geldik. Helikopteri boşaltıp bütün malzemelerimizi ortaya bir yere yığıp, geceyi geçireceğimiz çadırlarımızı kurduk. Ertesi gün 4700 metredeki ana kampa çıkacağımız için günün geri kalanında malzemelerimizi taşıyıcılara verilecek şekilde hazırlamakla uğraştık. Bu arada bu bölgenin en önemli manastırlarından biri olan Sama gompa’yı ziyaret ettim ve Samagoan’ı gezdim.
Ertesi gün, yüklerimizin bir kısmını taşıyan Tibetlilerle birlikte Bobby, Hristo ve ben ana kampa çıktık ve ilk hazırlıklara başladık. İlk günler hava oldukça kötü gitti ve sürekli kar yağdı hatta, çadırın etrafında biriken kar bile bir metreyi aşacak kadar yükseldi. Bunun anlamı yukarıda çok daha fazla kar var. Bu yılın pek iyi gitmeyeceği daha bugünlerde bile anlaşılabiliyor. Sonunda kar yağışı durdu ve güneşi gördük. Yine de rotanın biraz temizlenmesi için bir kaç gün daha beklememiz gerekiyor, çünkü bu kadar kar yağışı yukarılarda çok fazla çığ tehlikesi oluşturuyor.
Tırmanış boyunca kötü ruhları uzak tutmak ve tanrıları hoşnut etmek için yaptığımız pujha töreninin ardından, ilk aklimatizasyon tırmanışımız için, Bobby, Hristo ve ben 1. kampa çıkışa başladık. İlk önce rahat bir sırt sistemi üzerinde ilerleyen rota, Manaslu buzuluna gelince ciddi bir hal aldı. Rota üzerinde sayısız görünen ve görünmeyen buzul çatlağı var. Bizden önceki ekipler 2. kampa kadar en az 2000 metre ip döşemişler. 8-10 gündür sürekli yağan kar hepsini kapatmış, en fazla 40-50 metre ip görebildim açıkta. Doğrusu ya, bu rotayı minimum sayıda geçerek bu tırmanışı yapmak istiyorum. Burası oldukça güvensiz bir yer. Bu yüzden aklimatizasyon programını biraz sıkıştırarak yapmayı düşünüyoruz. Yüksek irtifada vücudumuzu daha önceden denediğimiz ve uyumlu olduğunu bildiğimiz için, normalde aşağıya inilmesi daha doğru olduğu halde, Bobby ve ben 1. kampta bir gece daha geçirdikten sonra, ikinci kampa devam ettik. Koreli ve Kolombiyalı dağcılar ve Japonların şerpaları ile birlikte tamamen kapanmış rotada, bu kez çok daha büyük buzul çatlaklarının, dev serakların ve çığ parkurlarının arasında ilerleyerek tırmandık. Rotada o kadar zor ve tehlikeli yerler var ki, artık bu rotayı minimum sayıda geçmeye kesin olarak karar verdim. Objektif tehlikelerin bu kadar çok olduğu bir yerde oyalanmaktan hiç hoşlanmıyorum.
Japon grubu ve Koreliler, 6100 metreye dek tırmanıp, derin karla boğuşmaktan bıktıkları için geri dönmeye karar verdi. Kolombiyalılar da depo olarak kullandıkları yere bu gece için kamplarını kurdular. Manaslu’nun doğu yüzünde çığ tehlikesi olmayan bir yer bulmak da ayrı bir sorun olduğundan, Bobby ve ben de belimize kadar gelen kara sırayla girip iz açarak 300 metrelik son ip boyunu aşıp 6200 metredeki kamp yerine yorgun argın ulaştık. Ertesi gün de asıl hedeflediğimiz 2. kamp yeri olan 6500 metreye taşıdık kampımızı. Burada da bir gece geçirdikten sonra ana kampımıza geri döndük. Kötü bir haber; Japonlar, ekspedisyonu bırakmaya karar vermiş. Bizim ekipteki Fransız dağcı da, bu rotanın çok tehlikeli olduğunu düşündüğü için, geri dönmeye karar verdi. Bu rotayı hazırlamak için bu kadar az adam kaldık bir anda.
Ana kampta zirve tırmanışımız için yeteri kadar dinlendikten sonra tırmanışa başlamayı düşünüyorduk ama yine bastıran ve günlerce devam eden kar yağışı bizi ana kampa kilitledi. Bu beklenmedik uzun bekleyişi, Samagoan’a inerek değerlendirmeye karar verdim. Burası yaklaşık 2000 Tibet’linin yaşadığı, lokal adı Rö olan bir köy. Rö halkı Budizm’in Nyingma Pa mezhebine bağlı, dolayısıyla, rahipler evlenip, çocuk sahibi olabiliyorlar ve rahiplik babadan oğula geçiyor. Yukarıdaki sert hava koşularının ve günler süren kar yağışından sonra, 3500 metrede, toprağın üzerinde, yeşil bir ortamda iki gün geçirmek dorusu çok iyi geldi. Hem moral hem enerji depoladım.
Tekrar ana kampa döndüğümde kendimi çok daha iyi ve keyifli hissediyordum. Böylece, 24 Ekimde zirve denemesi için 1. kampa tırmanışa başladık. Ertesi gün 2. kampa çıkarken, bütün kamp yükümün üzerine ilave bir çadır daha taşımam gerekti. Aslında kamplardaki yer hesaplarını yaparak çadırları kurmuştuk ama Bulgarların burada kurduğu çadır uçmuş. Rotadaki bazı buzul çatlakları iyice açılmış, bu yüzden yine başka yerlerden rotayı açmamız gerekti. 15 metrelik seraka geldiğimizde ise, 5-6 dağcının çıkışını ve çantalarını çekmelerini iki saat beklememiz gerekti. Bu arada sürpriz bir gelişme, rotanın hazırlanması konusunda en güvendiğimiz ekip olan Gürcüler de ekspedisyonlarını sona erdirmeye karar vermişler. Bu rotayı daha önceden deneyen Gürcü dağcılar, 6600 – 7300 metre arasındaki son derece tehlikeli bölgede sabit hat olmasına rağmen iki dağcının öldüğünü görmüşler. Bu yıl burası sabit hatla döşenemedi bile, çünkü bunu yapacak insan gücüne ve zamana sahip değiliz. Gürcülerin 6700 metreye kadar taşıyıp, daha sonradan kullanılmak üzere bıraktıkları ipleri, Koreliler ve bizim ekipten Ivan alıp hattı döşeme işine başlayacaktı sonra da Kolombiyalılar ve biz devam edecektik ama depoyu bulamadıkları için yapamadılar. Gürcüler 55 gündür bu tırmanış için uğraşıyorlar ve artık yılmışlar.
2. kampa vardığımızda kar yine başladı ve üç gün devam etti. İki Koreli ve Ivan, 7300 metreye dek ulaşmışlar ama şiddetli rüzgardan dolayı devam edememişler. Hatta ilk defa duyduğum bir şey; Fırtınadan dolayı çadırlarının kapısını açamadıkları için arka tarafını bıçakla keserek öyle çıkabilmişler. Bitkin bir halde 6500 metreye vardılar. 6500 metrede beklemekten hiç hoşlanmamamıza rağmen, şansımızı biraz zorlamaya karar verdik ve 28 Ekimde dört kişiden oluşan zirve ekibimizle Manaslu’nun doğu yüzünde tırmanışa başladık.
6600 metredeki geçide dek derin karda iz aça aça tırmandık. Asıl tehlikeli yer buradan sonra başlıyor, geçidin üstü oldukça dik bir buzul olarak devam ettiği ve rüzgar aldığı için kar tutmuyor. 6800 metredeki dev serakların oraya vardığımda Bulgarlarla aramdaki mesafe artık iyice açılmış hale geliyor. Bir süre onları bekledikten sonra, serakların sol tarafına geçebilecek bir rota aramaya başladım. Sabit hat ve emniyet ipi kullanmadığımız için, son derece dikkatli tırmanıyorum. Burada ölmek çok kolay. Bir süre arandıktan sonra, gözüme kestirdiğim bir yerden serakların üzerine tırmanıyorum ve tehlikeli bir travers ile buzul yüzünün sol tarafına geçiyorum. İnerken burada çok dikkatli olmam gerektiğini bir kez daha aklıma yazdıktan sonra, artık iyice dikleşen buzulda bütün gayretimle tırmanmaya devam ediyorum. Bu arada tam bir eski dağ kurdu olan Doyçin de bana yetişiyor.
Gürcülere geri dönme kararını verdiren yeri birlikte tırmanıp, daha sırta 200 metre olmasına rağmen, Zapo’nun bize hava kararmadan yetişemeyeceğini hesaplayıp, 7100 metrede küçücük bir setin üzerine kampımızı kurmaya karar veriyoruz. Hristo ve Zapo’yu beklerken, çadırı kuracağımız platformu hazırlıyoruz ve rüzgardan korunmak için de bir buz duvarı yapıyoruz. Çadırın bir parçası Zapo’da olduğu için epey bir süre onu beklemek zorunda kalıyoruz. Sonunda gece karanlığında çadırımızı kurup içine giriyoruz. Daha hafif olabilmek için uyku tulumlarımızı almamıştık, küçücük çadırda kaz tüyü elbiselerimizle sıkışık bir şekilde uyuklamaya çalışıyoruz. Soğuk ve rahatsız bir gece geçiriyoruz.
Ertesi sabah hava son derece rüzgarlı, bu şekilde bir günde buradan zirveye çıkıp geri gelemeyiz. Kampımızı biraz daha yukarı çıkarmaya karar veriyoruz. Sırta çıktığımızda fırtına dayanılmaz bir hal alıyor, Korelilerin keserek çıkabildikleri çadırın yanına vardığımda, tırmanışa devam etmek için kararsızım. Bu koşullarda rahatlıkla bir donma olayı ile karşılaşabiliriz. İçi kar dolmuş haldeki yırtık çadırın içine vücudumun yarısını sokup Bulgarları bekliyorum. Onlar da varınca ne yapalım diye oturup 8-10 dakika düşünüyoruz. Geri dönüp, buraya kadar aştığımız son derece tehlikeli ve zor rotayı bir daha baştan sona geçmeyi hiçbirimiz istemiyoruz. Bu şartlarda devam etmek de hiç doğru bir karar değil. Tam aşağı tükürsen sakal yukarı tükürsen bıyık denecek bir durumdayız. Neredeyse, ben; “Geri dönelim, 3-4 gün bekler yine çıkarız” diyeceğim, dilim varmıyor. Sessizliği yine Doyçin bozuyor; “Yukarı”, ve başlıyor fırtınanın içine doğru tırmanmaya. Hristo ve Zapo da onu takip ediyor. Bir süre sonra da ben de; “Ne yapalım, başa gelen çekilir”, deyip başlıyorum peşlerinden yükselmeye. Bu iş tahminimden de zor oluyor, şiddetli rüzgar insanı devirecek kadar güçlü. Nitekim birkaç kez dengemi bozan rüzgar, beni dizlerimin üzerine deviriyor. Bu kadar şiddetli rüzgarı, bir de yıllar önce Elbruz dağına kışın tırmanırken yaşamıştım.
Platoya ulaştığımızda, Manaslu’nun asıl zirvesini görüyoruz. Doğrusu ya çok yaklaşmışız ona, bu düşünce hepimize güç veriyor. Platoyu sonuna kadar geçip, üç büyük sivriden oluşan zirve grubunun hemen altına kadar geliyoruz ve dik yamaçta biraz yükselip, 4. kampımızı kuracağımız yeri seçiyoruz. Şu anda 7500 metredeyiz. Bu sezon buraya kadar varmayı başarabilen ilk ekibiz. Bu fırtınaya çadırımızın dayanması mümkün değil, bu yüzden bir kar mağarası kazmaya karar veriyoruz. Saatler süren bir uğraşıdan sonra, dördümüzün idareten sığabileceği küçük bir mağara hazırlıyoruz. Ancak fırtına o kadar güçlü ki, içeri kar girmesini bir türlü engelleyemiyoruz. Yine uyku tulumsuz, rahatsız ve soğuk bir gece geçiriyoruz. Gün doğduğunda hepimizin bacaklarını bembeyaz örtmüş bir karla karşılaşıyoruz. Rüzgarın süpürdüğü kar bütün gece üzerimize yağmış.
Sabaha kadar hiç dinmeyen rüzgar güneşle birlikte kat kat hızlanıyor. Dışarıda göz gözü görmüyor, fırtınanın savurduğu kar insanın içine işliyor. Bu yükseklikte bu koşullarda oyalanmak, hayatımızı gereksiz yere riske atmak demek. Bu kez karar çok çabuk veriliyor. Malzemelerimizin bir kısmını buzdan sökemediğimiz için orada bırakıp, derhal inişe başlıyoruz. Kramponlarımızı takmaya çalışırken, hepimizin elleri neredeyse donuyor. Hızla platoyu geçiyoruz ve doğu yüzünü inmeye başlıyoruz. Rotanın bir anda zorlaşmasına ve tehlikenin artmasına rağmen, rüzgar burada daha dayanılır bir hal alıyor.
Doğu yüzünde, 7100 metrede çadırımızı kurduğumuz yere doğru travers yapan nispeten daha rahat bir rota seçiyorum. Doyçin ve Hristo daha dik bir hat üzerinden, Zapo da onların arkasından geliyor. 6900 metre civarına geldiğimizde, önüme geçen Doyçin ve Hristo ile aynı hatta ilerlerken, korkunç bir şey oluyor. 15-20 metre önümde ilerleyen Hristo’nun dengesi bozuluyor ve dik yamaçta kaymaya başlıyor. İlk anda pek endişelenmiyorum. Kazmasını kullanıp nasıl olsa kendisini durduracak diye düşünüyorum. Sonsuz gibi gelen saniyeler sonra, içimi bir korku kaplıyor. Hristo kendisini durdurmakta çok gecikti. Kabul etmek istemiyorum ama Hristo artık istese de kendisini durduramayacak kadar hızlanıyor. Kazmanı kullan diye bağırmak istiyorum ama kelimeler boğazımdan çıkmıyor. Artık yuvarlanarak, tamamen dengesiz bir halde kayarken, bir an yüzünü görüyorum. Arkadaşım gözlerimin önünde, ölümüne doğru giderken, hiç bir şey yapamıyorum. Bir süre sonra, yuvarlanmanın etkisiyle, Hristo’nun sırt çantası vücudundan ayrılıyor. İkisi birlikte, ayrı ayrı kaymaya devam ediyor. Taa ki, uzakta iki küçük nokta haline gelinceye dek.
Doyçin’le birbirimize bakıyoruz. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Beş, altı yüz metre aşağıda duran Hristo’yu kırmızı montundan seçebiliyoruz, diğer nokta onun sırt çantası. Zorlu ve tehlikeli Manaslu tırmanışı bir anda kabusa dönüşüyor. Tırmanış partnerimizi saniyeler içerisinde kaybettik. Bu duyguyu çok iyi biliyorum. İçimde bir boşluk, bir çaresizlik hissediyorum, içim acıyor. Yapabileceğimiz hiçbir şey yok. Şu anda kendimizi düşünmek zorundayız. Hala Hristo’yu öldüren bölümün üzerindeyiz ve burayı aşmamız saatler sürecek. Bir an bile boş bırakmadığım kazmama daha sıkı yapışıyorum. Serakların üzerinden traversi yapabileceğim, çıkarken gözüme kestirdiğim, o nispeten güvenli bölüme doğru inmeye devam ediyorum. Çok dikkatli bir şekilde burayı da indikten sonra, rota biraz daha rahatlıyor. Moral açısından çökmüş durumdaki Doyçin ve Zapo da açtığım rotayı izliyor. Bu bölümü daha rahat ama üzerime bir anda çöken yorgunlukla, daha yavaş bir şekilde inebiliyorum. Geçide vardığımda, artık daha rahat seçebildiğim Hristo’ya tekrar bakıyorum. Uzakta öylece yatıyor.
Geçitle 2. kamp arasındaki bölümdeki iz, yine kapanmış. Normalde rahatça açabileceğim yeni izi, açacak gücü bulamıyorum kendimde. Biraz karla boğuşup oturuyorum, sonra biraz daha ilerleyip yine durmak zorunda kalıyorum. Doyçin’i bekliyorum. 2. kampa dek, onunla değişe değişe iz açıyoruz. Aramızda bir konuşma yok. Yorulan kenara oturarak sırayı diğerine bırakıyor.
Sonunda üzgün, bitkin, kampa varıyoruz ve hemen kramponları çıkarıp, çadırlarımıza giriyoruz. Neden sonra, Zapo’nun da geldiğini duyuyorum. Çadırımda, kendime 1.5 litre sıvı hazırlayıp, bir şeyler atıştırdıktan sonra, nasıl özlediğimi anlatamayacağım sıcacık uyku tulumuma girip, her şeyi unutmaya çalışarak, belki de hayatımın en dinlendirici uykularından birine dalıyorum. Yarın çok uzun bir gün olacak………..