PwC

Nasuh Mahruki: “KİTABIMDA HER ŞEYİ ANLATACAĞIM”

Nasuh Mahruki, AKUT aleyhine açılan kampanyalardan, Everest ve K2’nin zirvelerine kadar bütün bilinmeyenleri PwC’ye anlattı. Haziranda çıkacak kitabında çarpıcı açıklamalarda bulunacak Mahruki, kitabı okuyucuyla buluşmadan önce PwC’yle konuştu. Mahruki, “Kitabımla ortalığı biraz karıştıracağım” dedi.

(Söyleşiyi yapanlar: Av. Zeki Gündüz, Murat Urgan)

Biz ve Türkiye sizi AKUT’la tanıdık. Çalışmalarınızı hayranlıkla izledik. Ama son zamanlarda sizin AKUT’a tavır alındığı yönünde yakınmalarınız olduğunu biliyoruz. Bunu biraz açar mısınız?

Bilmem haberiniz var mı, AKUT’un televizyonlar için hazırlanan kamu spotunu, yani cep telefonundan şu numaraya bir mesaj yollayın 5 lira 3 lira bağış yapın ya da şu banka hesap numaralarına bağışta bulunun diye kampanyalar var ya, Radyo Televizyon Üst Kurulu RTÜK, AKUT’un bu kampanyasını bir yılı aşkın bir süredir yayınlatmıyor.

Sizce neden? Gerekçesi nedir?

Bilmem, onlara sormak lazım. Saçmalık ötesi. Zaten RTÜK’ü mahkemeye verdik ancak süreç uzun sürdüğü için onu beklemek zorunda kaldık. Geçtiğimiz günlerde dava sonuçlandı ve mahkeme bizi haklı buldu. Ama bu arada da, arama kurtarma konusunda kamu yararına çalıştığı Bakanlar Kurulu tarafından kabul edilen tek STK olduğumuz halde, 13 aydır kendi vatanımızdaki televizyonlara bağış kampanyamızı çıkaramadığımız için, bu süre zarfında AKUT’a gelen bağışlarda ciddi bir düşüş oldu, hatta AKUT’u maddi anlamda ciddi bir sıkıntıya soktuğunu bile söyleyebilirim. Sonuçta kamuoyuna kendinizi hatırlatmanızın ve yaptıklarınızı paylaşmanın önemini ve gerekliliğine kimse itiraz edemez. Halk sizi görmezse, taleplerinizi duymazsa, bir ihtiyacınız olduğunu, hala çalışıyor olduğunuzu aklına getirmiyor doğal olarak.

Bize göre RTÜK’ün bu kararı keyfi ve kötü niyetli bir karardı, dayandığı hiçbir hukuki gerekçesi yoktu. Bunu şuradan bu kadar emin söylüyorum. RTÜK’ün bu konulara bakan bir izleme değerlendirme dairesi var. Bu alt komisyon bir yayın geldiği zaman uygun mudur, değil midir bakıyor. Nitekim bu daire, bizim kamu spotumuzun yayını konusunda, hem de içten yorumlar ekleyerek üst kurula olumlu görüşünü bildirdiği halde, 9 kişilik üst kurul; “hayır uygun değildir, bu şekilde yayınlayamazsınız” diyor.

http://www.akut.org.tr/Default.aspx?tabid=263&bulletinid=44

Bunu bir kampanya olarak mı görüyorsunuz?

Aslında bir tek bu olsaydı belki bu kadar ciddiye almayabilirdik ama biz beş yıldır doğru dürüst gazetelere, televizyonlara çıkamıyoruz. Beş yıldır birileri, bir yerlerden sürekli önümüze taş koyuyor. Bizi arazide gören ve çalışkanlığımızdan çok etkilenen muhabirler AKUT hakkında haberler hazırlıyorlar ama yazı işleri yayınlatmıyor. AKUT bugüne dek 745 insan kurtardı, bu sayıyla Türkiye’nin en deneyimli ekibidir, bunun medyadaki yansımasının doğru orantılı olduğunu söyleyebilir misiniz. AKUT’un kurtardığı hayatlar, bilmemkimin özel hayatının en anlamsız detayı kadar bile yer bulmuyor medyada. Artık bu konu o kadar kabak tadı verdi ki, kendi ülkemizde düşman hesabına çalışıyormuşuz muamelesi görmekten had safhada bıktık. Bütün bu haksızlıkları anlattığım bir kitap yazıyorum ve bu kitapta bütün bu süreci anlatacağım.

Oysa 1999 depreminde AKUT olarak inanılmaz hizmetlerde bulundunuz. Sonra ne oldu da aleyhinize pek çok şey yansıdı basına?

2000 yılında çok enteresan bir dönüşüm yaşandı benim hayatımda. 1999 depremini hatırlayacaksınız. Herkesin hazırlıksız yakalandığı, devletin sisteminin neredeyse çöktüğü dönemde AKUT, küçücük ölçeğine rağmen ayaktaydı ve gitti harika işler yaptı orada. 220 insanımızın hayatını bilfiil kurtardı,Bölgeye ulaştırılan yardım malzemelerinin tasnif edilip depolandığı büyük bir kamp kurduk Değirmendere’de. O kampta Türkiye’nin dört bir yanından gelen 800 ila 1000 kişi kalıyordu her gece. Yardıma gelenleri de örgütledik ve bir plan dahilinde hepsine uygun görev ve sorumluluklar vererek, hem ihtiyaçların doğru tespitini sağladık hem de bu malzemelerin dağıtımını yaptırdık. Yardım malzemesi getiren gemileri, tırları bile ilk günlerde biz karşıladık. Hatta hatırlayacaksınız bölgeye giren neredeyse tüm kamyon ve tırların önünde AKUT yazıyordu ve bu ölçekte bir lojistik organizasyon konusunda deneyimli ve eğitimli olmadığımız halde, o süreçte ayakta kalan ve örgütlü olan çok az yapıdan biri olduğumuz için, bu iş de bizim üstümüze kaldı. Bütün bu yardım malzemeleri içeriğine göre tasnif ediliyordu. Yardıma gelen off roadcuları, motorcuları her gün köylere yolluyorduk, ihtiyaç tespiti yaptırıyorduk. Sonra onlar kağıt kalem not alıyorlar ve gelip depolardan gerekli malları alıp geri götürüyorlardı. Son derece etkili bir sistem kurduk. Ben hala şaşarım biz bunu nasıl becerdik diye. Hem kurtardığımız canlar, hem de Değirmendere’deki kampı başarıyla organize etmemiz, bize karşı büyük bir sempati ve güven doğurdu. O dönemlerde iki yıl üstüste TESEV’in güvenilirlik anketinde AKUT, Türk Silahlı Kuvvetleri ile birlikte Türkiye’nin en güvenilir kurumu seçildi. O yıllarda siyasetin güvenilirliği, hükümetin, medyanın, Kızılayın, hatta TBMM’nin bile güvenilirliği en alt seviyedeydi. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yanında AKUT’un güvenilirliği de hep en üstteydi halkın gönlünde.

Ancak bu sürecin hemen arkasından, hiç beklemediğimiz bir anda 2000 yılı ve sonrasında daha da şiddetlenen bir şekilde hayatım bir anda zorlaşmaya başladı. Daha enkazlardan döneli bir hafta bile geçmeden aslında bazı yerler başlamıştı bile iftiralar atmaya. O zamanlar çok ciddiye almadık, ancak daha sonra daha da arttı ve cüretkar hale geldi bunlar.

Bir çok kaynaktan çıkan iftira kampanyaları başladı. Ermeni dediler, Yahudi dediler, rant peşinde dediler, diktatör gibi yönetiyor dediler, dönemin Sağlık Bakanı bile; “AKUT’çular şov yapıyor, haklarında soruşturma açtıracağım” diye daha biz enkazda çalışırken böyle laflar etti. Depremden sonra, haliyle çok yorgun ama son derece gururlu ve doğru olanı yaptığıma inanarak İstanbul’a geldik. Daha geldiğimizin ikinci günü İstanbul valisi bütün banka hesaplarımıza el koydu. İnanamayacağım şeyler yaşadık o dönemlerde. Şimdi kitapta bunların hepsini derli toplu koyacağım ortaya.

Sorun, toplumun sisteme güvenini ciddi bir ölçüde yitirdiği bir dönemde sırtını hiçbir yere ve hiç kimseye dayamayan AKUT gibi bir kurumun, tamamen kendi inisiyatifiyle, kendi iç örgütlenmesiyle kaynağını hiçbir taraftan almayan, bizim kendi cep harçlıklarımızla diyeyim, öyle organize ettiğimiz bir yapının, toplumun inanılmaz ölçüde güvenini kazanmasıydı. Lideri olarak da ben tabi ki. Dolayısıyla bundan birileri çok rahatsız oldu. Ve o rahatsızlıklarını çözmek için de medyada, bir sürü yerlerde inanılmaz kampanyalar başladı. Hala Anadolu’nun bir sürü yerinde beni Ermeni zannederler. Oysa ben dünyadaki 1.3 milyarlık İslam alemi içinde Everest’e çıkan ilk dağcıyım. Literatüre girmiş bu konudan gurur duyacakları yerde, küçük hesapları için bunu bile görmezden geldiler.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak Ermeni olsanız ne değişecek ki. Bu kadar hizmetiniz ve katkınız ortada.

Sizin bakış açınıza göre öyle ama onlara göre öyle değil. Eğitimsiz kitleler biliyorsunuz ki sloganlarla ve kalıplarla düşünür Türkiye’de, detayları, özünü öğrenecek kadar kafa yormaz. Bu yüzden birisine zarar vermek istiyorsanız, onu sadece toplum içinde uygun olmayan bir kalıba sokmanız, bu kirli bilgiyi yaymanız ve beklemeniz yeterlidir. Süreç zaten o yapıştırma kalıp yüzünden o kişinin ya da kurumun zaman içinde her yerde karşısına çıkarak elini kolunu bağlayacaktır. Burada esas konu güven. Toplumun bize olan güvenini kırmak.

Peki bütün bunları neye bağlıyorsunuz. Güveni kırmaktan amaç ne olabilir?

Onu kitabımda anlatacağım. Hakikaten yakaladım bunun neden yapıldığını, niye yapıldığını. İlk zamanlar bir anlam verememiştim, dolayısıyla sadece yarım yamalak bir savunma yapabildik. Ama beş altı sene sonra geriye dönüp tekrar parçaları birleştirince ve ülkedeki güncel sıkıntıları da birlikte değerlendirince tablo kendi kendine çıktı ortaya. Ama çok uğraştılar. İnanılmaz uğraştılar. Bu kitapla bu oyunların hepsini yüzlerine çarpacağım.

İskender’in kazasında hani biz 2000 yılında Şubat’ta bir kaza geçirdik ya. O kazayı ben görmedim. Yapmadığımın ötesinde, nasıl olduğunu bile görmedim. Arkamda oldu. İki kişinin arasında geçen bir şeydi. Bütün o kazanın sorumluluğunu bana atmaya kalktılar. Hatta bir köşe yazarı cinayet gibi kaza falan dedi. Bana Türkiye’deki ilk planlı saldırıyı bu köşe yazarı başlattı. Sonra başka bir köşe yazarı devam etti. Ona yardımcı oldu. Aslında 99 depremine kadar çok da iyi gitti her şey ama o 2000 yılından itibaren başlayan karalama kampanyaları çok zorladı bizi. Benim de hayat kalitemi çok olumsuz etkiledi.

Sizce bütün bunlar 1999 depremi sonrasında AKUT’un ve dolayısıyla sizin ön plana çıkıp bu kadar çok kamu güvenini sağlamış olmanızdan bir şekilde oluşan rahatsızlıkla ilgili bir şey mi?

Onun ötesinde. Onun çok ötesinde. Yani Türkiye ile alakalı bir konu. Türkiye’nin geleceğiyle ilgili bir konu. Kitabım Haziran’da çıkacak ve gerçekten karıştıracağım biraz ortalığı. Çünkü üst üste koyduğum zaman inanamıyorum nasıl bu kadar çok yerden saldırıldı. Ama ekibimiz çok sağlamdır. İnsan kalitemiz çok yüksektir, aramızda dayanışma çok güçlüdür. Gerçekten de her biri inanamazsınız ne kadar vatansever çocuklardır. 600-650 kişi, 10 bölgede 24 saat göreve hazır. Gecenin 3 ünde yağmur, kar, çamur, telefon gelir, hiç gık demeden kalkarlar. Giyinirler giderler. İşte bu sayede de 745 insan kurtardık. Türkiye’de bu kadar kısa sürede bu kadar birikime sahip başka bir yapı yok. Önümüzdeki süreçlerde de olmaz kolay kolay.

– AKUT KENDİNİ KİMSEYE KULLANDIRTMAZ

Niye biz sağlıklı sivil toplum örgütleri kuramıyoruz, geliştiremiyoruz?

Türkiye’de çok tehlikeli bir anlayış oturtulmaya çalışılıyor. Bizden ve bizden olmayan. Benim hayatımda en çok rahatsızlık duyduğum bakış açısı budur. Türkiye’ye de en büyük zararı veren bu. Çünkü bu anlayışta liyakat yok, ehliyet yok. Burada sadece sizin yandaşınız ya da sizin karşıtınız düşüncedeki gruplar var. Sizin yandaşınız iyidir, önemli de değil. İşini iyi yapıp yapmaması. Sadece sizin kafanızda olması ve sizinle aynı vizyonu paylaşıyor olması yeterli. Yıllardır hep bizde kadrolaşmadan şikayet edilir, liyakatın ve ehliyetin olmadığı yerde kadrolaşma olur. Türkiye’deki sistemi de ciddi ölçüde hırpalayan konuların başında bu geliyor. Çünkü işe uygun adam değil, sizin düşüncenize uygun adamı oraya yerleştirmek gibi bir bakış açısı vardır. Hep vardı bu Türkiye’de aslında. Yani Türkiye siyaset sahnesi zaten böyle kurulmuş bir düzen. Bu anlayış sonuçta ülkenin kurumları arasında yaratabileceği sinerjiyi ve kaynaklarını verimli kullanmayı ciddi ölçüde tırpanlıyor. Fark etmişsinizdir, AKUT çok dik duran bir kurumdur. Kimsenin karşısında da kendisini ezdirmez. Burnundan da kıl aldırmaz. Parası olsun olmasın, kendi yağıyla kavrulur ve kimseye de kendisini kullandırtmaz. Türkiye buna alışkın değil. Daha doğrusu Türkiye’deki hakim güçler, hiç kimseden güç almayan, sırtını birisine dayamayan tam bağımsız duran bir gruba hazır değildi herhalde. Ve buna çok şaşırdılar. Hep onu sordular. Arkasında kim var diye. Hatta benim İsrail ajanı olduğum bile söylentileri var. Hep adamlar onu merak etti. Bunlar acayip bir güç. Kimseden para almadan bak tamamen kendi kaynaklarıyla ayakta kalıyorlar. Kim var arkalarında bunların diye, neye güveniyorlar da bu kadar iddialılar.

Biraz önce söyledim, devletin RTÜK’ü AKUT’un kamu spotunu bir yıldır yayınlatmıyor. Bu ayıptır, günahtır da. Örneğin Sivil Savunma, AKUT’u 3 senedir yurtdışı operasyonlarına yollamamak için elinden geleni yapıyor. Cezayir depremine yollamadılar. Pakistan depremine yollamadılar. Biz Türk Hava Yollarının uçağıyla gittik Pakistan depremine. Düşünebiliyor musunuz, parasını verdik yani. Hindistan depremine kadar her şey çok iyi. Yunanistan depremine yollandık, Yunanistan cumhurbaşkanı bizi resmen tebrik etti. İki ülke arasındaki ilişkiler ayrı bir boyuta geldi. Bütün o tarihsel çatışmalara rağmen. Sonra Tayvan depremi, yine çok iyi. Hindistan depreminde o kadar iyi işler yaptık ki. Bütün dünya televizyonlarına çıktık AKUT’un yaptığı o gerçek canlı kurtarmalarla. O dönem Türkiye’den üç ekip yollanmıştı, bir tek biz canlı kurtardık. Ama ondan sonra bizi bir daha yurtdışına yollamadılar.

Her yönden saldırıldı AKUT’a. Ben en çok buna şaşırdım zaten. Yani nasıl bu kadar farklı cepheden saldırılabilir diye. Hadi bir taraftan onlar saldırıyor, bir taraftan bunlar. Bunların ortak noktası nedir diye anlayamadım bir türlü. Niye böyle bir şey var diye. Normal şartlarda birbiriyle bile uzlaşamayacak yapılar bile saldırdı.

Size göre bu saldırılar ne zaman başladı?

Saldırılar 1999 depreminin içinde başladı. Orada sağlık bakanı çıktı ortaya, o da zaten tamamen devleti koruma refleksiyle, ancak ne yazık ki düz mantıkla bakan bir adam olduğu için çıktı ve AKUT’çular show yapıyor dedi. Çünkü orada devletin zafiyeti çıktı ortaya. Sanki biz Devletimizi zayıf göstermek için gittik hayatımızı tehlikelere atıp 220 insan kurtardık orada. Zaten ondan sonra bazı kadrolarca benim Ermeni olduğum söylentisi çıkarıldı. 5 sene sonra da “ya Nasuh arkadaş biz seni yanlış tanımışız” dediler. Onlar da anladılar bu yaptıkları hatayı ama bana o kadar zarar verdiler ki o süreçte.

Oysa sizin soyadınız Ermeni olduğunuz iddialarını en başta çürütüyor. Anlatır mısınız soyadınızın öyküsünü?

1821-1822’lerde Rumların Osmanlıya ilk baş kaldırdığı süreç Sakız isyanıyla başladı. Sonra da Mora isyanıyla zaten 1829’da bağımsızlıklarını elde ederler. O dönemde 2. Mahmut padişah. Benim 5 kuşak geçmişteki büyük babam da Kaptanı derya Ali paşa. Osmanlı imparatorluğunun deniz kuvvetleri komutanı. Rumların, İngilizlerin kışkırtmasıyla Osmanlı’ya karşı başlattığı ilk büyük isyan olan Sakız isyanını bastıran kumandan. Sakız isyanını bastırıyor ve orada zulüm gören müslüman halkı kurtarıyorfakat daha sonra cesur bir denemeyle amiral gemisine ateş kayıklarıyla bir saldırı düzenliyorlar ve gemi yanıyor. Kendisi de yanan gemide şehit olduğu için, aile adımız Mahrukizade oluyor. Mahruki, yanarak ölen demek.

http://www.nasuhmahruki.com/?inc=soyadi.inc

Mahruki’nin anlamını bilmedikleri için, olsa olsa Ermeni soyadıdır denmiş olabilir mi?

Ondan bile değil, bunlar tamamen beklenmedik bir anda ortaya çıktı. Eğer önü alınmazsa bunlar daha da kuvvetlenirler, işlerini hemen bitirelim düşüncesiyle yaptıkları bir şey. Bu iddianın kendi kendine çıktığını düşünmek çocukluk olur. Bu kirli bilgi profesyonel bir saldırıydı.

Büyük dedenizle ilgili konuyu medya aracılığıyla bir şekilde ön plana çıkarmadınız mı?

Söyledik bunları, yazan oldu, yazmayan oldu. Bir çok yerde söylendi ama karşı tarafın elindeki medya ve iletişim gücüyle başa çıkmak elbette ki söz konusu bile değil.

Sizin Amerika’daki gezilerinizde Ermeni lobilerine ve tezlerine karşı bir hareket içinde olduğunuzu da duymuştuk.

Tabi tabi şimdi bakın, bu Ermeni soykırımı iddialarının 2005 yılında Türkiye’nin başına bela olacağını, 24 Nisan da bela olacağını biz Şubat ayında herkese söylemeye başladık. Aslında birz çevresini iyi gözlemleyen ve ne oluyor ne bitiyor diye bakan biri zaten bu sürecin gelmekte olduğunu öngörebilirdi. 2005 yılı Ermeni soykırımı iddialarının 90. yılı. Biz sadece basit bir akıl yürütmeyle, hem 90. yılın kulağa da hoş gelmesi ve slogan olarak kullanılabilme imkanının bulunması hem de konjönktürel olarak BOP projesi ve AB üyelik süreci nedeniyle Türkiye’nin giderek daha fazla baskı altına alınmaya çalışıyor olması sebebiyle Ermeni diasporasının Türkiye karşıtı faaliyetlerini hızlandıracağını düşündük ve bu konuda bir basın duyurusu hazırlayıp çok geniş bir mecraya yaydık. Nitekim iki – üç ay içinde tam da korktuğumuz gibi oldu, tek tek bir çok meclis bu yönde kararlar aldı, hatta bazıları o kadar abarttı ki; “Ermeni soykırımı bir yalandır” diyenleri hapse atmaya kadar vardırdı işi.

http://www.akut.org.tr/Default.aspx?tabid=263&bulletinid=20

Mesela Sarıkamış şehitlerini anma etkinliklerini çok duydunuz değil mi. 2003’ten bu yana konuşulur Türkiye’de, o tarihe dek neredeyse tabu gibi bir konuydu. Askeri strateji açısından büyük hataların yapıldığı bir harekat olması sebebiyle tarih kitaplarında bile 6 – 7 satır geçerdi. Bu bizi her zaman rahatsız etti. Sarıkamış mücadelesi kaybedilmiş olabilir ama sonuçta orada da ölenler bizim Mehmetçiğimiz. Neden Çanakkale Savaşı veya Kurtuluş Savaşındaki şehitlerimiz gibi layık oldukları şekilde anılmıyorlar dedik ve 89. yılda örnek bir proje yapalım, kamuoyunun dikkatini çekelim ve 90. yılda tüm Türkiye sahip çıksın konuya dedik. Sarıkamış şehitlerini anma etkinlikleri bu düşünceyle başlatıldı. O projeyi de ilk biz yaptık Türkiye’de. 89. yılda o projeyi Prof. Dr. Bingür Sönmez’e söyleyen benim. Ağrı Dağı’na by-pass projesinde çok iyi anlaşmıştık ve kafamızdaki proje için ondan destek istedik. Kendisi de Sarıkamış’ın Bardız köyündenmiş aslen ve zaten Sarıkamış’ta şehit olan Mehmetçiğe büyük ilgisi varmış. Birlikte yaptık o projeyi zaten. Dedik ki, bakın Sarıkamış’ın 90. yılı.2004 yılında artık bütün Türk Milleti sahip çıksın. 90 senedir unutulmuş bir şey bu. Biz gidelim, dağcılar olarak bu rotayı yürüyelim. 89. yılda bunu bir başlattık, 90. yılda olay patladı. Biz de artık geri çekildik. Çünkü bizim bütün istediğimiz Türk milletinin sahip çıkmasıydı konuya. Ama bunun için de bir başlangıç lazımdı, onu da biz yaptık işte.

http://www.nasuhmahruki.com/?inc=cumhuriyet.inc&id=7

Bu Ermeni soykırımı yalanlarının bütün dünyada bizi sıkıştıracağının farkına herkes 24 Nisan’dan sonra vardı. Çünkü 90. yıl sembolik tarihleri adamların. Ve işte o zaman muhalefeti de, meclisi de, başka kurumu da, gazetecileri de ondan sonra girdi. Biz de onu Şubat başında, 3 ay önce söyledik. Bakın bu adamlar 3 ay sonra inanılmaz bir kampanyayla üstümüze gelecekler dünyanın her yerinde. Hazır olmamız lazım, karşı durmamız lazım diye. Gerçi o “Ermeni soykırımı yalanlarına karşı AKUT Türk ulusunu göreve çağırıyor” basın duyurusu çok etkili oldu. Avustralya’dan Amerika’ya kadar, Kanada’dan Fransa’ya kadar her yerden Türkler bize “bu konu bu kadar açık, net, ancak bu kadar anlatılırdı” dediler, “niye bunu bize daha önce kimse öğretmedi, anlatmadı” dediler. O yazıyı hazırlamak için de iki ay uğraştım. Prof. Dr. Nurşen Mazıcı’ya kaç kere gittim geldim satır satır, noktasına,i virgülüne dikkat ettik. Bu kadar iddialı bir konuda bilimsel hata olmasın diye ve bir anlam hatası olmasın diye ve gerçekten dört dörtlük bir şey çıktı ortaya. Sonuç olarak arama kurtarma haricinde de bizim böyle yaptığımız çok proje var. Ama adamlar görmüyorlar. Biz de zaten artık vazgeçtik görülmeye çabalamaktan. Önemli olan motor hareketini başlatmak, sonra kim sahiplenirse sahiplensin. Arama kurtarma konularında nasıl öncü kurum olduysak başka konularda da, konuları sahiplenmeden öncülük yapmaya çalışıyoruz. Sonuçta memleket kazanıyor…

– AKUT KİMSENİN MALI DEĞİL

AKUT içinde bazı problemler olduğu yönünde basında haberler yer almıştı. Nedir bütün bunlar?

2001 yılında bir temizlik yaptık dernek içinde. O arada medyada çok malzeme çıktı. 1999 depremine kadar çalışmalara hep küçücük dağcı grubuyla gittik. 30-40 kişi. 1999 depreminde bir anda inanılmaz büyüdü AKUT. Aramıza bir çok yeni katılan girdi. Çok nitelikli insanlar girdi. Şirket sahibi arkadaşlarımızdan tutun da, öğrencilere kadar, akademisyenlere kadar, değişik yerlerde çalışanlara kadar. Her meslek grubundan bankacısı, borsacısı, lokantacısı bu insanların tabi dağcılık kökeni, dağcılık geçmişi yoktu ama çok nitelikli ve sorumluluk duygusu gelişmiş, aklı başında insanlardı. Ben o insanları dernek içinde yükselttim. Çünkü onların daha faydalı olduğunu gördüm sistemde. Biz sonuçta dar vizyonlu bir ekip gibiydik. Dağcılar işte, evet hakikaten hepimiz çok becerikli sporcuyuz. Arazide her durumda başımızın çaresine bakarız ama sonuçta kurum büyüdüğü zaman, başka bakış açılarına ve başka vizyonlara ihtiyaç var. Daha yönetsel becerilere ihtiyaç var. O insanları yükseltince dernek içinde, eski kadroyla benim aramda sıkıntı çıktı ve onlar dernek içinde eskiler-yeniler ayırımı yapmaya kalktılar. Ben de onu yaptırmadım hiç kimseye. Biz bu yola birlikte çıktık, niye şimdi bunun profili değişiyor dediler. Sonuçta burası kimsenin malı değil. Benim malım da değil. Kim çalışırsa onun hak sahibi olduğu bir yapı. Eskiler onu hazmedemedi. O üç tane istifa eden eskilerdendi. Beni de hep suçlamışlardı. İşte artık AKUT şirket gibi yönetiliyor. Dağcıların etkisi kalmadı, işadamları girdi derneğe diye. Gerçi iş adamı dediği de sonuçta öyle bir iş adamı değil tabi ki. Kendi işi gücü olan insanlar. AKUT bizim kendimiz için kurduğumuz bir yapı değil ki. Bu bir memleket hizmeti için kurulmuş. Bunun da etki gücünü artıracak ne gerekiyorsa onu yapmamız lazım. Kurulduğunda hakikaten dağcılar gibi örgütlü ve güçlü bir omurgaya ihtiyacı vardı AKUT’un. Ama bugün başka bir noktada. Bugün başka becerilere, başka kapasitede insanlara ihtiyaç var. O insanlar çok doğru bir zamanda girdi ve ben de o insanları çok doğru bir zamanda fark ettim. Dolayısıyla derneğin bütün yönetim anlayışı değişti. Kurumsallaşma yönünde adımlar atıldı ama o eskiler razı olmadı buna.

Gelişmeler basına bu şekliyle yansımadı. Sizin çok ön plana çıktığınız, tek karar verici kişinin siz olduğunuz yönünde eleştiriler vardı.

Her zaman derneğin yönetim kademesinin en üstünde yer aldım. Kurulduğu günden bu yana bütün kritik kararların hepsinin altında benim imzam vardır. Başka türlü de olmazdı zaten. Bu bir vizyon ve strateji kurma meselesi. Bu süreçte en çok kim vakit ayırırsa, en çok kim sahiplenirse onların yetkileri doğal olarak yükselir. Burası sonuçta bir STK, bir şirket değil, gönüllüleri motive ederek, onları kazanarak, onlara birlikte hedeflerinizi belirliyor ve ulaşıyorsunuz. Yıllarca hayatımın merkezlerinden biri oldu ve olmaya da devam ediyor AKUT. Tabi yeni gelenlerle birlikte çok daha sağlıklı bir iş bölümü oldu aramızda. Çünkü sivil toplum kuruluşunu idare etmek çok büyük bir özveri istiyor Birlikte çalıştığınız insanlara da maaş falan vermediğiniz için o da gönüllü, ben de gönüllüyüm. Dolayısıyla birlikte hareket etmesi için size inanması lazım. O çok zor bir konu. Derneğin kuruluşundan bu yana her zaman hep işin başında olduğum için ve insanlar da o çalışkanlığı gördüğü için hiçbir zaman sorun olmadı içeride. Ama işte bu muhalif grup da içeride bunu beceremedikleri için gazetecilere gittiler. Benim için sosyal fayda esas, toplumun kazanması esas. Benim yaradılışım bu. Kişisel olarak Kar Leoparı oldum, Everest’e çıktım, 7 zirveyi tamamladım. Motosikletle Katmandu’ya gittim. Yani kişisel tatmin anlamında çok şey yaptım. Benim kişisel tatminle ilgili sorunum hiçbir zaman olmadı hayatımda. Ne hedef koyduysam, ama zor ama kolay ulaştım hedeflerime. Ama AKUT, çok güçlü bir sosyal sorumluluk projesidir. Hatta bu değerleri Türkiye’ye bir kez daha hatırlatan en elle tutulur canlı örnektir.

Genç yaşta dünya çapında Türkiye’ye büyük başarılar kazandırdınız, dikkat çektiniz. Devletten bir iltifat gördünüz mü?

1995 Everest tırmanışı Tansu Çiller’in başbakanlığı zamanındaydı. O zaman öyle bir şey hükümet kanadında olmadı. Ama daha sonra Fikret Ünlü spordan sorumlu devlet bakanı olduğunda bunu telafi etti. Kendi bakanlığı zamanında devletin ilgisizliğini telafi etti. Türkiye’de olimpiyat şampiyonu ya da Avrupa şampiyonu olan sporculara altın ödülü vardır. Beni de o statüye soktular. Ama 1995’de yapılmadı bu. O zaman farkına varmadılar bunun ne kadar önemli bir şey olduğunun. İran’ın ilk Everest tırmanışı 1998’de, Pakistan’ın 2000’de, Arapların ise 2003 yılında oldu. Türkler ise 1995 yılında bunu başardı. Bundan gurur duymak varken, bunu yok saymaya çalışmalarına gerçekten de bir anlam veremiyorum.

– DAĞCILIK HERKES İÇİN DEĞİLDİR

Niye dağcılığı seçtiniz, nasıl başladınız dağcılığa?

Üniversitedeyken denedim ve çok hoşuma gitti. Çocukken de doğaya ve hayvanlara çok düşkündüm. Etiler’de büyükbabamın yaptırdığı bayağı büyük bahçeli bir evde oturuyoruz. Orada hamsterinden, beyaz faresine, kekliğinden kaplumbağasına bir çok hayvan besledim. İlk akvaryumumu ilkokulda kendim yapmıştım. Hep böyle iyiydi doğayla ve hayvanlarla aram. Sonra üniversitede tamamen tesadüf eseri, 19-20 yaşındayken panolarda dağcılık kulübü kuruluyor diye ilanlar gördüm ve ilgimi çekti dağcılık nasıl bir spordur diye Bilkent İşletme fakültesinde okurken. Çaldım kapılarını ben de öğrenmek istiyorum diye. Giriş o giriş. Ondan sonra zaten dağcılık, mağaracılık, yamaç paraşütü, bisiklet, aletli dalış, şu bu derken, hakikaten tam içine girdim bütün doğa sporlarının ve müthiş keyif aldım. Uzun yıllar hayatımın merkezini o oluşturdu.

Dağcılığa bireysel bir spor olarak bakılabilir mi?

Dağcılık bir takım sporudur aslında. Hem de birinci sınıf bir takım sporudur. Genelde bireyselmiş gibi yanlış yorumlanır. Dağcılar güçlü bireylerdir, birlikte hareket ederek çok güçlü takımlar oluştururlar ve takım çalışmasına çok müsait yapıdadırlar. AKUT o yüzden dağcılardan çıktı. Çünkü arama kurtarma bir takım işidir, bireysel bir iş değildir. Öte yandan dağcılığın çok geniş bir yelpazesi var. Yani sırt çantasını alıp böyle basit yürüyüşlerle zirvesine ulaşılan dağlarda yapılan da dağcılık, K2’nin bir teknik rotasına gitmek de bir dağcılık. Her seviye için farklı donanımlara ihtiyacınız oluyor.

Birisinin başına kaza geldiğinde, düştüğünde kurtaramıyorsunuz galiba çoğunu.

Özellikle yüksek irtifada çok zordur. Yaralıysa bütün öncelikler değişir ve bir yolunu bulup kurtarırsınız da. Öldüyse genelde uğraşılmaz. Zaten yüksek irtifada kurtarma çalışmaları imkansıza yakın derecede zorlu olabilir.

Örneğin K2’de çok sayıda dağcı ölmüş öyle mi?

2000 yılında benim gittiğim seneye kadar 164 dağcı zirveye çıkmış ve bunu denerken 57 dağcı da ölmüştü. K2’nin zirvesine ulaşan her üç kişi için bir kişi ölmüş. Zirvesine çıkanların 22’si de ne yazık ki inememiş, buna göre zirveye varanların da %13.5’u hayatını yitirmiş. Bu rakamlar elbette ki çok korkutucu.

Yaptığınız işler çok tehlikeli. Ailenizin itirazı olmadı mı?

Çok tehlikeli, farkındayım ama, bir yandan da seviyorum ve bana ok faydası olduğunu görüyorum. Ailem de korktu tabi ama aramızda hep bir güven ilişkisi olduğu için bu yönde şanslıydım. İsteseler bile ne kadar karşı çıkabilirler ki, sonuçta nereye kadar beni durdurabilirler ki. Çok germeye kalksalar ilişki zedelenir. Kusura bakmayın, bu benim hayatım. Herkes kendi yoluna der geçerim. Ama bu anlamda şanslıydım, kararlarımda özgürdüm ve sonuçlarına da katlanırdım. Çocukluğumdan beri beni engellemeye kalkmadılar. Her zaman özgüveni ve öz saygısı yüksek bir birey olarak yetiştirildim. Aksi durumda ilişki bozulur ve süre daha can acıtıcı bir yere gider o zaman.

Dağcılık sizde nasıl bir tat ve duygu bırakıyor. Örneğin K2 gibi zirveye tırmanıyorsunuz. Neler hissediyorsunuz?

Bu zorlu tırmanışları gerçekleştirebilmek için ona uygun, doğuştan getirdiğiniz veya sonradan edindiğiniz bir takım yeteneklere ihtiyacınız var. Çünkü profesyonelliğin artık en üst seviyesinden bahsediyoruz. İnsanlar da sonuçta doğal olarak tabi ki yetenekli oldukları alanlarda kendilerine hedefler seçmeyi tercih ederler. Çünkü başarılı olma şansı daha fazladır. Onun sonucunda yaşam kalitesi, tatmini, bir çok şey, başarma duygusu, olumlu duygularla beraber gelecektir. O yüzden bir kere dağcılık herkes için değildir diyebiliriz öncelikle. Nasıl bankacılık herkes için değilse. Ya da ne bileyim araba yarışçılığı herkes için olamayacaksa, bu da öyle bir şey. Burada önemli olan, kişinin kendi yetenekleri ölçüsünde kendisine bir yol çizmesi ve hedefler seçmesi. Benim en büyük şansım, bütün bu anlattığım şeye ilave olarak, çok erken yaşlarda yeteneklerimi keşfetme fırsatım oldu. Yani daha 20’li yaşlarımda, sahip olduğum kapasiteyi ve bunu ne şekilde geliştirebileceğimi keşfettim. O yüzden de okulu bitirdiğim zaman çok net olarak ben yol haritamı çizmiştim. 7 binlik dağlar, sonrasında 8 binlik tırmanış. Türkiye’nin ilk 8 binlik tırmanışını yapmak. Kar leoparı unvanını almak. Ve seyahat etmek, dünyayı gezmek. Yıllarca da öyle gitti. 99 depremi sürecine kadar ondan sonraki birkaç yıla kadar hep öyle devam etti. Sonra bu işte ilk başta konuştuğumuz o karışık dönem başlayınca maalesef benim de yaşam kalitem bundan çok olumsuz etkilendi. Bir kere içime kapandım. AKUT da kendi içine kapandı. Bu kadar 50 tane yerden vurursanız birisine o da doğal olarak kaçar. Ya bırakır her şeyi ya da çok agresifçe saldırıya geçer. Biz saldırıya geçecek durumda değiliz. Kime saldıracağız, biz bu oyunların insanı değiliz. Zaten adamlar görmezden geliyorlar. O yüzden biz içimize döndük. Tamamen işimize odaklandık. Ve derneği büyütmeye karar verdik. O yüzden de AKUT kurulduğunda 96 da bir ekipti, şimdi oldu 10 tane ekip. Bu sene 4 ekip daha kuruyoruz. Sonuç olarak benim şansım, yeteneklerimi doğru keşfetmemden, erken yaşta keşfetmemden oldu. Yani tabi her hedefin ölçüsüyle ve zorluğuyla orantılı bir tatmin duygusu var. O zamanlarda hep böyle adım adım koymuştum hedefleri. Önce 7 binlik, sonra kar leoparı, sonra Everest sonra 7 zirveler, sonra başka 8 binlikler, sonra K2, motosiklet seyahatleri, kitaplar diye gitti. O açıdan bir sorunum yok kendime koyduğum hedefler planında hiç aksi giden bir şey olmadı, hepsi adım adım ilerledi. Bir tek bu AKUT’ta biraz iş karıştı. Orada çünkü başka denklemler, başka parametreler girdi işin içine. Ve ne yazık ki yaşam kaliteme ve bir takım hedeflerime büyük zarar verdi.

8 binlik iniş sırasında uyumanız K2 ‘de miydi?

Evet, K2’ deydi. Hakikaten o çok zor bir işti. Dört kişiydik o gece. Dördümüz de uyumak ne kelime, bayıldık aslında. Birbirimizi de kaybettik, dağın 8150 ile 8200 metreleri arasında sağa sola savrulup açıkta geceledik. Herkes ayrı zamanlarda inebildi. İtalyan’ın 5 parmağını kestiler. Aslan gibi çocuğun gitti parmakları. Hakikaten K2 tırmanışı benim de hayatımda en limitlere kadar gittiğim bir süreçti. Çok uzadı tırmanış. Bir de K2’ye 99 yılında kimse çıkamadı. 98 de kimse çıkamadı. 97’de bizim rotadan kimse çıkamadı. Yani son dört yıldır bizim çıktığımız rotayı kimse tırmanmamıştı. Biz iki İtalyan, bir Brezilyalı, bir de ben, dördümüz son dört yılın ilk tırmanışını yaptık. O yüzden çok zorlandık. Rotada hiç ummadığımız, beklemediğimiz engellerle karşılaştık. O işi umduğumdan fazla zorlaştırdı. Geriye dönemedik bu sefer. Güvenli saatte geriye dönemedik. Zaten vücudumuz da bitmişti. Hepimiz dağıldık, bayıldık bir yerde. Brezilyalının iki parmağının ucu dondu ama kurtardı. Benim de ayağımın baş parmağı dondu ama ben de kurtardım. Bir de bende kaz tüyü tulum da yoktu. Kaz tüyü tulumum da kaybolmuştu. Gore Tex pantolonla durdum. Yine de bitti bu iş demedim. Çünkü orada halüsinasyon görüyor insan. Halüsünatif bir sürece giriyor aşırı yorgunluktan. Normal şartlarda yapamazsınız onu. O kadar kendinizi yoramazsınız. Oturur dinlenir bir yerde. Tabi yüksek irtifada öyle bir imkan olmadığı için bir de oksijensizlikle birleşince, çok uzun süreli baskı ve stres insanın algı kapasitesini değiştiriyor ve siz artık olmayan hayaller görmeye başlıyorsunuz. Sanki birisi yanınızda var gibi. Ya da bir yerden bir şey geliyor gibi. Ben öyle bütün gece hayallerle, halüsinasyonlarla boğuştum. Ama şunu hatırlıyorum, kurduğum bütün hayaller olumluydu. Hiç olumsuz bir hayal kurmadım. Bilincime hakim olamasam da şimdi su geliyor, şimdi yiyecek geliyor, şimdi uyku tulumu geliyor, birazdan aşağıya varacaksın, gelmek üzereler yanına diye dayanmamı sağlayacak hayaller kurdum. Bütün gece de öyle direndim. Bunu tabi sonra fark ettim. Döndüğüm zaman fark ettim. Şimdi ben akşam onu da gördüm ama orada öyle bir şey olmaması lazım, demek ki halüsinasyon görmüşüm. Kafamı toplayınca anladım. Havanın bozmaması bizim en büyük şansımız oldu. O gece rüzgar esmedi. Böyle bir 40 – 50 km hızla rüzgar esse, bitirirdi bizi o gece açıkta. Yani bütün şansımız o oldu. Hava bozmadı. Birazcık rüzgar çıksa biz o geceyi atlatamazdık. Zaten ana kampa indik ki, bizim Pakistanlı bir aşçı vardı beni de çok severdi. Adam bana sarılıp hüngür hüngür ağladı. Herkes öldük zannetmiş. Dördü de öldü diye hesap etmişler. Bir gece K2 de 8 binin üstünde açıkta yatmak, hem de oksijen desteksiz bir tırmanış sonrasında ölmemiz daha olası bir sonuç olurdu normal şartlarda.

– EVEREST’E OKSİJENSİZ ÇIKACAĞIM

En iyi dağcı en çok zirve yapan mıdır? Yoksa bunun felsefesini hisseden midir.

Dağcılıkta da sonuçta insanların yaptığı başarılı tırmanışlar, burada kullandıkları stil, mevsim, rota gibi şeyler tabi ki önemli. Bir de burada hep şunu söylemek gerekir. Muhakkak yaşamanız lazım. Yani bir tane, iki tane böyle çok uç işler yapıp ondan sonra üçüncüde ölmek asla kabul edilebilecek bir şey değil. İyi dağcı zor ve başarılı tırmanışları sürekli hale getirebilendir.

Tedbir çok önemli diyorsunuz.

Tabi. Çünkü aksi durumda belli ki zar atıyorsunuz. Tamam belki bir iki kez bir şey yapmış olabilirsiniz ama bu sürdürülebilir bir süreç değildir.

Artık sizin tırmanmadığınız, zirve yapmadığınız yer yok. Bu tırmanışlar kan değerlerini nasıl etkiliyor?

Aslında tabii dağcılığın sonu yok, hayatınız boyunca tırmansanız dünyadaki dağların ancak çok az bir kısmına ulaşabilirsiniz. Şehirde yaşarken normaldir bütün değerlerim ama dağda değişiyor elbette bu oranlar. Benim şöyle bir avantajım var. O da doğuştan. Kalp akciğer sistemim çok iyi çalışıyor. Bir de onun ötesinde yüksek irtifanın düşük oksijenli ortamına toleransım çok yüksek. Yani çok hızlı aklimatize olabiliyorum ve yüksek irtifada çok süratli hareket edebiliyorum. Benim bütün avantajım bu aslında. Buna bir de kritik süreçlerde karar verme becerisini de ekledik mi, bu kadar zorlu yeri sağ salim atlatmamın sebepleri ortaya çıkıyor.

Oksijenle zirve yapmış olmak prestij kaybı mıdır?

Öyle demek yerine, oksijensiz yapmak prestij kazandırır demek daha doğru olur. Normal şartlarda 8 bin metrenin üzerinde oksijen desteği alınır. Deniz seviyesinde 1 atmosfer hava basıncı var, buna göre de alıştığımız bir oksijen oranı var. 5500’e geldiğinizde bu oksijen miktarı yarıya iniyor. Yükseldikçe hava basıncı ve oksijenin kısmi basıncı düşüyor. Yani soluduğumuzda yarısı kadar oksijen var. Everest’in zirvesinde üçte biri kadar var. Şimdi bu normal bir insan vücudunun performans gösterebileceği bir şey değil. Ama antrenmanla, fiziksel ve psikolojik hazırlıkla, aklimatizasyonla, bir takım bu tür faktörlerle vücut belirli bir süre o ortamda bile performans gösterebilir hale geliyor. Ama bunun da sınırı var. Dolayısıyla dağcılar genellikle 8 bin metrenin üzerinde oksijen desteği alarak bunu yapıyorlar. Çünkü oksijensiz yapmak için hakikaten çok üst düzey bir fiziksel kapasiteye ihtiyaç var. Everest ilk 8 binlik tırmanışımdı. Ben daha önceden 8 binin ne olduğunu bilmiyordum, Türkiye’de bu soruya cevap verecek kimse de yoktu. Dolayısıyla kendi vücudumla ilgili bir öngörüm de yoktu. Ama 7 binliklerde tamam çok iyiyim, hızlıyım, şudur budur ama 8 bini bilmiyordum. 8 bin hakikaten başka bir şey. 8 binin üstü ölüm bölgesi diye nitelendirilir. 8 bin 600’ e kadar kullanmadan gittim ki, benim ekibimdeki herkes 8 binde başladı. Fakat ısıtamadım parmaklarımı. Özellikle ayak parmaklarımı ki, hızım da fena değildi. Ama sonuçta 8 bin 600’de durumuma tekrar baktım, dedim ki olmayacak. Ben bu tırmanışı yaparım ama parmaklarımı kaybedeceğim günün sonunda. Değmez dedim ve oksijen kullandım son 250 metrede. Ama Everest ilk 8 binliğim olmasa, oksijensiz çıkardım. Çünkü kendimi de kestiremiyorum. İlk defa öyle bir sürece girmişim. Bir de üstüne üstlük Türkiye’den de ilk defa böyle bir şey yapılıyor ve o tırmanışın başarılı olması lazım. İlk Türk tırmanışı. Mesela K2’ye oksijensiz çıktım. K2 çok daha zordur Everest’ten. Aslında sponsor konusunu çözebilirsem bir daha gideceğim ve oksijensiz çıkacağım Everest’e. Kısmetse onu da Türk dağcılığına bir mihenk taşı olarak bırakmak istiyorum. Oksijensiz çıkmak önemli bir şey çünkü.

Yüksek irtifa tırmanışları için çok iyi hazırlık gerekiyor değil mi?

Elbette. Öncelikle aklimatize olmak gerekiyor. Vücudu düşük oksijenli ortama hazırlamak gerekiyor. Everest’e hazırlanırken bisikletle Bebek ve Küçük Bebek yokuşlarını çıkardım her gün. Küçük Bebek çok daha zor. Şimdi antrenmansızım çıkamam tabii. Her gün 1 saat sırtımda 50 kilo yükle stepper üzerinde çalışırdım. O süreçte çok ağır antrenman yapardım, Kar Leoparı, Everest dönemleri öyle geçti.

Pobeda dağının sizin için bir anlamı var ve 30 yıl sonra bir daha geleceğinize ilişkin niyetiniz yer alıyor kitabınızda. Niye 30 yıl sonra?

Pobeda dağı benim için çok özel bir dağ. Dünyanın en kuzeyindeki 7000’lik dağ ve en zor ve tehlikelilerinin başında geliyor. Kar Leoparı unvanı için tırmandıklarımdan biri. 26 yaşında solo tırmandığım süreçte benden 30 yaş büyük olan ve Pobeda’ya daha önce 6 kez tırmanmış olan Borodkin adlı çok sevdiğim ve iyi anlaştığım bir dağcının 7. tırmanışında ben oradayken ölümü üzerine bu tür bir karar vermiştim. Aslında tamamen sembolik bir hedef diyebiliriz.

http://www.nasuhmahruki.com/?inc=haber.inc&id=17

Yüksek irtifacılarda 30 yaş üstüdür esas iyiler. Çünkü kalp akciğer sistemi 30’a kadar gelişir ve yüksek irtifa uzun soluklu bir stres olduğu için anlık güç gibi değildir. Örneğin 100 metre koşusunda anlık patlamalı bir güce ihtiyacınız var. Ama yüksek irtifada iki aylık bir efor gerekiyor. O iki ayı sürekli olarak aynı kararlılıkla ve aynı motivasyonla sürdürmek için belli bir yaş olgunluğu avantaj olabiliyor. Genç bireyler daha kolay çözülebiliyor uzun soluklu streslerde.

Üstelik yaş olgunluğu bambaşka bir şeydir. Mesela Rusların 1982 yanılmıyorsam, ilk Everest tırmanışları. Ondan önce de bütün batı dünyası Rusların çok iyi dağcılar olduğunu tahmin ediyor ama hiç karşı karşıya gelmemişler. Kapalı bir toplum sonuçta Rusya o zamanlar. Ve ilk defa bunlar 82’de Everest’e çıkacağız diye geliyorlar, bir ön araştırma ekibi yolluyorlar. Dağın etrafında bir tur atıyorlar gayet sakin. Herkes bakıyor, Ruslar herhalde klasik rotalardan birini seçecek diye. Buradan çıkacağız diyorlar. Daha önce tırmanılmamış güneybatı yüzü merkez sütunu, dimdik bir duvar. Emin misiniz diyorlar, bu rota daha çıkılmadı, siz merak etmeyin diyorlar. Bir sene sonra geliyor Ruslar üç tane tim oluşturmuşlar. Yaş ortalamaları 35’tir Üç tim liderlerinin yaşları birinde 36, birinde 42, diğerinde de 46’dır. Ve sonuçta bir kısmı oksijensiz olmak üzere 11 kişi çıkarttılar o rotadan zirveye.

Arkanızdan gelen iyi yetişmiş bir dağcı var mı?

Var tabi, gayet sıkı çocuklar var. Tunç Fındık var mesela. Hayatının merkezine dağcılığı oturttuğu için çok iyi gider o da. Hatta geçtiğimiz günlerde Fenerbahçe’nin 100. yılı için Everest’e ikinci kez çıktı.

– FEDERASYON BAŞKANI DAĞCILIK SPORUNA NE YAZIK Kİ FAYDADAN ÇOK ZARAR VERDİ

Mesela bilardoda Semih Saygıner’in arkasından çok ciddi bir nesil geldi. Çok başarılı bir bilardo jenerasyonu var. Bireysellikten ziyade Saygıner bir yol açtı, o yoldan bir sürü kişi ilerlemeye başladı. Dağcılıkta da böyle oldu mu?

Oldu ama dağcılığın şöyle bir şanssızlığı oldu. 1995 yılında Türkiye Dağcılık Federasyonu başkanı çok düzgün, çok kaliteli bir kişiydi. Tayfun Tercan. Ben Everest’e gittiğim zamanlarda başkan oydu. Fakat Tayfun ağabey bizim Everest tırmanışından sonra inanılmaz bir şanssızlık eseri Kaçkar dağlarında tırmanıştan dönerken, arazide yürürken düşüp kafasını çarptı ve hayatını kaybetti. Dolayısıyla Dağcılık Federasyonu Başkanlığı bir anda boşa çıktı. O zaman da uzun yıllardır federasyon başkanı olmak isteyen Alaaddin Karaca vardı. Ancak seçilmemişti, dağcılar Tayfuın ebiyi tercih etmişlerdi. Tayfun ağabey zamansız ölünce, meydan boş kaldı. Önce birisi atandı federasyon başkanlığına, sonra seçim yapıldı ve bu sefer herkes tamam dedi Alaattin Karaca’ya artık, bu kadar senedir kovalıyor, istiyor o olsun dendi. Fakat Alaattin Karaca maalesef beklentileri çok kötü boşa çıkarttı. O kadar kötü yönetti ki, hala da başında. 10 yıldır TDF’nin başındadır. Benim görüşüm, spora çok zarar verdi. O tarihten sonra Türkiye’de elit sporcu yetişemedi. Yetişenlerin hepsi, federasyon dışında üniversite sporcuları oldu. Ben mesela öyleyim. Hadi ben tamam öncüydüm, başkaydı ama Tunç da öyledir. Ordos’tan 4’ü bayan toplam 10 dağcı çıktı Everest’e onların da federasyonla hiç alakası yok. Bu yıl 2007’de 3 kişi daha çıktı, yine tamamen federasyon dışından kişiler.

TDF hala 1970’lerin anlayışı ile Türk Dağcılığı’nı yönetmeye çalışıyor. Açıkça bir takım eksikleri olan mevcut yönetmeliğe sırtını dayayıp kendi dışındaki faaliyetleri dağcılık olarak bile saymayan, kendi faaliyetlerine katılmayanları dağcı olarak değerlendirmeyen ayrımcılığı esas alan garip bir yönetim anlayışı var. Hatta bir dönem dağlara gitmeyi izne bağlamaya bile kalktılar. Yani önceden izin almadan dağa gidemeyecektiniz. Bu karar Bakanlık tarafından da onaylandı ve 81 ilin valiliklerine yollandı, ancak dağcıların büyük tepkisini çekince geri adım atıldı. Ama zihniyet bu; herşeyi kendi kontrolüne alarak, ondan bağımsız hareket etmeyi imkansız hale getirecek bir büroktarik canavar yaratmak.

15 yıl önce yüksek irtifa tırmanışlarını bu ülkede tekrar başlatan ve ayyıldızlı bayrağımızı dünyanın en yüksek, en zorlu zirvelerine taşıyan kişi olarak, TDF bünyesinde sporumuzun bugünkü konumunun, benim kuşağımın dağcılarının 10 yıl önce ulaştığı yerden bile geri kaldığını görmekten artık had safhada rahatsız olduğumu eklemek isterim. Bunu söyleyince hemen 19.000 küsur lisanlı sporcumuz var, bu kadar ilde şu kadar kulübümüz var cevabını söyleyenlere şunu sormak isterim; Bu kadar kulüp ve lisanslı sporcu varsa neden elle tutulur bir başarı yıllardır yok sporda. TDF’nin imkanlarıyla Demavend Dağı tırmanışına milli sporcu olarak göğüslerinde Türk Bayrağı ile 11 bölgeden 13 sporcu götürüldü diye gidenler tarafından TDF övülürken, aynı günlerde Everest Dağı’na kendi yarattığı imkanlarla giden ORDOS’un, bayan sporcular dahil onda on başarısını Türk Dağcılığı kutlarken, Demavend Dağı’nda Milli Takımımızdan sadece 5 sporcunun zirveye varabildiği hiç kimseyi rahatsız etmiyor mu? Bu nasıl bir milli takım seçme anlayışıdır. Bizler 12 yıl önce Türk Milli takımına girebilmek için, TDF’den gelen davet üzerine formlar doldurmuş ve 120 başvurudan seçilen 27 kişi Hacettepe Üniversitesi Spor Bilimleri ve Teknolojisi Yüksekokulu’nda performans, kuvvette devamlılık, dayanıklılık ve refleks testlerine, yüzlerce soruluk psikolojik testlere, kaygı ve endişe testlerine girmiştik. Bunun sonucunda da 11 kişi yüksek irtifa tırmanışları için seçilmişti. O zamanlar öyle seçilirdi Milli Takım ve kısıtlı olan imkanlar en yüksek şansı olanlar ve hak edenler için kullanılırdı.

TDF’nin sporu yayma vizyonu ile, 10 yıl önceye kadar neredeyse sadece üniversitelilerin elinde olan dağcılığın geniş kitlelere yayılmış olması hepimizi elbette ki gururlandırıyor. TDF’nin bu konudaki başarısını takdir ettiğimi her fırsatta ve her ortamda ifade ediyorum, bunu Alaaddin Karaca’ya da muhtelif kereler söyledim. Yönetime hangi ekip gelirse gelsin bu yapıyı güçlendirerek ve yaygınlaştırarak sürdürmelidir. Dağ sevgisi bizim genlerimizden, Ata kültürümüzden gelir, daha önceleri evinin arkasındaki dağa tırmanılabileceğini aklından bile geçirmeyen pek çok kişi, TDF’nin öncülüğünde bu asil sporu tanımış, öğrenmiş, sevmiştir ve bizler gibi heyecanla bu sporu yaşamaktadır. Bu gelişmeyi kimse olumsuzlayamaz. Ancak bu gelişmeler, kendisinden önceki yönetimlerde geliştirilen ve Türk Dağcılığı’nı artık 7000’lik – 8000’lik zirvelere taşıyan yetişmiş, deneyimli yıldız sporcuların ve çoğunun bağlı olduğu 20 – 30 yılı aşan geçmişe sahip olan üniversite kulüplerinin neden 10 yıldır görmezden gelindiğini kabul edilir kılmaya yetmiyor. En kolay söylenen “yönetmelikler böyle” cevabını kabul etmiyorum. Adil ve şeffaf çalışma anlayışında olduğunu iddia eden bir yönetimin bu çarpık durumu çözecek önlemleri de düşünmesi gerekirdi. İlan edilen lisanslı sporcu rakamlarını ve tescilli kulüp sayılarını, sporun ulaştığı seviye, elde edilen başarılar ve etkinliklerdeki kalite gözönüne alındığında, bu sayısal veriler, dünyanın yedi kıtasında çok değişik seviyelerde sayısız tırmanış yapmış profesyonel bir dağcı olarak beni tatmin etmemektedir.

Türkiye’de pek çok kurumda hakim olan bizden – bizden olmayan ayırımı ne yazık ki dağcılık sporunu da olumsuz etkiledi ve etkilemeye devam ediyor.

– ÜNİVERSİTEYİ BİTİRDİĞİMDE YOLUMU ÇİZMİŞTİM

Takım sporu olarak dağcılığı yaparken, bir yandan da takım çalışması ve liderlik konularında dersler veriyorsunuz. Bu yönünüzü de anlatır mısınız?

Ders vermeye 5 yıldır devam ediyorum. Bahçeşehir Üniversitesi’nde kredili seçmeli ders olarak verdiğim bu konuları ayrıca bir seminer formatında da 10 yılı aşkın bir süredir çok sayıda kuruma vermeye devam ediyorum. Bence önemli olan kişisel de olsa, kurumsal da olsa kendi kapasitesinin ve potansiyelinin farkına varmak ve onıu açığa çıkarmaya çalışmak olmalı. İnsanlara ilk göstermeye çalıştığım, anlattığım şey bu. Kendisini tanıyacak., kendisini eşeleyecek. Öğrenmeye, tanımaya çalışacak. Kendi içine dönüp, bakıp, benim yeteneklerim acaba nerede iyidir. Kulağım mı iyidir, yoksa fiziksel kapasitem mi iyidir, yoksa düşünsel kapasitem mi. Kendisiyle eğer iyi ilişki kurduysa, kendi aklıyla bedeniyle ruhuyla o zaman o yetenekleri doğru bir şekilde değerlendirebiliyor insanlar. Hedefimiz, içimizdeki en iyi bene ulaşmak olmalı. Hep şunu söylerim, benim de en büyük şansım bu oldu. Üniversiteyi bitirdiğim gün 24 yaşındayken yolumu çizmiştim. Bir de tabi hep hedef odaklı hareket etmek. Yani o yeteneklere uygun, ulumlu hedefler seçip o hedeflerle başa çıkabilecek koşulları yaratmaya gayret etmek ve bu süreçleri de kontrollü riskler üstlenerek lehimize çevirmeye çalışmak. Ondan sonra o seminer boyunca da bir çok kavramdan bahsediyorum.

Bir takım çalışmasında ise en önemli şey; misyon, vizyon ve değerler. Kurum kültürünün ne olduğu gibi temel konular. Yani bunu eğer baştan tespit etmezseniz takım çalışmasını sağlıklı bir tabana oturtamazsınız. Biz hangi amaçla bir araya geldik. Hedeflerimiz nelerdir. Bunlara ulaşırken hangi değerlerle hangi ilkelerle hareket edeceğiz., bu anlamda kurum kültürümüz nedir, bizden ne ister. Bunun yazılı olması çok önemlidir. Çünkü bunu tespit etmediğiniz taktirde idareden, yönetimden sorumlu yeni bir anlayış geldiğinde o kendi kafasına göre sistemi oturtmaya kalkabilir. O zaman da o grup içerisindeki insanların bir kısmıyla örtüşmeyebilir fikirleri. O yüzden de içeride çatışmalar başlar. O yüzden bir takımdan bahsediyorsak, ilk yapacağımız iş birlikteliğin kurallarını yazılı hale getirmek. Misyon, vizyon değerler, ilke ve etik kuralları. Bu kısmını sağlam oturtursanız hiç korkmanıza gerek yok. Çünkü kim gelirse gelsin zaten o ilkelerle hareket edecek. Etmediği takdirde başkaları da bir şey sorduğunda ya da bunu engellemek istediğinde bak sen şu ilkeye aykırı davranıyorsun bu davranışınla diyebilecektir. Zaten misyon ve değerler değişmez. Onlar bir kere kurulur ve ilelebet kalır. Hedeflerinize ulaştığınız sürece vizyonunuz değişir sadece.. Ama önemli olan işi kişisellikten çıkartıp kurumsal hale dönüştürmek için muhakkak yazılı ve herkesin üzerinde anlaşmış olduğu ilkelere ihtiyacınız var. Bunu sağlamadığınız takdirde size göre farklı olur, ona göre farklı olur, bana göre farklı olabilir karar mekanizmaları. Yönetim kademesinin elbette ki bir karar aralığı vardır ama bu sonuçta yetkisini gene de o ilkelerden alır.

8000 metrelik bir tırmanış ciddi bir takım ön hazırlıklar, hedef odaklılık, konsantrasyon, lojistik, iletişim, planlama gibi kişisel ve ekip anlamında beceriler ve kritik süreçlerde karar verme ve sorun çözme, risk yönetimi becerileri gerektirir. Bu nedenle Everest tırmanışından sonra bu konuları üniversitede aldığım işletme eğitimimle de birleştirip özgün bir çalışma çıkardım ortaya. Zirveye Doğru adıyla da sayısız kuruma verdim bugüne dek.

http://www.nasuhmahruki.com/zirve/

AKUT’un ve gönüllülerinin gençlere örnek model olması bakımından büyük önemi var. Bu konuya nasıl bakıyorsunuz?

Bu konu bizim büyük bir hassasiyetle üzerinde durduğumuz bir konu. AKUT’un özellikle çocuklar ve gençler tarafından çok sevildiğinin ve takdir edildiğinin farkındayız. Bu nedenle her an gözleri üzerimizdeymiş gibi hareket ederiz. Öyle ki AKUT kıyafetiyle sigara bile içmezler ortalık yerde bizim gönüllülerimiz. Araç sürerken de, başkalarıyla iletişim kurarken de, eğitim, tatbikat veya operasyon gibi çalışmalar yaparken de herşeyimize dikkat ederiz.

Ancak bütün bu özenimiz ve dikkatimize rağmen, medyanın bazı unsurları tarafından karşımıza çıkarılan bu sorunları anlamak çok zor. Bunlar toplumun bizim gibi rol modeller tarafından değil, onların vermek istediği gibi rol modeller şarkıcı, türkücü, futbolcu, bu tipler etrafında kalmasını istiyorlar. Zaten bize bu kadar vurmalarının sebebi de bu. Biz çünkü onların görmek istemediği bir rol modeliz. Topluma da göstermek istemedikleri bir rol modeliz. Bunlar o kadar profesyonel ve bilinçli kurgulanmış ki. Yeni kitabımı okuduğunuz zaman şaşıracaksınız ama bütün taşlar yerine oturacak.

– ASIL KÜRESEL ISINMADAN KORKUN

Olası İstanbul depremiyle ilgili hazırlıklar konusunda düşünceleriniz nedir? Size göre herhangi bir hazırlık var mı gerçekten?

Bu probleme bence herkes yanlış yerinden bakıyor Türkiye’de. Yani arama kurtarma ekibi sayısı artırmakla bu iş çözülmez. Bence yapılacak tek çözüm var İstanbul için, İstanbul’un nüfusunu azaltmak lazım. Bu nüfusla bu iş olmaz. Dünyada İstanbul benzeri örnekler Rio, Sao Paolo, Meksiko City gibi yerler, nüfusları 15 – 16 milyon civarında ve her biri bir suç kenti, korku içinde yaşıyorsunuz. Oysa medeniyetin ve refahın sağlıklı paylaşıldığı kentlerde ise nüfus yoğunlukları bambaşkadır. Almanya’nın hiçbir kenti 3.5 – 4 milyondan kalabalık değildir, çünkü refah ülke içinde eşit ve adil olarak dağıtılmıştır.

Nasıl yapacaksınız?

13-14 milyon kişinin yaşadığı bir megapolden bahsediyoruz. Gün geçtikçe de yaşam standartları genel nüfus için düşüyor. Türkiye’yi yönetenler kara taşımacılığını demiryolu ve karayolu üzerinden yapma konusunda 1950’lerde politik bir tercih yaptı. Muhtemelen dışarıdan yapılan baskılar sonucunda hem kurulum hem de kullanım maliyeti çok yüksek olan karayolu taşımacılığını seçti. Oysa dünyanın en zengin ve güçlü devletler bile kurulum maliyeti yüksek olmakla birlikte kullanım maliyeti çok düşük olan demiryolunu tercih etmiştir. 10. yıl marşımızda bile gırtlağımızı patlatırcasına söyleriz; ”demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” diye. Hani nerede, sadece marşlarda…

İstihdam imkanlarını Anadolu’ya taşımadan nasıl refah adil dağıtılır. Anadolu’da koskoca bomboş topraklar var. Demiryolunu zamanında yapmadığı için ki Türkiye’nin zaten esas yaptığı stratejik hata budur. Kara ulaşımını demiryolu üzerinden kurgulasaydı, sanayi ve endüstrinin kullanabileceği çok daha ekonomik ulaşım ve taşıma imkanları olacaktı. O zaman da sanayi yatırımı Marmara bölgesine ya da işte sermaye İstanbul’da olduğu için İstanbul dibine konuşlanmak zorunda kalmayacaktı. Şimdi biz 17 Ağustos’ta Marmara bölgesinde 18.000 civarında vatandaşımızın yanısıra bir de on milyonlarca dolarlık para kaybettik 45 saniyede. Çünkü Türkiye’nin ağır sanayisi orada müthiş yara aldı. Halbuki burası birinci derece deprem bölgesi. Kuzey Anadolu fay hattı üzerinde ki bu dünyada en aktif fay hatlarından biri. Biz neredeyse bütün sanayi yatırımlarımızı bu bölgeye, aslında turizm bölgesi olarak seçilse daha verimli olabilecek bu topraklara kurmuşuz. Marmara bölgesi, yeşiliyle, deniziyle, ılıman iklimiyle tam bir sayfiye yeri aslında, ama biz sanayi bölgesi yapmışız. Düşüncesiz, dar kafalı ve ileriyi göremeyen yöneticiler yüzünden böyle Türkiye. Sistemi öyle bir kurmuşsunuz ki siz, tamamen petrole, petrol türevlerine, otomobil sektörüne, lastiğe şuna buna bağımlı bir sistem içindesiniz. Bu da çok maliyetli. Türkiye’nin koşulları gereği doğal olarak da sermaye İstanbul’da. Sermaye de Anadolu’nun ücra bir köşesine bu kadar maliyetli bir sistemle gitmeye korkuyor. Anadolu’dan sürekli göç geliyor buraya. Anadolu’da istihdam imkanı yok, iş imkanı yok. Ne yapacak bunlar? Mecburen şehirlere göç ediyor. Burada iş bulabilirse ne ala, yoksa ya çok zor şartlarda yaşam mücadelesi veriyor, köyündekinden bile daha mutsuz yaşıyor. Bazıları ise daha da kötüsü kapkaççı oluyor, gaspçı oluyor, hırsız oluyor, tinerci oluyor. Tarikatların, çetelerin, terör örgütlerinin eline düşüyor. Yani böyle bir sistem olur mu. Sonra da biz İstanbul’un deprem güvenliğinden bahsediyoruz. Hangi deprem güvenliği. Şu nüfus işi çözülmeden nasıl depreme dayanıklı binalardan, depreme dayanıklı bir şehirden bahsedebiliriz ki.

Bütün bunlar bir yana bence esas küresel ısınmadan korkmalıyız. Depremden kaçarsınız, küresel ısınmadan kaçamazsınız. Hiçbir tarafa. Şu anda dünyanın en büyük sıkıntısı. Geldi. Yaşıyoruz, şu anda yaşıyoruz. Bu deprem gibi değil. Deprem sonuçta bölgesel bir şey. İstanbul depremi bile olsa tamam, Türkiye hakikaten müthiş zarara uğrar, müthiş perişan olur ama bir şekilde kalkar ayağa. Küresel ısınmada eğer hazırlık yapılmazsa kimse ayağa kalkamaz. Nüfusun, dünya nüfusunun kırılacağından bahsediliyor. Burada biz de muhtemelen çok büyük zarar göreceğiz. Bazı bilim adamları insan yerleşim yerlerinin ve tüm insanlığın bundan büyük zarar göreceğini söylüyor. Bir çok canlı türü de aynı durumda.

Bizim alıştığımız bir standart var, bir yaşam anlayışı var. Bu yaşam anlayışını değiştirmemiz gerekecek. Hem de çok kökten ve çok ciddi değiştirmemiz gerekecek. Bu da stres demek. Yani insanların üzerinde bir stres demek. Bunun yaratacağı başka problemler olabilir. Tetikleyeceği çatışmalar olabilir. Benim kafamdaki esas korku bir süre sonra kendini gösterebilecek bölgesel başlayıp genele de yayılabilecek sıcak çatışma ve savaş. Susuz kalmak da değil. Susuzluk bile bir yere kadar bir strestir. Ama ondan tetiklenen savaş dediğiniz andan itibaren o artık önü alınamaz bir facia olur.

Bu durum olur olmaz bilemiyorum, ama şu anda aklı başında herkesin bir an önce yapması gereken şey, aramızdaki her türlü çekişmeyi, itişmeyi bırakıp, milli birlik ve beraberlik içerisinde kendimizi en kötü senaryolara karşı hazırlamak olmalı. Karşımızdaki problem susuzluk da olsa, deprem de olsa, hastalıklar da olsa, çatışma da olsa, bunları daha az zararla atlatabilmenin ön koşulu birlikte hareket edebilmek ve milli güç unsurlarımızın tamamını aynı noktaya toplayabilmektir. Aramızda paylaşamadığımız her ne ise bir an önce bunları halledip geleceğe odaklanmamız gerektiğini söylemek isterim.