Röportaj 2

Doğa sporlarıyla tanıdığımız Nasuh Mahruki nasıl bir çocuktu?

Çocukluğumda doğa ve hayvanlara çok düşkündüm. Büyükbabamın Etiler’de yaptığı bahçeli bir evde oturuyorduk ve bir çok hayvan besleme fırsatım oldu. İlk akvaryumumu ilkokulda silikonlarla camı yapıştırarak yapmıştım. Çocukluğumdaki bu ilgi üniversitede doğa sporlarıyla tanışma fırsatı olunca kendini gösterdi

-Doğa sporlarını yapmak belli bir seviyede güç ister. Muhtemelen daha öncesinden de spora yatkınlığınız olmalı?

Ben hareketli biriydim. İlkokulda dört sene yüzdüm ve 11 madalya aldım. Lisede hentbole merak saldım ancak dersler ağır olduğundan devam edemedim. Üniversitede de ise dağcılık yamaç paraşütü gibi sporlarda yetenekli olduğumu keşfettim, zevk aldım zaten arkası da geldi.

-Spor yaparken doğayla bütünleştiğinizi hissediyor musunuz?

Doğa müthiş bir kaynak, insanın bütün enerjisini değiştiriyor. Yeşili, denizi seyretmek, bir akarsuyun yanında durmak bile insanın enerjisini bambaşka bir yere taşıyor. Daha sakin hale getiriyor. Bir de işin içinde sportif bir taraf olunca fiziksel ve ruhsal bir mücadeleye giriyorsunuz. Böyle insanlar doğaya yaptığı yolculuklarda kendini tanıma fırsatı buluyor ve sınırlarını görebiliyor.

-Köklü bir aile geleneğiniz var. Bu size hayatınızda kolaylıklar sağladı mı?

Bir kere aileden gelen görgü çok önemli. İnsan bu görgüyü hayata yansıtıyor. Her şeyden önce köklü bir ailede insan küçük yaşta bile olsa kendine saygı duymayı, çevresine saygı duymayı, herkesin hakkını teslim etmeyi, yeri geldiğinde kendini savunması gerektiğini öğreniyor. Aile terbiyesinin hayatıma çok şey kattığını söyleyebilirim.

-Sizce Türkiye geleneklerine ve geçmişine yeterince sahip çıkıyor mu?

Türkiye kendi değerlerine yabancılaşmış bir süreç yaşıyor. Bugün etrafta gördüğümüz, televizyonda izlediğimiz programlar, özel hayatların en sefil haliyle açığa vurulması kent kültürümüzde de Anadolu kültüründe de yok. Bunların hepsi yoz ve hibrid kültürün ürünleri. Dört tane sosyopatı çıkarıyorlar ekrana birbirlerini küfür, kafir bunu da televizyonculuk olarak sunuyorlar. Bu insanları aptal yerine koymaktır. Onlar da birbirleriyle didiştikleri için insanlarda seyirlik eğlence gibi izliyorlar olanı biteni. Bu kentli olamamış ama Anadolu kültürünü de taşıyamayan yoz bir kültürün eseri. Bu televizyon programları da bu yoz kültürün uyuşturucuları.

-Futbol konusundaki görüşleriniz nedir?

Ben profesyonel sporcuyum futbolun fiziksel ve psikoloji olarak insana ne katıp ne götürdüğünü çok iyi bilirim. 90 dakikalık keyifli seyirlik bir spor olan maçlardan sonra her televizyonda üç saatlik “Şu şunu dedi” tartışmasının ne manası olabilir. Kime ne faydası olabilir. Hayata ne tür katma değer sağlayabilir. Bu tür yorum programları insanların zamanını, duygularını ve beynini çalıyor. Seni hayattan koparıp havanda üç saat su dövdürüyor. Ortaya da olumlu bir enerji çıkmıyor. İşte bu kendine yabancılaşmanın da bir parçası. İnsanlar döner bıçaklarıyla birbirlerine saldırıyorlar. Vatan savunması dersen anlayacağım ama altı üstü bir rengin peşinden koşuyorsun! Bunun için ölmeye öldürmeye değer mi? Bunun sporla ne alakası var. Bu olsa olsa vandallık olabilir…

-İnsanların kendine, kültürüne yabancılaşması nasıl ortadan kaldırılabilir?

Bir kere toplum hayatı bir ortaklıktır. Ortaklığın sağlıklı sürdürülmesi için herkesin üstüne düşen düşen sorumlulukları yerine getirmesi gerekir. Bunun içinde toplumun çıkarlarının ön planda tutulması gerekir. Biz öğretilen kazan kazan formülü doğrudur ama yeterli değildir. Yeteli olan kazan kazan kazandır olmalıdır. İş yaparken “çevre ne oluyor, dünya ne oluyor, toplumun geri kalanına ne oluyor?” diye de düşünmek gerek. Olayları sadece kar odaklı düşünürsek geleceğimiz yer vahşi kapitalizm olur.

-Sizce kazan-kazan-kazandır ilkesine uymayan, doğayı tahrif eden projeler var mı?

HES’ler büyük bir sorun. Ben Türkiye’nin enerji üretmesine hatta nükleer enerji üretmesine de karşı değilim. Ama bunun iyi hesaplanın doğru kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Antalya Alakır’da suyun az bir miktarını bırakıp geri kalanını borularla taşıyorlar. Eğer böyle yaparsanız ana güzargahtaki suyu çekmiş olursunuz ki bu da oradan geçen böceğe, çiçeğe, oradaki çiçeğe yaşam hakkını tanımaz. Suyun doğadan akması lazım ki faydası olsun. Cansuyu diye yüzde onluk bir su bırakıyorlar ama o yetmez ki!

-Sizce Anadolu insanlara yetmiyor da mı insanlar İstanbul’a göç ediyor?

Bugün Türkiye’de yaşayan beş kişiden biri İstanbul’da yaşıyor. Benim ailem 200 küsü senedir İstanbullu. Kentli olmak başka bir şey Bugün İstanbul’da yaşayan insanların yüzde 75’i İstanbul doğumlu değil. Sonradan karnını doyurmak için gelmiş. Almanya’nın en büyük şehirleri 4 milyondan kalabalık değil. İstanbul ise 14 milyon. Burada bir mantıksızlık var. Medeniyeti eşit bir şekilde vatana yayarsan insanlar doğdukları yerde karınlarını doyururlar ve orada kalırlar.

-Spora dönecek olursak. Doğa sporlarının bir mücadele olduğunu söylemiştiniz. Bu mücadele doğaya karşı mı veriliyor?

Doğaya karşı nasıl vereceksiniz ki? Doğa zaten seninle ilgilenmiyor ki! Sadece seyrediyor. İyi yaptın kötü yaptın diye seni ne ödüllendiriyor ne de cezalandırıyor. Sadece yağmur, rüzgar, güneş gibi olasılıklarını gerçekleştiriyor. Doğada yapılan sporlar doğayla mücadele gibi görünse de insanın kendiyle mücadelesidir Çünkü insan doğayı değil kendini aşmaya çalışıyor. Aştığın her hedef kendin için yeni bir sınır anlamı taşıyor

-İnsanın yaradılış gerçeğine ne gibi katkıları var doğa sporlarının?

Doğada yapılan aktivitelerde başka uyaran yok. Ev kirası, vergi borcu, okul, sınav yok. Sen ve doğa var. Bir de tabi yanında arkadaşların var. Doğa sporları insanın kendi içine dönmesine fırsat veriyor.

-Sizin açınızdan müşahhas olarak neler değişti?

Yazdığım yedi kitap doğayı, kendi,hayatı ve dünyayı tanıyarak yazdığım eserler. Ben doğadan dağlardan çok şey öğrendim 95 yılında Everest’ten dönerken 27 yaşımı bitirip 28 yaşıma basıyordum. Yani yaş günümdü. O günkü yürüşümde bir daha 27 yaşında olamayacağını, zamanı geri döndüremeyeceğimi idrak ettim Bunu biliyorsunuz ancak içselleştirmek bambaşka bir şey. Bir saat boyunca oturup bunun üzerinde düşündüm…

-Everest gibi bir dağa tırmandınız. Ekip olsanız bile kendi içinizde yalnızsınız. O anlarda yaratıcıyı düşünüyor mu insan?

Sürekli O’nunlasın O’ndan hiç kopamıyorsun ki! Hatta ben zorlu işlerle uğraştım bunları hep güven içinde yaptım. Hep korunduğumu hissettim. Her ne iş yaptıysam, her ne tehlikeyle uğraştıysam “Ben buradan çıkarım, başıma bir şey gelmez” düşüncesiyle hareket ettim. Tabi bunları böyle düşünürken bütün emniyet önlemlerimi en iyi şekilde de aldım.

-Kuzey Yamacı adında sinema filmi izlemiştim. Orada da dağcılığın zorlukları bütün gerçekliğiyle anlatılıyordu. Arkadaşlarını bir ipin ucunda asılı olarak bırakıp ölüme terk ediyorlar…

Dağa tırmanırken ip arkadaşı oluyoruz. Benim hayatım sana senin hayatın bana emanet oluyor. Bu hayatta duyabileceğiniz en yüksek güven. Bu da güvenmeyi ve güvenilir olmayı öğretiyor. Sen olmasan ben ben olmasam sen gidemezsin. Yaralanma olaylarında işler değişir, yaralıyı nasıl indireceğimizi düşünürüz. Ölüm farklı…

-Ölen arkadaşlarınız oldu mu? Peki siz de Kuzey Yamacı filmindeki gibi bir kazada ulaşmamız imkansız diyerek arkadaşınızı soğuğun içinde asılı bırakıp ölmeye terk edermiydiniz?

Benim yirmiye yakın arkadaşım öldü. Ölüm olaylarında yapacak pek bir şey yoktur. Ya ilerlersiniz ya da ekibin psikolojik durumuna göre geri dönersiniz. Ancak Kuzey yamacı dediğin filmi izleyince şok oldum. Bizim tanıyalım tanımayalım birini dağda o şekilde bırakmamız sözkonusu değil. Gerekirse hayatımızı veririz o insanı soğuğun ortasında asılı şekilde bırakmayız. Türkiye’de yok böyle bir şey. Hiçbir Türk dağcısı böyle yapamaz. O insanı yorgunuz, malzememiz yok, hava şartları kötü diye bırakamazsınız. Kurtarmayı deneyeceksiniz ölecekse bile elinizde ölecek.

-Türkiye’deki insanlar sportif kabiliyetlerini tanıyor mu ?

Hiç de değil…Türkiye’nin yaş ortalaması 28.8 neredeyse benim yaşımdan 14 yaş daha genç. En son olimpiyatlarda rezil olduk. Türkiye 30 milyon genç nüfusu olmasına rağmen 10 genel nüfusu 10 milyonluk olan ülkeler bizi geçti. Nüfusumuzla doğru orantılı olmayan sonuçlar alıyoruz. Türk insanı kendi potansiyelini performansa dönüştüremiyor. Kabiliyetleri keşfetmiyor. Bizim gençlerimiz diğer ülkelerin gençlerinden daha mı yeteneksiz. Alakası yok!

-Türkiye’deki siyasi kutuplaşmalara baktığınızda sporcu gözüyle ne düşünüyorsunuz?

Biz Osmanlıdan geliyoruz. Osmanlı 600 sene 30 tane devletin kurulduğu topraklara imparatorluk kurmuştur. 72.5 milleti biz huzur ve barış içinde yaşatmışız. Kudüs gibi insanlık tarihinde sorunlarla boğuşan bir yer Osmanlı döneminde ancak sükuneti yaşayabilmiştir. Türk kültürü müthiş hoşgörülüdür. Biz Yunus Emre’nin, Mevlana’nın, Hacı Bektaş’ın torunlarıyız. Biz bu coğrafyada adil devletler kurmayı nasıl becerdiysek yine başarabiliriz.

-Halklar arasında bir kutuplaşma olduğunu düşünüyor musunuz?

Olmayan bir şeyi oldurmaya çalışıyoruz. Kim bizim ortak ve bizi bir arada tutan şeyleri önplana çıkarıyorsa Türkiye’nin dostudur, farklılıklarımızı ortaya çıkarıyorsa Türkiye’nin düşmanıdır. Kim Türkiye’nin farklılıklarını ortaya çıkarıyorsa hangi seviyede olursa olsun kendi koltuğunu düşüyor demektir. Farklı olan düşüncelerimizi, kıyafetlerimiz, yaşam tarzlarımızı önplana çıkarmak, ortak olduğumuz onca şeyi göz ardı etmek haksızlıktır.