Röportaj 8

“Bir kişinin bilgili olması,

kimseye fayda sağlamaz”

Marmara Depremi ile hayatımıza bir sivil toplum kuruluşu girdi: AKUT. O gün bugündür pek çok felakette hayatı kurtarmak için tüm dünyada çaba harcayan AKUT’un kurucusu üyesi ve başkanı Nasuh Mahruki, bir yandan da kişisel birikimlerini paylaşmak için seminerler veriyor, kitaplar yazıyor. Ona göre, bilgi paylaşılmadığı sürece, bir anlam taşımıyor.

“Dağcılığa başladığımdan itibaren hayalim K2’ye oksijen desteksiz tırmanmaktı. Şimdiki hayalimse bu kez oksijen desteği olmadan Everest’e tırmanmak…”

“AKUT’u dünyadaki arama-kurtarma ekiplerinden ayıran en önemli özellik, kapsamlı bir ekip olması. Zira AKUT dağ kazalarında da, doğal afetlerde de gereken yetkinliğe sahip bir ekip”

“Bir dönem Sivil Savunma ile karşı karşıya geldik. Ancak bu tasarruf sonrasında sert bir bildiri yayınlayarak sesimizi yükseltince, sular duruldu. Şimdilerde sorunumuz yok.”

“Ben, yola koyulduğumda önümde kimse yoktu. Bunu 21 yaşında fark ettim ve o günden sonra her çalışmamda günlük tutarak benden sonra gelenlere yol göstermek istedim. Çünkü bir kişinin bildiği şeyin kimseye faydası yok!”

Herkes onu ve kurucusu olduğu AKUT’u 1996 yılında kurulmuş olmasına rağmen ‘Marmara Depremi’ ile tanıdı. O günden sonra deprem, çığ, sel, orman yangını gibi bütün afetlerde ‘kırmızı giyen adamları’ gördük televizyon ekranında. Sadece yurtiçinde değil, yurtdışında da hayat kurtarmaya gitti Mahruki’nin gözü kara arkadaşları… Kimi zaman engellendi AKUT, kimi zaman desteklendi. Üstelik tek yaptıkları afetten sonra ‘can kurtarmak’ değildi. Türkiye’yi iki kez dolaştılar, afet konusunda halkı bilinçlendirmek için. Aynı zamanda bir dağcıydı Nasuh Mahruki. Dağcılar arasında efsane niteliği taşıyan K2’ye oksijen desteği olmadan tırmanarak ilk hayalini gerçekleştirdi. Sonra kilometrelerce yol kat etti. Birbirinden farklı dağlara tırmandı. Ve sonra bir şey fark etti: Bilginin paylaşılmadan bir anlam taşımadığını… Şimdilerde yedinci kitabını yazmak için kollarını sıvayan Mahruki’yi evinde ziyaret ettik ve ‘sure we can’ röportajlarının ilkini ‘zoru başarmayı seven adam’ ile gerçekleştirdik.

AKUT nasıl bir düşüncenin ürünü olarak doğdu?

Ben profesyonel bid dağcıyım. AKUT’u da dağcılar kurdu zaten… Dağ ve doğa sporlarında meydana gelebilecek kazalarda can kaybı yaşanmasını önlemek amacıyla böyle bir düşüncenin içerisine girdik. Ve bunu yaparken de Türkiye’nin afetlere açık bir ülke olduğunu fark ettik. Sonrasında da kapsamını biraz daha geniş tutarak 14 Mart 1996 yılında AKUT’u kurduk.

Peki, bu düşünceleri eyleme geçiren olay neydi? AKUT ve Nasuh Mahruki’yi ortak paydada birleştiren unsur neydi?

AKUT’un kuruluşunda ilk adımları atmamız 1994 yılının Kasım ayında yaşanan bir dağ kazası ve sonrasında kaybolan iki genç öğrencinin arama çalışmalarına denk geliyor. Bu haber bize ulaşınca, hemen gençlerin kaybolduğu Bolkar Dağı’na hareket ettik. O dönemde arama-kurtarma çalışmaları böyle gelişiyordu. Bir dağ kazası yaşandığında dağcılar doğal olarak, herhangi bir organizasyon olmaksızın bölgeye gidiyor ve arama çalışmaları doğaçlama yapılıyordu. Askeri helikopterlerin de yardımıyla arama çalışmalarımızı sürdürdük. Ancak 14 günlük çok yoğun bir çalışmanın sonundaçocukları bulamadık. Bu olayın ardından benim de aralarında bulunduğum bir grup dağcı, bir toplantı düzenledi. Bu toplantıda bazı öngörülerde bulunduk. Toplantıda ön plana çıkan başlıca iki öngörüden biri Türkiye’deki genç nüfusun artışı ve dağ sporlarına artan ilgiydi. Bunun sonucunda da doğru orantılı olarak kazalarda da artış beklenebilirdi.

Toplantılarımızda dikkat çektiğimiz diğer öngörümüzse dağda kazaya uğrayan bir sporcuya ancak diğer dağcıların yardımcı olabileceğiydi. Bunun üzerine örgütlenmeye karar verdik. Ardından bir yılı ön çalışmalarla geçirdik. Bu süreçte bir şey daha fark ettik; Türkiye’nin coğrafi yapısı nedeniyle yüzde 92’inin deprem riski içerdiğini… Ve nüfusun yüzde 98’i de bu bölgelerde yaşıyordu. Hal böyle olunca “Madem biz, bir arama-kurtarmak ekibi kuruyoruz, Türkiye’de bu açıdan bir doğal afet bölgesi, bu durumda kapsamımızı biraz daha genişletelim” dedik. Ve AKUT’u bu zihniyetle kurduk. O günden bugüne kadar da hem operasyonel anlamda arama-kurtarma yapan hem de bu doğrultuda eğitimler veren bir sivil toplum kuruluşu olarak çalışıyoruz.

Bugün AKUT dendiğinde akla ilk olarak Nasuh Mahruki geliyor. Şüphesiz bu durumda kuruluşun başkanı olmanızın etkisi de var, ama sanki bununla sınırlı değil gibi…

Söylediğiniz üzere bunda başkanı olduğum kadar kurucu üyesi olmamın da payı var. Ayrıca lider kadro içinde AKUT’un vizyonundan ve stratejisinden de sorumlu olan kişiyim. Bununla alakalı olduğunu düşünüyorum. Tabii buna ek olarak gerçekleştirdiğimiz çalışmalarda elde ettiğimiz başarıların da ön plana çıkmamızda etkisi var.

AKUT kuruluşunda koyduğu hedeflerini bugün yakalayabildi mi?

Daha çok yol kat etmemiz gerekiyor. AKUT’un bir hayali var: Türkiye’nin afetlere dayanıklı bir topluma dönüşmesi. Bununla ilintili olarak da plansızlıktan, günü kurtarmaktan, yolsuzluktan, rüşvetten, ahlaksızlıktan, hukuksuzluktan artık insanlarımızın ölmemesini istiyoruz. Engellenebilir ve önlemi alınabilir sebeplerden dolayı insanların ölmesini istemiyoruz. Maalesef Türkiye’de insanlar çok basit sebeplerden ötürü hayatını kaybediyor. En basit örnekle 1999’daki depreminde yaklaşık 18 bin civarında insanımız hayatını kaybetti ve 70 bine yakın bina yerle bir oldu. Binayı depreme dayanıklı yapmazsanız, o bina, bölgede yaşanacak güçlü bir depremle yıkılır. AKUT bunu istemiyor. Bunları görmezden gelerek yaşamak istemiyor. Ülkenin bu yöndeki algısının değişmesi gerekiyor. Biz, “Afete dayanıklı bir ülke ve toplum” derken, yurttaşın bilinçli olmasından bahsediyoruz. Yani bu işin özünde hem eğitim var hem de yapı stoklarının güçlendirilmesi. Biz, bir arama-kurtarma ekibiyiz, bize her konuda daha az iş düşmesini amaçlıyoruz, afetlerden en az şekilde zarara uğramayı istiyoruz. Bize daha az işe düşebilmesi için de binaların sağlam yapılması gerekiyor. Güçlü binalar yapmak için dürüst olmak ve işinin ehli olmak yetiyor. Yetkililer rüşvet almayacak, müteahhit de malzemeden çalmayacak, vatandaş da yerel yönetimlere karşı elindeki oyunu bir pazarlık unsuru olarak kullanmayacak. Yönetmelikte ne yazıyorsa, onu yapacaksınız.

İstanbul’un yüzde 80’inin kaçak olduğu söyleniyor. Kaçak yapılaşma büyükşehir için çok büyük bir tehlike. Özellikle de deprem riskinin olduğu şehirlerde. Ayrıca sürekli göç alan bir kent İstanbul… Bu yapının değişmesi gerekiyor. Bu tabiî ki kolay değil… Nereden baksanız 40-50 yılda oluşan bir yığılma var. Ancak biz, halen geleceğe dair adımlar atamıyoruz. Bakın Marmara Depremi’nin ardından gözümüzü açtık kapattık 10 yıl geçti. 10 yılda çok önemli işler yapabilirdik. Yerimizde saydık demek elbette ki doğru olmaz ama sadece arama-kurtarma ekibi kurmakla doğal afetlerin yarattığı zararlardan kurtulamayız. Klişe bir söz kullanacağım: “Deprem öldürmez, depreme uygun inşa edilmemiş yapılar öldürür!”

Peki, önlemler alınması konusunda ne gibi etkinlikler gerçekleştiriyorsunuz?

Türkiye’yi iki kez TIR ile dolaştık. Sekiz-on kişilik ekiplerle 2004 ve 2008 yılında eğitimler vermek, halkı bilinçlendirmek için yola koyulduk. 81 ilin tamamını dolaştık. Deprem öncesi, sırası ve sonrasında yapılması ve yapılmaması gerekenleri anlatmaya çalıştık. Aynı zamanda halkın deprem sonrası neler talep edeceğini de bilmesi gerekir. Bu konuda da bilgilerimizi aktardık. Çünkü afete dayanıklı ülke olmak, hem aşağıdan yukarıya hem de yukarıdan aşağıya hareketle gerçekleşir. Birlikte hareket etmek gerekiyor. Hem vatandaş hem de yönetici duyarlı, bilinçli ve namuslu olmak zorunda, bir arsa sahibi hukuk dışı yollardan imar izni almaya çalışmayacak, yetkili de bu duruma izin vermeyecek.

Türkiye’yi iki kez TIR ile dolaştınız. Dolayısıyla her kesimden Türk insanıyla karşılaştınız. Halkın AKUT’a yaklaşımı nasıl?

Türkiye, maalesef gündemi hızlı değişen bir ülke. Yoksa AKUT’a büyük sempati, saygı ve en önemlisi de güven var. Ancak Türk insanı tam olarak yapılması gerekenleri yapamıyor ve kendi geleceğine sahip çıkamıyor. Örneğin deprem konusu… Evinden taşınması gerekiyor; ancak taşınamıyor. Bu ciddi bir ekonomik yük. Bu konuda çok daha farklı çalışmalar yapılmalı. En önemlisi, büyükşehirlere göçün durdurulması gerekli. Göçü durdurmak bir yana, tersine çevirmek gerekiyor. Düşünün ülkemizdeki her beş kişiden biri İstanbul’da yaşıyor. İstanbul bu kadar büyük bir kent değil ki? Bu yükü kaldıracak bir durumu da yok… Üstüne üstlük göç devam ediyor. Bu da kaçak yapılaşmayı ve çarpık kentleşmeyi doğuruyor. Keza sorunların çözülmesi zorlaşıyor. Ve depremler bu çarpık kentleşmenin yaşandığı bölgeleri tehdit ediyor. Peki, bu nasıl önlenir? En önemlisi, diğer illerde de yatırım yapıp, istihdam sağlayarak… İnsanların sıkıntısı olmasa, kendi evini terk edip, büyükşehire göç eder mi? Etmez. Bu konuda sanırım en güzel örnek Almanya. Almanya’da hiçbir şehrin nüfusu 3 – 4 milyonun üzerine çıkmaz. Çünkü yaşam alanlarına göre istihdam düzeyleri gayet dengelidir. Her yerde iş imkânı vardır ve refah eşit ve adil olarak paylaştırılmıştır. İnsanların hayatını sürdürebilmesi, ihtiyaçlarını karşılayabilmesi için her şehirde her türlü imkân yaratılmıştır.

Bir dönem Sivil Savunma ile sorunlar yaşadınız. Sizin bu konuda bir basın duyurusu yaptığınızı biliyoruz. Biraz bu konudan bahseder misiniz?

Evet, bir dönem böyle bir sorunla karşılaştık. Oysa belediyelerle ve kamu kuruluşlarıyla oldukça verimli çalışmalar gerçekleştirmiştik. Ancak Sivil Savunma ile nedense karşı karşıya geldik. Ta ki biz, sert bir basın bildirisi yayınlayana dek… Sorunun temelinde Sivil Savunma’nın AKUT’u kendisine rakip olarak görmesi yatıyordu. Çünkü Marmara Depremi’nde 110 kişi kadrosu olan Sivil Savunma, sonrasında 2 bin 500’lere ulaştı ve çeşitli yatırımlarla büyüdü. Bizi basın bildirisi yayınlamaya iten nedense yurtdışındaki afetlere, felaketlere gönderilmemizdi. Oysa AKUT, sadece yurtiçinde değil, yurtdışında da başarılı çalışmalara imza attı. Söz gelimi Yunanistan’a gittik ve çalışmalarımızdan ötürü YunanistanCumhurbaşkanı resmi olarak bizi kabul etti ve tebrik etti. Bu iki ülke arasındaki dostluğu da pekiştirdi. Tayvan depreminde arama-kurtarma çalışmalarına katıldık. Hindistan depreminde kurtardığımız canlar hem Türkiye’de hem dünyada takdir edildi. Ancak sonrasında Cezayir’de bir deprem oldu ve bizi yollamadılar. En kötüsü de ekibe girmek üzere görüşmeler yürütürken, arama ve kurtarma ekibi taşıyan uçağın kalktığını televizyondan öğrendik. Ardından İran depremi oldu. Biz Cezayir depreminde yaşananlardan sonra işi sıkı tuttuk ve gitmek için yoğun çaba harcadık. Gittik gitmesine, ancak bizim ekibimizden sadece beş kişiye yer verdiler. Oysa arama-kurtarma çalışması, bir ekip işi… Bu durumu onlara da aktardık, ancak sebep olarak yer olmadığı söylendi. İran’a bir gittik ki; diğer ekipler bırakın ekip arkadaşlarını, kendi ciplerini eksiksiz her türlü teçhizatını bile getirmişler. Ondan sonra Pakistan depremi oldu aynı senaryolara orada da rastlayınca, baktık iş olacak gibi değil; sert ifadelerle hazırlanmış bir basın bildirisi yayınladık ve dedik ki: “Eğer Sivil Savunma, böyle davranacaksa Türkiye’nin en donanımlı, en deneyimli gönüllü ekibinin önünü tıkayacaksa, biz bu işi bırakalım.” Sert bir çıkış yapınca, aradaki ilişkiler zamanla yumuşadı tabii. Neyse ki şimdilerde ilişkilerimiz daha iyi. Sorunları aştık diyebilirim.

Arama-kurtarma çalışmalarını diğer ülkelerle kıyasladığınızda, Türkiye ve AKUT’u nasıl konumlandırıyorsunuz?

Türkiye, gerçekten bu konuda iyi bir yerde. AKUT’a gelince; arama-kurtarma da oldukça yetkin bir ekibiz. Hatta dünyada bizim kadar kapsamlı bir ekip olduğunu da sanmıyorum. Zira genelde her konuda ayrı ayrı uzmanlaşma vardır. Dağ kazalarına ayrı ekip, sel için ayrı, deprem için ayrı bir ekip, orman yangını için ayrı ekip gibi… AKUT ise her konuda çalışmalar yürüten bir takım.

Arama-kurtarma konusunda tartışmaların yaşandığı en önemli olay, BBP Başkanı’nın da içinde bulunduğu helikopter kazası… Sizin ağzınızdan bu konunun bir değerlendirmesini alabilir miyiz?

Helikopter kazasında büyük şanssızlıklar var. Düşünün tüm hava araçlarında acil durumlarda konum belirlemek için bulunması zorunlu bir alet var. ELT denilen bu alet bu kazada helikopterin çarpması sonucu hasar görüyor ve bu nedenle yer tespiti yapılamıyor. Bölge o günlerde yoğun sis altındaydı. Görüş mesafesi 40 – 50 metreler civarındaydı yer yer. Sis olmadığı takdirde helikopterle havadan arazi taranabilir ve enkaz daha kolay bulunabilirdi. Sonra arazi dağlık… Tahmin edersiniz ki, dağda hareket etmek hiç de kolay değil. Üstüne üstlük bir de kar yağışı ve eksi 15 dereceye yakın bir soğuk… Bunlardan dolayı enkaza ulaşmak zorlaştı.

Bir AKUT gönüllüsü, bir felakette nasıl hareket eder? Ne zaman uyur? Ne zaman temposunu yükseltir? Zamanı nasıl kullanır?

Bu olaylara göre farklılık gösterebiliyor. Normalde bizim gibi ekiplerde vardiya usulü çalışılır. Belli ekipler çalışırken, belli ekipler dinlenir. Ancak biz, hiç böyle çalışmadık. AKUT’un özellikle depremlerdeki disiplini gayet iyidir. Çünkü depremlerde ilk üç-beş günde ne yapıyorsanız yaparsınız. Marmara Depremi’nde büyük özveriyle çalıştık. Şu kadarını söyleyeyim, ben beş gün boyunca yalnız altı saat uyudum. Ekipteki herkes böyleydi. Bu yüzden de hem yurtiçinde hem de yurtdışında başarılı olabiliyoruz. Dolayısıyla sistematik biçimde hareket ettiğimiz, şu saatte yatacağız, şu saatte arayacağız şeklinde oluşturduğumuz bir planımız yok. Daha doğrusu teoride var, ancak uygulamada yok. Özellikle kitlesel afetlerde tek hedefimiz, daha çok insanın hayatını kurtarmak!

Nasuh Mahruki’ye dönecek olursak; sitenizde 1992 yılından bu yana yaptığınız çalışmaları görebiliyoruz. Merak ettiğim, aralarından hangisi, doğa sporlarına başlarken Mahruki’nin kurduğu bir hayaldi ve gerçeğe dönüştü?

Hepsinin kendi içinde ayrı bir önemi var. Ama bir hayal diyorsanız, oksijen desteği almadan tırmandığım K2’ydi… K2’nin zirvesine çıkmak, dağ sporuyla ilgilenen herkesin hayalidir. Daha da ötesinde efsanedir. Zirvesine ulaşan her sekiz kişiden birinin hayatını kaybettiği bir dağdan bahsediyoruz. ‘Dikey Limit’ adında bir film yapılmıştır K2 üzerine. Bu nedenle biraz diğerlerinden ayırırım K2 tırmanışımı. Everest’i ve bir de Pobeda tırmanışını da çok önemserim.

Mahruki’nin AKUT çatısı altındaki çalışmalarının yanında seminerler verdiğini, Bahçeşehir Üniversitesi’nde ders verdiğini, keza yazdığı kitapları biliyoruz. Bilgi ve birikimi paylaşmak sizde nasıl bir duygu uyandırıyor?

En önemli konu bu. Ben dağ sporlarına başladığımda ve sonra AKUT’u kurduğumuzda önümde kimse yoktu. Ve sorularım olduğunda sorabileceğim kimse de… Her şeyi deneyerek öğrendim. Benden sonrakilerin daha rahat etmesini istediğim için bilgilerimi, birikimlerimi paylaşmanın çok önemli ve gerekli olduğunu kavradım. 20 – 21 yaşında dağlara mağaralara, kamplara, ormanlara gidip o güzellikleri yaşayınca insan bunları paylaşmazsa bir şeylerin eksik kalacağını hissediyor. İnanılmaz güzellikteki bu yerlerde elde ettiğim tecrübeleri ve birikimi kimseyle paylaşmadıktan sonra, bir şeyler eksik kalır hep. Çünkü paylaşmadıktan sonra o bilgiyi sadece sen biliyorsun. O yüzden paylaşmak, en az yapmak kadar önemli. Bu düşünceden hareketle 7 bin metrelik ilk tırmanışımı konu alan ‘Bir Dağcının Güncesi’ adıyla ilk kitabımı yazdım 24 yaşında… O tırmanışta günlük tuttum, fotoğraf çektim. Sonrasında da her tırmanışımda, her çalışmamda günlük, fotoğraf makinesi, video kamerası götürmeye başladım. Günlük tuttuğunuzda, aslında bir rehber hazırlıyorsunuz. Mesela motosikletle yaptığım yolculuğumu anlattığım kitabımı rehber gibi kullanarak, aynı yolculuğu gerçekleştiren insanlar var.

TNT ‘sure we can’ sloganıyla insan hayatıyla faaliyetlerini ilintilendirilen bir vizyona sahip. Başarılması güç çalışmalara imza atan Nasuh Mahruki’den bu vizyon odaklı bir iki cümle duymak, bizi mutlu edecek…

Aslında yazmaya devam ettiğim ‘Kendi Everest’inize Tırmanın’ adını verdiğim kitabımda da biraz bu konudan bahsediyorum. Bir kişisel gelişim kitabı. Yaklaşık 14 yıldır liderlik, takım çalışması, kendini tanımak, risk yönetimi gibi konularda verdiğim seminerlerin birikimini paylaşıyorum. Kitabın ana fikrinde de insanın her şeyi başarabilecek bir varlık olduğu yatıyor. Çünkü her insanın içinde bir potansiyel var. Önemli olan insanın kendini keşfetmesi ve kendine uygun hedefler belirlemesi. Önce insanın kendini tanıması gerekiyor. ‘Sure we can’ vizyonunu da bu doğrultuda düşünebiliyorum. Zira herkes, içindeki potansiyelle doğru orantılı olarak koyduğu hedefleri gerçekleştirebilecek yapıya sahip. Ama en kritik nokta, önce insanın kendini doğru tanımlaması ve kendi zirvesini doğru seçmesi. Sonrasında da bu hedeflerin arkasından inançla, cesaretle ve kararlılıkla yürümesi gerekli tabi…

Kutu:

Çıtayı her seferinde

biraz daha yükseltiyor

Nasuh Mahruki, kitap okumayı seviyor. Motosikletle yolculuk da onun bir diğer tutkusu. Tabii ki kurucusu olduğu ve halen başkanlığını üstlendiği AKUT’un daha da gelişmesi en önemli hedeflerinden biri ve zamanının önemli bir bölümünü buna ayırıyor. Dağcılık, her zaman için ayrı bir yere sahip hayatında. “Hayatımın odak noktasına yerleştirdiğim çok şey var. Kendimi tek bir şeye hapsetmem” diyen Mahruki, sonucu bir adım öteye taşıyabilen işler yapmayı seviyor. Bu nedenle hayatında çıtayı her seferinde biraz daha yükseğe koyuyor.

Kutu2:

Şimdi sırada Everest’e

oksijensiz tırmanmak var

Everest’e bir kez daha, bu kez oksijen desteksiz tırmanmak istiyor. Ancak henüz sponsor bulamamış. Sponsoru bulduğu an gitmeye hazır. 15 yıl sonra tekrar Everest’e tırmanmanın heyecanını bize bu projesini anlatırken yaşıyor. Konu sponsora gelmişken, ülkemizdeki sponsorluk faaliyetlerine de bir gönderme yapıyor: “Türkiye’de sponsorluk kavramı, hala oturmuş değil. Ne kadar etkili bir tanıtım aracı olduğu anlaşılamadı. Hem başarılı ve üretken insanlar için hem de vizyon sahibi kurumlar için çok iyi bir fırsat sponsorluk.