Şehit kanlarıyla sulanmış bayrağımız indirilirken bir şey yapamayan korkaklar sürüsü, bu yazım sizin için…
VATAN LAFLA DEĞİL EYLEMLE SEVİLİR – sayfa 134-137
Bu bölümde bir de bayrak sevgisi ile ilgili yazdığım; “Bayrak bütün devletler için kutsaldır” başlıklı makalemi de sizlerle paylaşmak istiyorum.
Geçtiğimiz günlerde tartışılan bayrak, bayrağımıza saldırı ve bayrağımıza saldıranlara saldırı konularında, bayrağımızı yerkürenin en yüksek dağlarına taşıyan ilk Türk olarak izninizle birkaç söz de ben söylemek istiyorum.
Bayrak, taşıdığı soyut anlamlar itibarıyla bütün devletler için kutsaldır, bu yüzden kanunlarla da koruma altına alınmıştır. Her devlet kendi bayrağını; egemenlik haklarının ve ulusal birlik ve beraberliğinin sembolu olarak en üst düzeyde konumlandırmış ve vatandaşlarını da çocukluklarından itibaren bu yönde eğitmiştir. İnsanlar bayraklarına duyduğu saygıyı, daha doğrusu bayrakta sembolleşen vatan ve millet sevgisini, bayrak sevgisi üzerine yazılmış sayısız şiir, hikâye, efsane, destan, resim, heykel ve benzeri eserlerle dile getirir. Kırmızı kumaşı ve üzerindeki ay yıldız deseniyle bayrağını somut olarak evine, işyerine, aracına ve benzeri mekânlara asarak bu duygularını dışavurur.
Bu anlamda Türk Bayrağı; Türk Milletinin Anadolu coğrafyasındaki kayıtsız, şartsız egemenliğinin, onurunun, barışının, huzurunun, geleceğinin ve güvenliğinin sembolüdür. Bayrağı üzerinde birtakım sembollerin olduğu bir bez parçası olarak değil de, temsil ettiği bu en üst düzey değerler ölçüsünde algılamak ve gereğini de bu ölçüde yapmak gerekir.
Son günlerde yaşadığımız üzücü gelişmelerden dolayı hepimiz, olayların kontrolden çıkıp önü alınamaz sonuçlara yol açabilecek bir süreci tetiklemesinden endişe ediyoruz. Doğal olarak en çok kullanılan sözler de “sağduyulu olmak”, “halkı sağduyuya davet etmek”, “tahriklere kapılmamak” ve “dikkatli olmamızı öğütlemek” yönünde oluyor. Bayrak sevgisini, akıl ve sağduyudan yoksun fetişizm ve fanatizm seviyelerine taşıyıp, daha ortadaki konunun ne olduğunu anlamadan, bir anda parlayarak, heyecanlanarak, kontrolden çıkarak bu konular hakkında yetkili ve sorumlu kişi ve kurumlar varken onları aşıp, onların müdahalesine fırsat vermeden sadece yıkıcı, ezici kurgularla davranılmasını kabul etmemiz asla mümkün değildir. Sonuçta bir hukuk devletinde, hukuk düzeninde, her konunun sahibi ve takip mekanizmaları mevcuttur. İdeal olan da herkesin kendi üzerine düşen görevi yapmasıdır.
Devlet örgütlenmesinde devlete verilen en önemli üstünlük güç kullanma yetkisidir. Devlet, vatandaşlarından aldığı yetki ile, tarafsız ve hukuk kuralları içerisinde kalmak kaydıyla, suç işleyenleri ömür boyu hapse atmak veya öldürmek dahil her türlü yaptırımı yetkili unsurları eliyle kullanabilecek şekilde kurgulanmıştır. Sistemin bu çerçevede işlediği, adaletin kesin ve eksiksiz uygulandığı ve devletin tarafsızlığından herkes emin olduğu sürece, vatandaşlar arasında huzur, güven ve barış ilişkisi sağlıklı bir şekilde işleyişini sürdürür.
Ancak eğer devlet haklıyı koruma, haksızı cezalandırma konusunda zafiyete düşer gecikmelere meydan verirse, bir yerden sonra vatandaşlar tamamen içgüdüsel olarak kendi adalet sistemlerini devreye sokmaya çalışabilirler. İşin içinde provokasyon olsun veya olmasın, insanlar eşlerinin namusuna, anne babalarının onuruna, çocuklarının güvenliğine, kendi gururlarına veya varlıklarından daha önde gördükleri değerlere, örneğin vatanlarına, bayraklarına, atalarına, Atatürk’e birileri tarafından saldırıldığını gördüklerinde, bu saldırıları önleyecek kanunlarla güç kullanma yetkisiyle donatılmış unsurlar ivedilikle devreye girmezse, doğal olarak verecekleri ilk tepki bunu önlemeye ve yapanları kendi imkânları dahilinde cezalandırmaya dönük olacaktır. Bu davranış biçimini en beklenmedik ve sıradışı davranışmış gibi şaşırarak ve kınayarak değerlendirmek de, en az bu davranış biçimini cesaretlendirmek ve güçlenmesini desteklemek kadar tehlikelidir.
Bu konuyu, bayrağa saldıranlara saldırılması olayının biraz daha dışına çıkarak, örneğin toplumda artık hepimizi had safhada rahatsız eden bir kapkaççıya, bir çocuğa tecavüz eden birisine veya bir hırsıza dönük toplu şiddet olaylarını da dahil ederek yorumlamanın daha sağlıklı olacağını düşünüyorum. Hiçkimse durduk yerde birisini linç etmeye kalkmaz, bunun için birtakım koşulların, daha doğrusu birtakım birikimlerin oluşması gerekir.
Yetkililerin, acaba biz ne yaptık ta Türk Milleti’nde bu tür bir birikim ve aşırı bir hassasiyet oluştu diye kendilerine sorması gerekir. Zaten oldukça tehlikeli bir hal alan sürecin buradan sonrasının kontrol altına alınmasındaki doğru hamle, milletin temel değerlerine olan hassasiyetini azaltmasını, taviz vermesini beklemek değil, temel değerlerimizin bütün milleti içine alan bir konu olduğunun vurgulanması ve yaşanması muhtemel benzeri olaylarda yetkili organların, işi vatandaşların duygusal ve tepkisel tavırlarına bırakmadan ivedilik ve kesinlikle çözmelerine dönük şekilde yönlendirilmeleri olacaktır.
1906 yılında, Japon-Rus savaşını sona erdirmeyi başardığı için Nobel Barış Ödülü’ne layık görülen, aynı zamanda da ilk Nobel ödülü alan Amerikalı olan, Amerika eski devlet başkanı Theodore Roosevelt’in 1917’de dediği gibi, “Eğer doğruluk ve barış arasında bir seçim yapmak zorunda kalırsam, doğruluğu seçerim.” Nobel Barış Ödüllü bir adamın; doğruluğu, barışın önünde görmesinden herkesin ders alacağını umuyorum.
Elbette ki aklı başında hiç kimse her şey yolunda giderken savaşı barışa tercih etmez. Ancak barış iki taraflı bir denklemdir, her iki tarafın da konuya aynı şekilde yaklaşması gerekir. Üzerine kurulu olduğu temel değerleri koruma konusunda yeteri ve gereği kadar kararlı olmayan toplumların, süreç içerisinde her şeylerini kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaklarını unutmamalıyız.
Bu söylediklerimin ışığında, inandığımız değerlere ve kendimize olan saygımızı yitirmemek adına, nasıl 17 Ağustos 1999 Gölcük Depremi’nde kimseden çağrı beklemeden, afetin bizim gücümüzü bin kat aşan boyutlarına bakmadan, bize şov yapıyor bunlar derlermiş diye düşünmeden, başlarında bir Ermeninin bulunduğu siyonist bir örgüt bunlar diye bize iftira atarlarmış diye korkmadan, sadece o anda yapılması gereken en doğru davranış o olduğu için derhal deprem bölgesine gittiysek, gelecekte herhangi bir yerde bayrağımıza, ATA’mıza veya kutsal saydığımız değerlere birilerinin saldırdığını, hakaret ettiğini görürsek ve orada bu tecavüzü durdurma yetkisinde kimse olmazsa veya olanlar görevlerini yapmazlarsa, her türlü bedele baştan razı olup aynı kararlılık ve inançla tepki vereceğimizi söylemek isterim.
İnşallah o günleri hiç yaşamayız…