Sekizbin Metreye Solo Tırmanmak (Cho Oyu – 8201 m. Dünyanın 6. yüksek dağı) – 1997
2 Eylül günü yağmurlu bir yolculuğun ardından Nepal-tibet sınırının bulunduğu Kodari’ye vardık. Sınır işlemlerini artık bu konularda iyice tecrübeli olan rehberler sayesinde fazla uğraşmadan hallettik ve Tibet’e (Çin’e) girdik. Tibet’teki ilk gecemizi Zhang-mu’daki otellerden birinde geçirdik.
Ertesi sabah erkenden hazırlanıp yola çıkarak, Zhang-mu ile Nyalam arasındaki yolun, toprak kayması ile kapandığı yere geldik. Bu sorun, bu bölgede hemen hemen her yıl bu zamanlarda yaşanan bir sorun. Dağların arasında ilerleyen yola, muson yağışları sırasında, dik yamaçlardan tonlarca toprak akıyor ve çoğu zaman yolu kullanılmaz hale getiriyor. Bu toprak kaymasının ne durumda olduğunu Kathmandu’da iken her gün takip etmiştim. Ancak ne yazık ki benim ağır motosikletimin geçmesine imkan olmadığını öğrenince, motoru Kathmandu’da bırakmak zorunda kalmıştım. Toprak kaymasının olduğu yerin iki tarafında da neredeyse küçük birer köy kurulmuş durumda. Buraya kadar gelen araçlardan inen yolcular yürüyerek toprak kaymasını geçiyor ve diğer tarafta bekleyen başka araçlara binerek yollarına devam ediyorlar. Aynı şekilde buraya kamyonlarla getirilen yükler de, Tibet’li taşıyıcılar tarafından karşı tarafa taşınarak, oradaki kamyonlara yükleniyor ve ulaşım böylece sağlanıyor.
Nitekim biz de, yolu açmaya çalışan uzmanların patlattığı dinamitlerin arasında, bu yöntemi kullanarak ekibimizi ve malzemelerimizi karşı tarafa geçirdik ve akşamüstü Nyalam’a vardık.
4 Eylül’de kısa bir yolculuğun ardından, önümüzdeki iki günü geçireceğimiz 4300 metre yüksekliğindeki kamp yerimize vardık. Kampımızı, Cho Oyu’da kuracağımız şekilde kurarak bütün malzemelerimizi ve çadırlarımızı gözden geçirdik. Hemen arkamızdaki bizden 380 metre daha yüksek olan tepeye, Victor’la birlikte bir yürüyüş yaptık. Son iki aydır yaptığım ilk yürüyüş oldu bu. Aslında şu anda beni düşündüren tek şey de bu, buraya hiç antrenman yapmadan geldim, ancak yüksek irtifa koşullarına son derece kolay uyum sağlayabilen bünyeme güveniyorum. Yine de ilk kez sıfır antrenmanla böyle bir tırmanışa kalkışıyorum, umarım her şey iyi gider. Bu kamptaki zamanımızın geri kalanını ve ertesi günü, bütün yiyecek varillerini açıp, ana kampta ve tırmanışta kullanılacak şekilde paketlere ayırmakla ve kontrol etmekle geçirdik.
6 Eylül sabahı da bütün kampımızı söküp herşeyi toparladık ve iki Land Cruiser ve bir kamyondan oluşan ekibimizle Tingri’ye doğru yola çıktık.
Yol ve hava koşulları son derece kötüydü. Çamurlu, ıslak ve kaygan yollarda kaya kaya ilerleyerek 5050 metrelik Lalung-leh geçidine tırmandık. Geçitte yarım saat kadar dinlenerek, bizim gibi Cho Oyu’ya giden bir dağcı grubu ile sohbet ettikten sonra inişe geçtik. Yol boyunca rastladığımız köylerde arada fotoğraf molaları vererek, ilerlemeye devam ettik. Tingri’ye öğleden sonra vardık. Tingri yada Eski Tingri, hiç te ilgi çekici bir yer değil, ancak Cho Oyu’ya giden yol hemen buradan ayrıldığı için, dağcılar burada genellikle bir gece geçiriyorlar. Biz de buradaki kötü otellerden birine yerleştikten sonra güzel bir Çin yemeği yedik. Yemekten sonra, anlaştığımız bir Jeep?le yaklaşık 70 kilometre mesafedeki Shekar’a (Yeni Tingri) gittik. 2.5 yıl önceki Everest tırmanışında bir gece geçirdiğim bu şehir gerçekten ilginç ve renkli. Şehrin yıkık ama hala görkemli kalesini, büyük tapınağını ve dar sokaklarını gezip, bol bol fotoğraf çektik. Akşam yemeğine de tekrar Tingri’ye döndük.
Ertesi sabah erkenden hazırlanıp, Cho Oyu’nun, Çin Ana Kampı diye adlandırılan 4900 metredeki ana kampına doğru yola çıktık. Bu yolun ilk bölümü oldukça zorlu oldu. Yağışlı bir havada, tamamen su ve çamur içinde, son derece kaygan bir yolda epey bir süre gittikten sonra kuru ve sert bir zemine çıkabildik. Doğrusu insan görmese Tibet’in bu kadar yağış alan ve sulak bir bölge olduğuna inanmaz. Sonunda yoğun bir hareketin yaşandığı ve bizden başka 4-5 expedisyon grubunun daha bulunduğu Çin Ana Kampına vardık. Biz kendi kampımızı kurmak için hazırlıklarımızla uğraşırken, buraya bizden önce gelen gruplardan iki tanesi de, yaklarını yükleyip ileri ana kampa doğru iki gün sürecek yolculuklarına başlıyordu. Biz de kampımızı kurduk, eşyalarımızı boşalttık. Sonra yaklara vereceğimiz malzemeleri hazırladık ve plastik varillere işaretleyerek doldurduk. Bugün herşeyi umduğumuzdan daha hızlı halledince de oturup bir durum değerlendirmesi yaptık ve yarın ileri ana kampa doğru yola çıkmaya karar verdik.
8 Eylül sabahı yine erkenden kalkıp çadırlarımızı topladık ve yakların götüreceği malzemeleri ayırdık. Saat 10:00 sularında, ileri ana kamp yolu üzerinde kuracağımız 5300 metredeki ara kampa doğru yola çıktık. Yılın bu zamanında rota üzerindeki dereler oldukça kuvvetli akıyormuş. Bir iki yeri geçerken suya girmek zorunda kaldık. Uzun zamandır ilk kez sırt çantası taşıyorum, antrenman amacı ile iyice doldurdum ama 5300 metredeki kampı kuracağımız yere vardığımda çok yorulmuştum. Yine de bu durumu önceden tahmin ettiğim için pek dert etmiyorum.
Ertesi sabah yine erkenden toplandık ve kar yağışı altında ileri ana kampı kuracağımız yere doğru yürümeye başladık. Bugün, düne göre çok daha iyi durumdayım, bir de bugünkü yolumuz nispeten daha kısa. Dört saatlik bir yürüyüşle vardığımız 5400 metredeki, ileri ana kampı kuracağımız yer ne yazık ki pek hoşuma gitmedi. Çünkü burada bizden başka hiç kimse yok. Şu anda dağda en az 10-12 ekspedisyon var ve hepsi 5600 metredeki asıl ileri ana kamp yerini kullanıyor.
Kamp yerine malzemelerimizi bıraktıktan sonra, Victor’la birlikte yukarıdaki kampa yürüdük. Burası son derece canlı ve hareketliydi doğrusu. Bütün gruplar kayaların üzerindeki küçük kamp yerinde kendilerine bir yer bulup yerleşmiş; kimi hazırlıklarıyla uğraşıyor, kimi dinleniyor, kimi de dürbünle rotayı inceliyor. Everest’ten tanıdığım Henry’nin grubunun kampına gidip bir saat kadar oturup sohbet ettikten sonra tekrar aşağı, kendi kampımıza geri döndük. Seçilen kamp yeri konusunda, bizim ekspedisyonun lideri Roger’la biraz tartıştım. Herkes yukarıda iken, bizim bu anlamsız yerde tek başımıza kamp kurmamız bana çok saçma geliyor. Yukarıdaki grupların çoğunda daha önceki tırmanışlarımdan tanıdığım dostlarım var ama onları görmek için 2-2.5 saat yürümem gerekiyor ve bu durumdan hiç hoşlanmıyorum.
10 Eylül sabahı ilk iş, bütün malzemelerimi gözden geçirdim. Kahvaltıdan sonra da şerpalarımız Pema ve Tenzing’in organize ettiği mütevazi pujha törenimizi yaptık ve bu tırmanışta bizi koruyacak renkli iplerimizi aldık. Pujha töreninde, yine tanrılara bir takım sunumlar yapıldı ve dualar okundu. Her birimiz, üzerine dualar okunmuş yiyecek ve içeceklerden tattık. Tören, kampımızın çevresine dikilen dua bayraklarıyla tamamlandı. Aklıma sürekli 2.5 yıl öncesinin Everest ekspedisyonu geliyor. Hatta buradaki kampta da Everest’in ana kampında giydiğim yeşil polar takımı ve kaz tüyü yeleği giyiyorum.
Ertesi sabah Stewart’la birlikte yukarıdaki kampa çıkıp depo çadırımıza bir miktar daha gaz tüpü taşıdık. Bir süre buradaki dağcılarla lafladıktan sonra, 5800 metreye doğru yürümeye devam ettik. Üst üste koyulmuş taşlar ve işaret çubuklarıyla işaretlenmiş rota, 5800 metreye dek moren ? fosil buzul üzerinde son derece dolambaçlı ve karmaşık bir şekilde devam ediyor. Ancak hala muson mevsiminin sonlarında olduğumuz için, ikide bir de bir yağış başlıyor, bir hava açıyor. Bu da görüşü çok etkilediği için dikkatli olmak ta fayda var. Rota üzerinde pek çok dağcı var, inenler, çıkanlar, oldukça yoğun bir hareket var doğrusu. 5800 metredeki dönemece kadar çıkıp, bir mola verdik. Daha tam aklimatize olmadığımız yani, vücudumuz yüksek irtifaya tam olarak uyum sağlamadığı için kendimizi fazla zorlamak istemiyoruz. Bu arada eski bir deniz komandosu olan Stewart inanılmaz antrenmanlı gelmiş. Benim kalbimin 110 attığı yerde onunki 60 atıyordu. Tekrar 5600 metredeki ana kampa dönüp, kendi kampımıza inmeden önce, liderliğini Antarktika’dan tanıdığım, Eric Simonson’un yaptığı Amerikalıların kampını ziyaret ettik. Eric, müthiş bir teknoloji getirmiş buraya. Bir çadırın içi tamamen elektronik aletlerle dolu. Güneş enerjisinden elektirik üreten paneller, aküler, şarj aletleri, uydu telefonu, fax, e-mail için bilgisayar, telsizler, her şey var yanında. Dijital fotoğraf transferi bile yapabiliyorlarmış buradan.
5400 metredeki ileri ana kampımızda son iki günü dinlenerek geçirdik. Bir ara telsizleri ve Gamov bag’ı kontrol ettik. Gamov bag ya da Gamov çantası, sağlam bir kumaştan yapılmış, içine bir insanın sığabileceği silindirik bir torba. Basit bir ayak pompasıyla torbanın içine hava pompalanıyor ve yapay bir şekilde içindeki hava basıncı arttırılıyor. Yüksek irtifada önlem alınmadığı taktirde, çok ciddi boyutlara ulaşabilecek dağ hastalığına yakalanan bir dağcının kurtarılması için tek çözüm, daha alçak bir irtifaya indirilmesidir. Kötü hava koşulları, rotanın elverişsizliği gibi bazı durumlarda, dağ hastalığına yakalanan dağcıyı, daha alçak bir irtifaya indirmek mümkün olmayabilir. Bu gibi durumlarda kullanılan Gamov Bag, 1500-1800 metre daha düşük irtifanın koşullarını yapay olarak yarattığı için, hasta dağcının biraz olsun rahatlatılmasından tutun da, hayatının kurtarılmasına kadar yardımcı olabilir. Hemen hemen bütün yüksek irtifa ekspedisyonları, yanlarında bir Gamov Bag bulundururlar.
Dün yine yukarıdaki kampta, bu sefer Ukrayna’lıların ve İtalyan’ların yanındaydım. Bu sabah erkenden kalktık. Kampımızın yanına diktiğimiz dua bayraklarının solundan geçerek, aklimatizasyon için 6300 metredeki 1. Kampa doğru yola çıktık. Herkesin kendi temposuyla ilerlediği bu tırmanışta yine sırt çantamı oldukça ağır tuttum. 5800 metrede bir mola vermiş dinleniyordum ki yanıma Sibirya grubundan bir dağcı geldi ve “Sen Türk?sün değil mi?” dedi. “Evet” dedim. “Üç yıl önce Pobeda?yı hatırlıyormusun” diye sordu, düşündüm, düşündüm, karşımdakinin tipini tam olarak gözümün önüne getiremedim. Tam o sırada Sergei çıkageldi arkadan, birden hatırladım. Pobeda’ya solo çıkış yaptığımda yedi kişilik bir Sibirya grubu da benden bir gün önce çıkıp, 1994’ün ilk tırmanışını yapmıştı. Onlara Vaja Pşavela’ya gelişimi anlattığımda, “Buraya kadar oldukça hızlı gelmişsin, fazla oyalanmazsan bir günde zirveye gider gelirsin” deyip beni cesaretlendiren Sergei idi. Sergei, 6980 metreden inişe geçmeden, benim sırt çantamı bir kar mağarası kazıp içine koymuştu. Ertesi gün inişte 6400 metrede yine onları yakalamıştım ve 4000 metreye dek beraber inip, kendi kampıma gitmeden önce onların kampında yemek yemiştim. Ne kadar hoş bir tesadüf. Ayaküstü biraz konuştuktan sonra onlar inişe ben çıkışa devam ettim. 5800 metreden sonra rota 100 metre dik bir şekilde devam ediyor. Burada bir düzlük yaptıktan sonra, iyice dikleşerek 6300 metreye dek gidiyor. 6300 metredeki kamp yerine vardığımda iyice yorgundum, 20 dakika dinlendikten sonra kendime gelebildim. Taşıdığım malzemeleri çadırımıza bırakıp tekrar inişe geçtim ve kendi kampımıza yorgun argın vardım.
15 Eylül sabahı Roger ve Victor’la oturup bir durum değerlendirmesi yaptık. En doğrusunun benim grup programından ayrılıp kendi bildiğim ve istediğim şekilde hareket etmem olduğuna karar verdik. Roger’ın uygulamak istediği programı çok yavaş ve sıkıcı buldum ve pek beğenmedim. Bir de zaten bu ekspedisyonun başından beri ufak tefek pek çok pürüz çıkmıştı. Ben de kurallarını iyi bildiğim bu oyunu yalnız oynamaya karar verdim.
16 Eylül sabahı toparlanıp tekrar 6300 metreye doğru yola koyuldum. Bu sefer çok daha az yorularak buraya vardım. İlk iş olarak temiz kar bulabileceğim bir yerden bana iki gün yetecek kadar kar getirdim. Böyle kalabalık kampların en önemli sorunlardan biri bu. Çünkü her ne kadar “kayalık taraf tuvalet, karlı yamaç temiz kar alma yeri” diye önceden anlaşılsa bile, yine de arada dil sorunu olan bir dağcı çıkıp, temiz bırakılması gereken yeri tuvalet olarak kullanıp, pek çok dağcıyı hasta edebiliyor.
6300 metredeki 1. kampta iki gün geçirmeye karar vermiştim. Benim grubumdakiler de dün, 17’sinde buraya gelip tekrar 5400 metredeki ileri ana kampımıza geri döndüler. Sabah iyice dinlenmiş bir şekilde kalkıp, sakin sakin toplandıktan sonra, 7000 metredeki 2. Kampa doğru tırmanışa başladım. Rota, daha önceden düşmüş dev çığların arasından, oldukça dolambaçlı bir şekilde ve bazı yerlerde serakların üzerine dik bir şekilde tırmanarak ilerliyor. Ancak buralardaki sabit hatlar işi oldukça kolaylaştırıyor. Bugün de iyice kalabalıktı rota, bol bol fotoğraf çekme şansım oldu. 7000 metreye oldukça iyi durumda vardım. Çadıra yerleştikten sonra, kendime güzel bir çorba yapıp, hafif bir şeyler atıştırdım ve yüksüz olarak bir saat kadar daha tırmanmaya devam ettim. Sonra da “Bu kadar yeter” deyip, 7000 metredeki 2. Kampa geri döndüm. 18:30 sularında güneş battı ve ortalık bir anda buz gibi soğudu. Yemeğimi yiyip, bol sıvı içmeye özen gösterdikten sonra yatıp uyudum.
19 Eylül sabahı çok üşümüş bir şekilde uyandım. Ancak güneş doğduktan sonra ortalık dayanılır bir hal aldı. Herkes hareketlendi, bütün çadırlardan ocak sesleri gelmeye başladı. Sırt çantasını toplayan dağcılardan kimi, aşağıya, 1. kampa yada ileri ana kampa, kimi de yukarıya, 3. Kampa doğru gitmeye hazırlanıyordu. Ben de kahvaltıdan sonra eşyalarımı toparlayıp, inişe geçtim. Rota üzerindeki ve kamplardaki dağcılarla arada laflayarak sonunda 5400 metredeki kendi ileri ana kampımıza vardım.
Aslında 20 Eylül’ü dinlenerek geçirmek istiyordum ama, oflaya puflaya tekrar önümdeki 200 metreyi tırmanıp yukarıdaki kampa gittim. Singapur’luların kampından hayatımın en pahalı telefon konuşmasını yaparak Elif’e herşeyin yolunda olduğunu haber verdim ve bütün günü, buradaki grupları gezerek geçirdim.
İhtiyacım olan dinlenmeye ancak 21’inde kavuşabildim. Bütün gün tembellik ettim, hatta hiç alışkanlığım olmamasına rağmen, bir ara uyudum bile. Bugün, geç bir saatte bizim grubun diğer elemanları da aklimatizasyon tırmanışından döndüler. Hepsi iyi, yorgun ama keyifleri yerinde.
22 Eylül sabahı kahvaltıdan sonra nasıl bir tırmanış programı uygulayacağıma karar vermek için 5600 metredeki kampa yürüdüm. Alaska?dan tanıdığım, bu kampa henüz yeni gelen Eric Escoffier’nin kampına uğrayıp, onlarla biraz lafladım. Sonra Henry’nin kampına gittim. Açıkçası, Henry de bizim grubun garip stratejilerine şaşırıyor ve benim onlarla gitmek istemememi son derece doğru buluyor. Henry, başından beri, Alaska’daki, ikimizin arasında kalması gereken hikayeyi hatırlayıp; “Sana bir borcum var, istersen benim gruplardan birine dahil olabilirsin, bir de eğer kendi grubundan erken tırmanabilirsen, onları beklemeden bizimle Kathmandu’ya dönebilirsin” diyordu. Bu teklifi değerlendirmeyi düşünüyorum ama henüz tam karar veremedim. Buradaki diğer grupları da tek tek ziyeret edip, programlarını öğrendim. Buna göre, yarın da, öbür gün de rotada pek çok dağcı olacak. Hem fotoğraf, hem güvenlik açısından benim için yeterli bu. Aslında son derece iyi bir dağcı ve sevimli bir tip olan Victor’la gitmeyi çok isterdim ama Roger’ın yanlış kararlarından bıkıp usandığım için, kendimi tamamen bu grubun dışında tutmak istiyorum.
Ertesi günü dinlenerek geçirdikten sonra 24’ü sabahı erkenden kalktım ve hazırlandım. Gruptakilerin bol şans dileklerini alıp, vedalaştıktan sonra yukarıdaki ileri ana kampa doğru Victor’la birlikte yürümeye başladık.
Himalayalarda, 1997 yılında nedense havalar hep kötü geçmiş. Aslında muson sezonunun teorik olarak bitmiş durumda. Ama muson rüzgarları hala devam ediyor. Nepal?den gelen bu şiddetli rüzgarlar, normal şartlarda bugünlerde yavaşlayacak ve bir hafta kadar bir durgun – sakin hava penceresi oluşacak. Sonra da kış rüzgarları Tibet’ten esmeye başlayacak ki, işte o zaman eve gitme zamanı gelmiş demektir. Henry’nin kampında öğle yemeği yedikten sonra, önceden karar verdiğim gibi 1. kampa tırmanışa başladım. Victor, saçma organizasyona bozulduğum için, tek başıma gidiyor olduğumu biliyor. Bu yüzden hiç alakası olmadığı halde kendini sorumlu tutuyor. Bana ısrarla, eğer hava kötüyse, ya da çıkmak istemezsem, onu beklememi, iki gün sonra yanımda olacağını söylüyor. Bakalım herşey rüzgarlara bağlı, bu sezon henüz yalnızca 10 dağcı tırmanabildi Cho Oyu’ya, bende bir şansımı zorlamak istiyorum. 5600 metreden ayrılmam biraz zor oldu, çünkü hemen hemen bütün kamplarda durup, herkesle biraz laflamak zorunda kaldım ve ancak 13:30’da başlayabildim tırmanışa. 6300 metreye son derece rahat ve hızlı bir tempoyla 3.5 saatte vardım ve hemen, hava kararmadan son hazırlıkları tamamlayıp çadırımda dinlenmeye başladım.
25’i sabahı pek dinlenmiş bir şekilde uyanamadım nedense. Bu yüzden ne yapacağıma kararsız bir şekilde, kahvaltıyla ve bir şeyler içmekle vakit geçirdim. Yukarıda çok kuvvetli bir rüzgar var. Bir kaç gündür üst kamplarda bekleyenler, dinlenmek ve yiyecek almak için bugün geri dönmeye başladılar. Onların yerine burada bekleyen bir grup ta 2. Kampa doğru tırmanışa geçti. Yüksek irtifada hava koşulları tam bir şans işi, 5600 metredeki ileri ana kamptan, zirve denemesinin yapılacağı, 7400 metredeki son kampa gelene dek 3-4 günlük bir süre geçiyor. Dolayısıyla dağcılar havanın 3-4 gün sonra iyi olacağını ümit ederek ana kamptan tırmanışa başlıyorlar. Bugün inenler arasında, muhtemelen şu anda dağda bulunan en hızlı dağcı olan Andy Lapkas ta vardı. Ne yazık ki onun bile kötü havaya karşı yapabileceği fazla bir şey yok. O da bana, eğer kendimi kötü hissedersem yada çıkmak istemezsem, onu beklememi ve bir kaç gün sonra beraber çıkabileceğimizi söylüyor. Sonunda ben de isteksiz isteksiz, 7000 metredeki 2. Kampa doğru tırmanmaya başladım. İki saat tırmandıktan sonra havanın düzelmeyeceğine kanaat getirip geri dönmeye karar verdim. Tekrar 6300 metreye inip günün geri kalanını dinlenerek geçirdim. Dün 7000 metrede -30 derece ölçmüşler ve rüzgardan kimse uyuyamamış. Böyle bir gece geçirmeye hiç niyetim yok, yarın hava durumuna bir kez daha bakıp ona göre bir karar vereceğim.
Ertesi sabah gayet iyi uyandım, hava da oldukça iyi görünüyor. Sabahtan itibaren, Ukraynalılar, Yeni Zelandalılar, İtalyanlar, İspanyollar ve Amerikalılar ve henüz aklimatizasyon tırmanışlarını yapan Fransızlar rotayı doldurdu. Ben de kahvaltıdan sonra aralarına karışıp 7000 metredeki 2. Kampa doğru tırmanmaya başladım ve 5 saatlik bir tırmanışla buraya vardım. Bu kamptaki tüm vaktimi bir şeyler yiyip içerek geçirdim, kendimi gayet iyi hissediyorum, bir de iyi uyuyabilirsem ve dinlenebilirsem tek sorun hava koşulları olacak.
27 Eylül sabahı güneş çadırlara düşüp, müthiş soğuğu biraz kırana dek, pek bir şey yapamadım. Erken uyandığım halde ortalık ısınana kadar tulumdan bile çıkamadım. Sonra da acele etmeden toplanıp, tempolu bir şekilde önümdeki 400 metrelik dik parkuru tırmandım ve 7400 metredeki 3. kampa vardım. Dik bir yamaç üzerinde kurulmuş bu kampta, yaklaşık 15 kadar çadır kurulmuş durumda, zaten pek başka çadır kurulacak yer de yok. Kaldığım tek katlı küçük çadırın tek sorunu dışarıda fırtına varken çadırın içinde ocağı kullanmak oldu. Çadırı havalandırayım derken içeri sürekli kar girdi, ama bu işin başka çaresi de yok. Bu çadırlar hafif ve dayanıklı olmalarına rağmen, vestibülleri olmadığı için, ocağı kullanırken fırtına da çok dikkat etmek gerekiyor. İşin bir ucunda zehirlenmek te var. Sabah için yeteri kadar kar erittikten sonra kaz tüyü elbisem üzerimde, uyku tulumuna girip, dinlenmeye-uyuklamaya çalıştım. Kameraları da donmamaları için tulumun içine aldım.
Dün gece hava olabildiğince patladı. Öyle ki yan çadırların gürültüsünden ben rahatsız oldum. Bütün gece ne yapacağımı düşünüp durdum, böyle bir havada tımanmak donmaya davetiye çıkarmak gibi bir şey olur. Saat 03:00’e doğru Singapurluların çadırında bir hareket başladı ve 04:00 civarı Yeni Zelandalılar ve Singapurlular, biraz arkalarından da Amerikalılar tırmanışa başladı. Şerpalar hariç hepsi oksijen kullandığı için, bu soğuğa ve rüzgara karşı daha fazla şansları var. Ben bir süre daha yattım ve kahvaltımı yedikten sonra, havanın yarın ya da öbür gün daha iyi olmayacağını düşünüp, zirveye bugün gidecekmişim gibi hazırlıklara başladım. Böylece 05:15-05:20 sularında, ortalık daha tam aydınlanmadan, biraz olsun hafiflemiş rüzgarın altında, tek başıma 3. kamptan tırmanışa başladım. Yavaş yavaş yükselerek, rotanın bu bölümü üzerindeki teknik zorluğu olan tek yere geldim. Yaklaşık 20-25 metrelik bu dik kaya – buz – kar parkurunu hızlı bir şekilde geçerek tırmanmaya devam ettim. Müthiş bir rüzgar var ve bu, havayı ciddi şekilde soğutuyor. Kendimi gayet iyi hissetmeme rağmen, ayak parmaklarım donuyor ve bir türlü tam olarak ısıtamıyorum. Her adımda sürekli bacaklarımı sallamakta beni çok yavaşlatıyor, ancak bu işin başka çaresi yok. Parmaklarımla uğraşmak süratimi kesiyor ama kendimi buna alıştırıyorum ve hemen hemen tırmanışın tamamını bu şekilde yapıyorum.
8000 metreye yaklaşırken, önümdeki Amerikalı grubu yakalıyorum.
Bir süre arkalarından gidiyorum ama bana göre o kadar yavaş ilerliyorlar ki, üşümeye başlıyorum. Bunun üzerine yanlarından yeni bir iz açarak Amerikalıların şaşkın bakışları altında yanlarından geçip devam ediyorum. Aslında hepsini tanıyorum ama yüzleri oksijen maskesi ile kapalı olduğu için hiçbirini çıkartamıyorum. Onlara gülümsüyorum, sanırım onlar da bana gülümsüyordur. Birbirimize göz selamı vererek yanlarından geçiyorum ve yükselmeye devam ediyorum. Bu arada yukarıdan bir şerpa geliyor, ya Singapurluların ya da Yeni Zelandalıların şerpası olmalı. Zirveye ulaşıp ulaşmadığını soruyorum, soğuktan dolayı dönmek zorunda kaldığını söylüyor. Parmaklarını kaybetmemek için geri dönmüş. Böyle bir durumda, parmakları yerinde tutmanın, oksijen kullanmaktan sonraki tek alternatifi aşağı inmek, o da bunu yapıyor. Zirveye ne kadar var diye soruyorum, iki saat diyor. Doğrusu inanamadım buna, çünkü yarım saat içinde önümdeki dik yamacı tırmanıp, zirveye çok yaklaşacağımı umuyordum. Oysa daha çok varmış.
Aslında, daha önceden Cho Oyu’ya tırmanmış dağcılarla ileri ana kampta konuştuğumda, hepsi zirvenin görünenden çok daha uzak olduğunu ve zirve platosuna ulaştıktan sonra bile, uzunca bir süre ilerlemek gerektiğini söylüyordu. Sonuçta tırmanmaya devam edip, son dik bölümü de geçtim ve çok geniş bir platoya çıktım. Burası o kadar büyük bir alan ki, eğer önümdeki krampon izleri olmasa, zirveyi kestirebilmem mümkün değil. Solumda büyük bir tepe var, zirve olabilir mi diye düşünüyorum ancak izler ona yaklaşmıyor bile. Dümdüz yanından geçip sağa doğru kıvrılıyor. Sanırım en az 8150 yada 8175 metredeyim ve bir platoda ilerliyorum, zirve yada zirveye benzer bir şey yok görünürde. Kısa bir mola vermek istiyorum ve rüzgar altında bir parça çikolata yiyip, izlerin peşinden yürümeye devam ediyorum. Neden sonra karşıdan gelen yedi dağcıyı görüyorum. Yine yüzleri oksijen maskesiyle kapalı ama elbiselerinden Singapur grubu olduğunu anlıyorum. Birbirimizi tebrik ediyoruz, 15 dakikalık yolum kaldığını söylüyorlar; İşte duymak istediğim şey. Ayrı yönlerde yollarımıza devam ediyoruz. Gerçekten de 15 dakika sonra, boş bir oksijen tüpü ile işaretlenmiş zirveyi görüyorum. Altı kişilik Yeni Zelanda grubu zirvenin tadını çıkarıyor. Oksijen maskelerinden dolayı, yine gayet iyi tanıdığım dağcıların hiçbirini çıkaramıyorum. Karşılıklı tebrikleşmeden sonra onlar inişe geçiyor, ben de tek başıma zirveyi yaşamaya başlıyorum. Hava zirvede rotada olduğundan daha dayanılır bir durumda. Zirvede yarım saat kadar oyalanıp fotoğraf ve video çekiyorum, hatta zirvede kameramın filmini bile değiştiriyorum, geçen yıl Everest’te parmaklarımı dondurma korkusuyla bu işlemi yapamamıştım. Ancak yalnız olduğum için ne yazık ki kendi fotoğrafım yok. Karşıda 2.5 yıl önce tırmandığım Everest’in bütün kuzey rotası gözlerimin önünde, yanında da bundan sonraki hedefim dünyanın dördüncü yüksek dağı, 8516 metrelik Lhotse dağı. Bir süre hayran hayran bu dağları seyredip, 2.5 yıl öncesinin duyguları ile bugünküler arasında gidip geldikten sonra inişe başlıyorum. Her ne kadar böyle bir niyetle gelmediysem de, bugün, burada Türkiye’nin en yüksek solo tırmanışını gerçekleştirdim. Kendimi o kadar iyi hissediyorum ki, son derece hizlı bir şekilde inişe devam ediyorum. Beş saatte çıktığım mesafeyi, Singapurluları da geride bırakarak bir saatte geri iniyorum. 3. kampta yarım saat kadar dinlenme ve toplanma molası verip tekrar inmeye devam ediyorum. 2. kampa vardığımda hala oldukça iyi durumdayım, hava oldukça rüzgarlı, burada bir gün daha geçirmeyi istemiyorum. Saatin de erken olmasına güvenerek inişe devam ediyorum ve önce 1.kampa oradan da bu kamplara taşıdığım bütün malzemelerimi yüklenerek ileri ana kampa kadar iniyorum. Rota üzerinde, şu anda dağda olan hemen hemen herkese rastlıyorum, ben onlara bol şans dilerken, onlar da beni tebrik ediyor. İleri ana kampa vardığımda, bugün yukarıdan gelen birini ilk kez gören kamptakiler, nereden geldiğimi soruyor. Zirveden diyorum, tebrik ediyorlar. Dün mü çıktın diye soruyorlar, hayır bugün diyorum. Emin olmak için tekrar soruyorlar, kampta konuştuğum herkes şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu neredeyse. Normalde iki günlük bir etap olan bu mesafeyi bir günde yapan bir iki tane şerpa var ama batılı dağcı sayısı yok denecek kadar az. Sonunda hava kararırken kendi ileri ana kampıma varıyorum. 13 saat boyunca, sürekli hızlı tempoda hareket etmek, inişte taşıdığım ağır sırt çantası beni iyi yormuş durumda. Yemekten sonra hiç malzemelerimle ilgilenmeden olduğum gibi yatıyorum ve sabaha kadar deliksiz uyuyorum.
29 Eylül sabahı uyandığımda kamptaki herkes bana akşamki fırtınadan bahsediyordu. Öyle kuvvetliymiş ki, çadırların dayanıp dayanmayacağından bile endişe etmişler. Oysa ben fırtınayı duymadım bile. Öyle yorgundum ki, akşam gözümü kapattım ve sabah açtım, arası boşluk. Bugünden sonra hava gittikçe kötülemeye devam etti. Sonuçta bu sezon, Cho Oyu’nun kötü sezonlarından biri oldu. Normalde %40 olan başarı oranı bu yıl %30?lara kadar düşmüş. Bizim gruptan da benim dışımda bir tek Victor çıkabilmiş zirveye.
Umarım önümüzdeki yıl daha iyi bir havaya denk gelirim, çünkü Lhotse gerçekten de zorlu bir dağ. ………