Türk Milleti Yenilmeden Teslim Alındı Ama Bazıları Hala Farkında Değil
TÜRKİYE’MİN HALLERİ
ETNİK AYRIMCILIK ASLA KABUL EDİLEMEZ
ELBETTE BARIŞ AMA NE KARŞILIĞINDA?
TERÖR SON 10 YILDA NEDEN COŞTU?
BU KİRLİ OYUNU BOZMAMIZ ŞARTTIR
ULUSAL EGEMENLİKTEN TAVİZ VERİLEMEZ
ELİNDE SİLAH OLANLA MÜZAKERE EDİLEMEZ
MİLLİ GÜÇ HER ŞEYDİR
ANDIMIZIN KALDIRILMASI KABUL EDİLEMEZ
ATATÜRK VE TÜRKLÜK
VATAN TOPRAĞI KUTSALDIR, KADERİNE TERK EDİLEMEZ ATATÜRK
DİNİ REFERANSLA DEVLET YÖNETİLEMEZ
GEZİ OLAYI ASLINDA NEYDİ?
ÇÖZÜM ATATÜRK’ÜN İLERİCİ VİZYONUNDA
TÜRK GENCİ, GELECEĞİNE SAHİP ÇIKMAK İÇİN OY VERMELİSİN
TÜRK MİLLETİ YENİLMEDEN TESLİM ALINDI
AMA BAZILARI HALA FARKINDA DEĞİL
Benim Asil Milletim, Aziz ve Yüce Türk Milleti;
Aynı eşsiz Vatanı paylaştığımız değerli Vatandaşlar, güzel insanlar;
Ben Ali Nasuh Mahruki, Vatanını ve Milletini her şeyden çok seven ve uğruna göze alamayacağım hiçbir fedakarlık olmayan bir Türkiye aşığı, Atatürk Milliyetçisi bir yurttaşınızım. Hayatım boyunca ülkeme, milletime, hayata, doğaya, biricik gezegenimize kısacası erişebildiğim her yere ve her şeye faydalı olmaya çalıştım. Benim Atalarım hep öyle yapmışlar, güzel ve faydalı yaşamlar kurmuşlar, ben de onlara layık olmak istiyorum. Ömrümün son gününe kadar da, hem bir yandan öğrenmeye, kendimi geliştirmeye, kendimi aşmaya çalışmaya devam edeceğim, hem de bir yandan Türkiye ve asil Türk Milleti için, dahası tüm gezegenimiz ve tüm insanlar için, insanlık için çalışacağım. Tıpkı bugüne dek yaptığım gibi…
Yaşadığım tecrübelerden, okumalarımdan, araştırmalarımdan ve gözlemlerimden, yaşamın diyalektiği, Evren’in nedenselliği ve Evrim’in işleyişi hakkında pek çok şey öğrendim. Kozmos dediğimiz harikulade varoluşa ve içinde olağanüstü bir mucize olan yaşama hayran oldum, kayboldum. Varoluşun anlamının tekamül etmek, yaşamın anlamınınsa mutlu olmak olduğunu gördüm. Hem kendim hem de herkes için, bir bütün olarak ve sürekli bir halde, yaşamı iyileştirmeye, güzelleştirmeye, ilerlemesine katkıda bulunmaya, yanlışlarından arındırmaya çalışmanın esas olduğuna inandım. Her zaman, herkes ve her şey için daha iyisi olsun, en iyisi olsun istedim ve hep bunun için uğraştım, elimden geleni yaptım. Yaşamda asıl başarının, dünyanın bizim için yaptığından daha fazlasını dünya için yapabilmek olduğuna inanırım. Yaşama değer katabilmenin ve aldığından daha fazlasını verebilmenin esas olduğunu düşünürüm…
Çoğunuz beni, bundan 20 yıl kadar önce Kar Leoparı unvanlı, Everest Dağı’na tırmanan ilk Türk ve dünyadaki ilk Müslüman dağcı olarak tanıdınız. Arkasından da, Türkiye’nin ilk gönüllü arama kurtarma takımı AKUT’un kurucularından biri ve başkanı olarak… Milletimize tarifi mümkün olmayan acılar yaşatan 17 Ağustos 1999 Depremi’nde, tamamı gönüllü can dostlarımla birlikte, enkazların altından hayat kurtarırken ve ilk günlerdeki hayati derecede önemli boşluğu doldurarak, bölgedeki tüm yardım dağıtımı çalışmalarının koordinasyonunu sağlarken gördünüz. O günden bugüne dek, başkanı olmaktan büyük onur duyduğum AKUT’u, hemen her gün çeşitli kurtarma çalışmalarımızla ve sosyal sorumluluk projelerimizle izliyorsunuz. Son yıllarda da, hayatım boyunca tüm öğrendiklerimi, genç kardeşlerimizle paylaşabilmek ve onların da yaşamlarında başarmalarına ve mutlu olmalarına yardımcı olabilmek için hazırladığım, kişisel gelişim temalı; Kendi Everest’inize Tırmanın adlı kitabım ve seminerlerimle adımı duydunuz. Sevgili Dostlar, değerli yurttaşlarım, neticede ben 20 yıldan fazladır sizin hayatınızda iyi, faydalı ve başarılı şeylerle varım. Emin olun, ömrümün son gününe kadar da olacağım…
Kendi yaşamımdaki tatmini ve mutluluğu bir yandan yaşamaya çalışırken, bir yandan da asil milletim için, her şeyin en iyisi olsun diye hayatımdan bir çok fedakarlık yapıp kendi çapımda uğraşıyorum. Yetenekli olduğum alanlarda, hem dağcılıktaki ulusal ve uluslararası başarılarım gibi bireysel olarak hem de bir avuç dağcı arkadaşımla birlikte kurduğumuz, arama kurtarma alanında ülkenin ilk ve öncü, bugün en önemli kurumu AKUT’taki gibi toplumsal olarak, ülkeme ve milletime karşılıksız hizmet etmeye çalışırken, ülkeyi yönetenler tarafından hepimize yaşatılan tüm bu korkunç şeyleri, üstümüze çöken bu kabusu kabul edemiyorum. Türkiye bundan daha iyisini hak ediyor, hepimiz hak ediyoruz…
- Özelleştirme adı altında ülkemizin çok değerli kaynaklarının değerinin altına satılıp oraya buraya peşkeş çekilmesine,
- sahte CD, gizli tanık gibi hukuk dışı uygulamalarla çok değerli yurtsever insanlarımızın hapislere atılmasına,
- doğru olduğuna inanmadığı bir şeyi protesto etmek gibi en demokratik hakkını kullanmak için sokaklara dökülen insanlarımıza aşırı şiddet uygulanmasına, ölümler, körlükler, sakatlıklar yaşanmasına,
- milli bayramlarımızı kutlamamızın engellenmeye çalışılmasına,
- ülkede derin bir ayrımcılık ve ötekileştirme politikası güdülmesine,
- Atatürk’ün hafızalarımızdan silinmeye çalışılmasına,
okullarda Evrim’in okutulmasının engellenmesine,
- Yunus Emre’ninBana Seni Gerek Seni şiirinin ders kitaplarından çıkarılmasına,
- her yerdeki, her şeydeki acımasız sansüre,
- Türk’ün, Türk olmanın ayrıştırıcı bir unsur olarak algılatılmaya çalışılmasına,
- hukuk, demokrasi ve insan haklarının yerlerde süründürülmesine,
yandaş medyanın yalanlarına,
- Bakan çocuklarının rüşvet yemesine, ayakkabı kutularından milyon dolarlar çıkmasına, buna rağmen faillerinin 2.5 ayda salıverilmelerine,
- Sayıştay’ın Millet adına yapması gereken denetlemeleri Başbakanlık, bazı Bakanlıklar ve bazı kamu kurumlarında, Emniyet ve Yargı’da artık yapamamasına, Devletin artık denetlenemiyor olmasına,
- Hükümet yetkililerinin gözümüzün içine baka baka yalan söylemesine,
- hele son haftaların konusu, ortaya çıkan inanılmaz ses kayıtları ve tapelere ve daha birçok başka ve korkunç şeye tahammül edemiyorum, göz yumamıyorum.
2014’lerde, çağdaş bir demokraside bunların hiçbiri olamaz ve hiçbiri kabul edilemez. Bunların onda birinin bile sorumluları, işleyen bir demokraside, kuvvetler ayrılığının, kontrol ve dengenin, şeffaflığın ve hesap verebilirliğin olduğu bir Devlet’te ve Siyasi Etiğe saygılı bir toplumda, bir gün bile o makamlarında oturamazlar ve Adalete hesap verirler…
Atatürk bize böyle sefil bir miras bırakmadı. Türkiye Cumhuriyeti, hiç bu kadar aşağılanmamıştı. Bunları asla kabul etmiyorum ve asla razı gelmiyorum… 46 yıllık yaşam deneyimime, gözlem ve analizlerime, bilgi birikimime ve sezgilerime dayanarak, sizlere çok önemli şeyler anlatacağım.
Çok zor ve çok tehlikeli zamanlardan geçiyoruz. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin üniter yapısı, hepimizin eşit ve tam yetkili olarak paylaştığı ulusal egemenliğimiz ve toplumsal barışımız büyük tehdit altındadır. Bu zorlu süreçte, milli birlik ve beraberliğimiz ve ulusal egemenliğimiz konularında yapabileceğimiz küçük bir yanlış, küçük bir hesap hatası korkunç sonuçlara yol açabilecektir. Hepimizin akıllı, uyanık ve çok ama çok dikkatli olması gerektiği zamanlardayız. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve Türkiye’nin her türlü zenginliğinin doğrudan sahibi yurttaşlar olan sizlere, her birinize çok önemli uyarılarda bulunmak istiyorum. Dikkatle takip etmenizi dilerim…
TÜRKİYE’MİN HALLERİ
AKP 2002 seçimlerinde, siyasetimizin anti demokratik ve hala devam eden % 10 seçim barajı sayesinde, % 34 oy aldığı halde, ki oy verme zahmetine katlanmayanlar düşüldüğünde tüm seçmenlerin %25’ine ancak tekabül ediyordu – % 66 sandalye ve 363 milletvekili elde etti TBMM’de. Bu saatten sonra da, gerçekte, oy veren seçmenlerin % 34’ünün, tüm seçmenlerin yani halkın ise sadece %25’inin desteğini arkasına aldığı halde, tüm icraatlarını halkın % 66’sının desteğini almış bir siyasi partinin özgüveni, gücü ve hırsıyla kullandı. İktidara geldiğinde de, dokunulmazlıkları kaldıracağız, yolsuzluklara damardan gireceğiz gibi sloganlarla Türk siyaset hayatındaki yerini aldı. Dokunulmazlıklar hala maşallah yerinde, hatta yepyeni dokunulmazlıklar icat edildi, üstüne üstlük milletvekillerine ve ailelerine bir dünya ayrıcalık daha verildi. Zaman aşımı, yasadışı dinlemeler, gizli tanıklar, değiştirilmesi çok kolay dijital kanıtlar, sahte CD’ler, kaset komploları ve benzeri ne kadar anti demokratik ve hukuk dışı yöntem varsa, siyasetimizin ve hukukumuzun belirleyici unsurları haline geldi. Bu yöntemlerle bazılarının siyasi hayatları daha başlamadan bitirildi, bazılarına ağırlaştırılmış müebbet hapis cezaları verildi. İnsanlar intihar etti, kanser oldu, aklını yitirdi. İnsanların, ailelerin hayatları karartıldı, yaşamlarından yılları çalındı. Tüm aileleri, sevdikleri haksız yere mağdur edildi. Her şeye rağmen, ülkede fırsat eşitliğinin ve adil rekabetin en güvenilir kalesi olan, son yıllara dek bozulmadan kalabilmiş ÖSYM’de bile, ÖSS, KPSS, LYS, TEOG Merkezi Ortak Sınav, Yargıçlık Sınavları, Tıpta Uzmanlık Sınavı, İş Güvenliği Uzmanlığı Sınavı, Komiser Yardımcılığı Sınavı, Polis Okulu Giriş Sınavı soruları ve adını unuttuğum bir dolu sınavın soruları çalınarak bazı kişilere servis edildi ancak failler bir türlü ortaya çıkarılamadı. Ülkede birileri bu sayede, başkalarının haklarını gasp ederek hak etmedikleri yerlere göz göre göre getirildiler. Sınavlarda kazanmaları sağlandı, önleri açıldı ve kayrılarak kariyerlerinde yükseltildiler. Devletin hemen tüm kurumlarında bu şekilde önemli bir ağırlık elde ettiler ve bu hukuksuz gücü işlerine geldiği gibi kullandılar.
AKP – Cemaat kavgası açıkça yaşanmaya başladığı andan itibarense, binlerce polisin, emniyet müdürünün, valilerin, hakimlerin, savcıların, bürokratların, memurların, okul müdürlerinin, öğretmenlerin yerini kafalarına göre değiştirmelerini, hukukun, adaletin defalarca ayaklar altına alınmasını, ortaya saçılan korkunç rüşvet ilişkilerini, Hükümetin hoşlanmadığı yolsuzluk soruşturmalarını başlatan Savcıların ve Polislerin, ertesi sabah ülkenin bambaşka bir yerine sürülmesini, insanların doğru haber alma özgürlüğünü engelleyen medyadaki inanılmaz sansürü ve işten çıkarılmaları, Twitter gibi dünyanın en önemli sosyal medya iletişim kanallarının kapatılmasını, 1980’lerde kaldığını zannettiğimiz ilkel yasakların beter hallerini bize yaşatmalarını endişe içinde, hayretler içinde, sanki bunlar başka bir ülkede yaşanıyormuş gibi seyrediyoruz. Bunlar filmlerde bile olmaz. Oysa hepsi ve daha fazlası, Atatürk’ün kurduğu ve bize armağan ettiği bizim Türkiye Cumhuriyeti’mizde her gün yaşanıyor, yaşıyoruz…
17 Aralık’ta ortaya çıkan rüşvet skandalı, ayakkabı kutularında milyon dolarlar, Bakanlara, üst düzey bürokratlara verilen inanılmaz pahalı armağanlar, Bakan çocuklarının, babalarının Bakanlığıyla ilgili alanlarda aldıkları rüşvetler, İstanbul’un en pahalı kiralarını ödedikleri evlerinde çıkan bir dolu kasada Eurolar, Dolarlar, yatak odasında para sayma makinesi. Başbakan’ın ve aile bireylerinin, Bakanların, Bakan çocuklarının, Hükümete yakın işadamlarının ve yandaş medya mensuplarının akıl almaz yolsuzluk, rüşvet, sansür, Anayasa’nın defalarca ihlali, vatana, millete ihanet konuşmaları ve daha bir çok yüz kızartıcı, utanç verici şey ve Anayasal suç. İnsan nasıl bir Türkiye’de yaşadığına artık inanamıyor. Hele sahte belgelerle, dijital kanıtlarla, gizli tanıklarla yıllardır hapislerde çürütülen yüzlerce değerli insan dururken, rüşvet yediği apaçık ortada olan Bakan çocuklarının ve Bakanlar dahil pek çok kişiye rüşvet dağıtan İranlı ajanın 2.5 ayda hapisten çıkarılmalarını ve Başbakan’ın da bu durumu “adalet yerini buldu” diye yorumladığını görünce, inanamamayı geçtim, artık ülkem için, hepimiz için ciddi şekilde endişe ediyorum. Toplumsal huzurumuz ve iç barışımız bugün artık ciddi şekilde tehdit altındadır…
Ülkemizin her zaman başının belası olan yolsuzluklar ve yolsuzluklara bağlı maddi, manevi kayıplar artık daha da artmış, yayılmış hatta kurumsallaşmış durumda.
- Ülkemiz Gayri Safi Milli Hasıla ölçütüne göre dünyanın 17. büyük ekonomisi olduğu halde, İnsani Gelişmişlik endeksinde 92. sırada.
- Devletin sahip olduğu ekonomik gücün halkın yaşam kalitesine yansıtılması endeksinde, (Bürüt Milli Gelir – İnsani Gelişmişlik Endeksi) dünyada en sonda gelen ülkeler arasında.
- 2012 yılında, OECD’nin yayınladığı raporda,Yeni Yaşam Kalitesi Endeksi’ne göre, OECD ülkeleri içinde, En Kötü Yaşam Kalitesi’ne (raporda kötünün de kötüsü ifadesi kullanılıyor) sahip ve gelir dağılımının en adaletsiz olduğu ülke durumunda.
- Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi – AİHM’de, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ihlallerinde 2404 mahkumiyetle dünya rekoruna sahip ülke konumunda.
- Hapisteki gazetecilerde de durum bunun aynısı.
- Ayrıca etimiz ne budumuz ne, aşırı vergiler yüzünden dünyanın en pahalı arabalarını ve en pahalı benzinini kullanıyoruz…
Türkiye neredeyse, insani gelişmişliği gösteren tüm endekslerde, ekonomik büyüklüğüyle doğru orantılı olmayan çok gerilerde yerlere sahip. Türkiye’nin asıl sıkıntıları, hukukun üstün olduğu, bireyin yaşam kalitesinin ve birey hak ve özgürlüklerinin en temelde korunması ve geliştirilmesi gereken değer olduğu, insanca yaşamanın, adil rekabetin ve fırsat eşitliğinin, siyasette şeffaflığın ve hesap verebilirliğin ulaşılması gereken erdemler olduğu konularında, sonuç odaklı, elle tutulur hiçbir çalışma yapılmazken, ülkedeki bütün sorunların çözümünün, daha fazla dini referanslı bir yaşam kurmak ve PKK ve BDP’nin kabul edilemez taleplerinin karşılanması olduğunu iddia etmek, hepimizi aptal yerine koymaktır. Allah’a şükür ne aptalız, ne hain, ne yandaşız, ne de korkak. Bu saçmalıkların hepsini elimizin tersiyle itmemiz gerekir…
Lafı daha fazla uzatmadan, tüm bunların içinde, en önemli sorunumuz olarak gördüğüm konuda, sözlerime yanlış yanlışla çözülmez diyerek başlamak istiyorum; Güneydoğu Bölgemizde yaşayan, ağırlıklı olarak Kürt kökenli yurttaşlarımızın yaşamak zorunda kaldığı, özellikle 12 Eylül sonrası süreçteki baskı, eziyet ve zorlukların pekiştirerek güçlendirdiği, arkasında yabancı devletlerin istihbarat örgütlerinin ve yerli hain işbirlikçilerinin bulunduğu PKK terörü, başta 12 Eylül Askeri Darbesi ve Hükümeti olmak üzere, Türkiye’yi yöneten tüm hükümetlerin ciddi politik ve stratejik hatalarından beslenerek buralara kadar geldi. Türkiye bugüne kadar yaptığı bu hataları, yeni ve daha büyük hatalarla asla çözemez, aksine çok daha derin ve kalıcı hale getirerek büyütür ve daha önce öngörmediğimiz yeni ve daha büyük sorunlara yol açar.
ETNİK AYRIMCILIK ASLA KABUL EDİLEMEZ
Türk Milleti, Anayasa’nın ilk 4 maddesinin özünün değiştirilmesine hiçbir şart altında ve asla müsaade etmemelidir. Vatanın her bir karış toprağındaki her türlü egemenlik hakları, sadece bu topraklarda doğduğumuz için, eşit ve egemen yurttaşlar olarak hepimize, yine eşit ve ortak olarak aittir. Mevcut hükümet, “her şey çok güzel olacak” demekten başka, bu konuda elle tutulur bir açıklama yapamadığı için, BDP ve PKK sözcülerinin dediklerine baktığımızda, bölgede oluşturulacak bölge meclisleri ve bölge başkanlıkları eliyle yasama ve yürütme erklerinde bölgesel ve etnik birtakım haklar ve ayrıcalıklar alacaklarını ve yeni Anayasa’nın bu çerçevede hazırlanacağını anlıyoruz. Hele son günlerde BDP’nin daha yüksek perdeden dile getirdiği özerklik, özerk bölgeler laflarıyla, Türkiye’nin kırmızı çizgilerini aşan tavizler verildiğini görüyoruz. Bütün bunlar, Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür düsturunun sağladığı güvenlik, eşitlik ve adaletle barış ve huzur içinde, kendi ülkesinde bir arada yaşayan Türk Milleti’ne, hepimize en büyük ihanettir. Buna göre, Atalarımızın birlikte büyük mücadeleler vererek, can alarak, can vererek ve çok ağır bedeller ödeyerek elde ettikleri ve TBMM eliyle, hepimiz adına kullanılan egemenlik haklarımızdan bazılarına, bundan sonra ülkemizin Güneydoğu’sunda artık eskisi gibi sahip olamayacağız. Bu yapay ve zorlama durumun Türkiye’mize sadece ve sadece zarar getireceğini, dahası kanlı iç çatışmalara yol açabileceğini ve koca Türk Milletini, 10 yıllar sürecek bir çatışma sürecine, bir iç savaşa savurabileceğini aklı başında olan herkesin öngörmesi gerekir…
Yeni Anayasa, söylendiği gibi, tüm vatandaşların anayasal eşitliğinin ve egemenliğinin yerine, etnisitelerin eşitliği ve egemenliği üzerine hazırlanır ve özerk bölgelere müsaade edilirse ve bizler de bu ihanete göz yumarsak, Cumhuriyetin inşa ettiği siyasi ve toplumsal yapının bütünlüğü bozulacaktır. Etnisitelerin ayrıştırılması ve siyasi yapılanmanın temel taşı haline getirilmesi ve egemenliğin, etnisiteler arası eşit paylaşımı yaklaşımı ile yeni Anayasa yapılması çabaları, Türkiye’mizi ayrıştırır ve parçalanma ile yüz yüze bırakır. Cumhuriyet kurulalı beri, ülkemizde huzur ve dayanışma içinde yaşayan tüm etnik unsurları ırkçılaştırır ve Cumhuriyet döneminde yaşanmayan çatışmalara götürür. Bunun adı bölücülüktür ve ülkemizin iki büyük iç düşmanından biridir.
Atatürk; Daha önceki devirlerden kalma Kürtlük fikri, Çerkezlik fikri ve hatta Lazlık fikri veya Boşnaklık fikri gibi propagandalar milletin bütünlüğünü bozan kasıtlı yanlış adlandırmalardır ve birkaç düşman aleti mürteci, beyinsizden başka, hiçbir millet ferdi üzerinde üzüntüden başka bir tesir yapmamıştır, der. Bu çok yanlış yolu seçersek, hepimizin yaşayacağı tek şey üzüntü, çatışma ve telafisi mümkün olmayan acılar ve kayıplar olacaktır.
Anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin hepsi birbirinden önemlidir ama 21. yüzyılın giderek kalabalıklaşan, karmaşıklaşan ve zorlaşan dünyasında beni en çok ilgilendireni; Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür, maddesidir. Yurttaş egemenliğine dayanan bu bütünlük içinden etnisiteye dayalı yeni milletler çıkarma çabası ile hazırlanacak yeni bir Anayasa, ülkede kaosa neden olacak ve bir egemenlik mücadelesine yol açacaktır. Ayrıştırılmaya çalışılan bütünün çeşitli parçaları arasında çatışmalar çıkaracaktır. Bunun gideceği yer ülkedeki her etnik unsurun ırkçılaşması ve sonunda da basit bir kıvılcımla birbirimizin boğazına sarılmak olur, çatışmalar yaşanır ve aramıza kan girer. Ben milletim için böyle korkunç bir senaryoyu asla kabul edemem ve razı olamam. Böyle bir şeyi düşünmeye cüret etmek, 77 milyonluk Türk Milleti’nin egemenlik haklarını, yenilmeden pazarlığa çıkarmak demektir. Ben kendi adıma bu hakkı hiç kimseye vermiyorum. Kendini Türk hisseden, Türk Milleti’nin bir parçası hisseden, kendi ülkesinde eşit, özgür ve egemen yurttaşlar olarak yaşayan hiçbir yurttaşımın da asla vermemesi gerektiğini düşünüyorum. Diğer her birimiz gibi, bana da Atalarımdan armağan kalan ve doğduğum gün itibariyle bana verilen, bir yurttaş olarak şahsıma ve soyuma ait olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti sınırları içindeki her türlü egemenlik haklarımı sonuna kadar savunacağımı herkesin bilmesini isterim…
Gezmesek de, tozmasak da o köy bizim köyümüzdür ve her zaman öyle kalmalıdır…
ELBETTE BARIŞ AMA NE KARŞILIĞINDA?
Şu anda Türkiye, görüntüde bir barış olsun da nasıl olursa olsun der bir havaya sokulmuştur. Analar ağlamasıngibi hiç kimsenin itiraz etmeyeceği, etkileyici ama altında hiçbir içerik ve eli kanlı bebek katilleri hala aynı kafadayken, bunun nasıl sağlanacağı hakkında hiçbir açıklama bulunmayan bir sloganla ve tüm Türkiye’yi, Devlet koruması altında gezip, neyi savunduklarını bile bilmeyen bir sözde Akil Adamlar tiyatrosuyla, herkesin algılarıyla oynadılar. Türk Milleti üzerinde, bazı medya grupları ve konunun uzmanları eliyle, gerçekler eğilip bükülerek algı yönetimi, kitlesel hipnoz ve beyin yıkama yapıyorlar, insanların düşüncelerini yanlış ve çok tehlikeli sulara yönlendiriyorlar, insanlarımızı kandırıyorlar…
Bu şekilde, ver kurtul zihniyetiyle sürdürülebilir bir barış süreci kurulamaz. Nobel Barış Ödülü sahibi Theodore Roosevelt; Eğer doğruluk ve barış arasında bir seçim yapmam gerekirse, doğruluğu seçerim, der. Barış tabi ki dünyanın en güzel şeyidir ve her milletin, her devletin birinci önceliğidir. Dünyanın en güçlü ordularını yenmeyi başarmış, 1. Dünya Savaşı’nın hiç yenilgi almayan kumandanı Atatürk; Yurtta Sulh, Cihanda Sulh, diyerek bize yolu göstermiştir. Ama oraya tavizlerle değil ancak egemenlik haklarımızın tam korunmasıyla ulaşılır. Lozan’da, büyük Zaferden sonra, dünyanın en güçlü devletlerinin karşısında bile biz ulusal egemenlik haklarımızdan taviz vermedik. Eli kanlı bir terör örgütüne verdiğimiz bu tavizler barışı getirmez, aksine terör örgütünü daha cüretkar yapar. Silah tehdidiyle bir kere bileğini büktüren, aynı silahın biraz fazlasıyla yine büktürür. Terör örgütünün bütün bu süreçten çıkaracağı tek sonuç bu olacaktır. Bunu da örgütsel hafızasına en iyi bir şekilde kaydettiğine eminim. Bu nedenle egemen devletler terörle müzakere etmezler, onunla mücadele ederler. Benim de Türkiye’yi yöneten tüm hükümetlerden beklediğim, terör örgütünün silahlı unsurlarıyla, ülkemizi bölme niyetlerinden vaz geçirtinceye kadar gereği gibi mücadele etmesi ve tüm bu talepleri, siyasal alanda demokratik bir mücadeleye çekmesidir ki, bugüne dek Türkiye’nin Devlet politikası hep buydu. Devletin resmi politikası, önce terörist unsurlar silah bırakacaklar, ondan sonra görüşmelere başlanacaktı. Sivil unsurlar da çeşitli demokratik platformlarda, siyasal zeminde, TBMM çatısı altında bu hak ve taleplerinin mücadelesini vereceklerdi. Oysa hem sağladığı dokunulmazlıkla TBMM çatısı altında hem de silahlı unsurlarıyla birlikte her yerde mücadele etmeyi seçtiler ve AKP hükümeti, bu iki taban tabana zıt, biri demokrasiye, öbürü şiddete ve teröre dayalı iki yöntemi birlikte kullanmalarına engel olmadı. Aksine, bu iki unsurun birlikte mevzi kazanmasının önünü açtı…
AKP hükümeti, 2002 yılında iktidara geldiğinde, önceki hükümetlerin tavizsiz mücadelesiyle terör örgütünün beli önemli ölçüde kırılmış durumdaydı. Kazanma azmi, enerjisi, motivasyonu, en önemlisi terörle amaçlarına ulaşabileceğine olan inancı önemli ölçüde yara almıştı ve artık Türkiye’nin bölünmez bütünlüğü için ciddiye alınacak bir tehdit olmaktan çıkmak üzereydi. PKK terörünün elebaşı, 1999 yılında Yunanistan’ın Kenya Büyükelçiliği’nde, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi pasaportuyla yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmiş ve daha yakalanır yakalanmaz, Türk Milleti’nin ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hizmetinde olduğunu söylemişti. Hafızalarınızı biraz tazelerseniz hepsini hatırlayacaksınız. Hatta yeni yayınlanan görüntülerindeki hal ve tavırlarından, herkesin zannettiği önderlikten ne kadar farklı bir kişi olduğunu ve büyük devletlere nasıl taşeronluk yaptığını kendi ifadelerinden de görebilirsiniz…
TERÖR SON 10 YILDA NEDEN COŞTU?
12 Eylül Askeri Darbesi’nin ve özellikle Diyarbakır cezaevinde yaşanan insanlık suçu işkencelerin ve kötü muamelenin ardından Türkiye, 80’lerle birlikte terörün korkunç yüzüyle tanıştı ve terör belasıyla mücadele etmeye başladı. Amacına ulaşmak için bebek, çocuk, kadın, rastgele herkesi katletmekten çekinmeyen PKK terörü, Türkiye’yi alışılmadık ve çok zorlu, büyük kahramanlıkların yaşandığı korkunç ve acı dolu bir sürece soktu. Bu süreçte, 1984 yılından itibaren giderek artan sayıda şehitler vermeye başladık ve çok daha fazla gaziler…
- 1984 yılında, PKK’nın ilk saldırısı olan Eruh baskınında 26 şehit verdik,
- 1985’de 58,
- 1986’da 51,
- 1987’de 71,
- 1988’de 54,
- 1989’da 153,
- 1990’da 161,
- 1991’de 244,
- 1992’de 629,
- 1993’de 715 ve
- 1994’de ise tam 1145 şehit verdik. Türkiye 90’lı yıllarda terörden çok acı çekti.
- 1995 yılında 772 şehit verdik,
- 1996’da 608,
- 1997’de 518,
- 1998’de 383 ve
- 1999’da 236 şehit verdik.
1999 yılında, Teröristbaşı’nın yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinden sonraysa terör bütün hızını kaybetti.
- Şehit sayısı 2000 yılında birden 29’a,
- 2001’de 20’ye,
- 2002’de ise 10’a / 7’ye düşmüştü.
Liderini de kaybeden terör örgütü, artık önemli ölçüde moralini ve eski hareket kabiliyetini yitirmişti.
Terörle mücadelenin ana ekseni, teröristin, terör unsurlarıyla hedefine asla ulaşamayacağı mesajını vermektir. Bu yöndeki umudunu, inancını yok etmektir. Bunun da tek yolu, her ne olursa olsun, ne kadar acılı kayıplar yaşanırsa yaşansın, teröre, teröriste, terörle amacına ulaşabileceğini zannedene, terörden beslenene asla ve asla taviz vermemektir. 80’lerde Türkiye, birdenbire karşısında bulduğu terör örgütüyle mücadelede çok zorluklar yaşadı, çok ağır kayıplar verdi ama asla taviz vermedi. Düzenli bir geleneksel Ordu’nun, sıradan bir vatandaş gibi halkın arasına rahatça karışabilen ama dilediği zaman psikopat bir katile dönüşüp, hedef gözetmeden pusu, tuzak, mayın, bomba gibi alçakça ve kahpece her yerde saldırabilen unsurlarla başa çıkması neredeyse imkansızdır. Hele bir de arkalarında, yabancı ülkelerin istihbarat ekipleri ve lojistik desteği varsa…
Genellikle kayıp sayısı, her zaman ve her yerde vurabilecek ve halkın arasına karışıp ortadan kaybolabilecek terör örgütlerinin lehinedir. Buna rağmen Türkiye ve Türk Ordusu, yıllar içinde yeni düşmanını ve sefil taktiklerini daha yakından tanıdı, öğrendi. Bu yeni duruma süratle adapte oldu ve geliştirdiği terörle mücadele yöntemleriyle terörün belini kırdı. Güvenlik güçlerimizin kahramanca, fedakarca ve sonsuz kararlı mücadelesi sonucunda, 1984’ten 1994’e kadar korkunç bir hızla artan ve Milletimize büyük acılar yaşatan PKK terörü, Osman Pamukoğlu’nun kitaplarında anlattığı, gerillayla gerilla gibi mücadele etme konsept değişikliğinin etkisiyle, 1995’ten itibaren zayıflamaya başladı. 2000, 2001 ve 2002 yıllarında ise bitme noktasına getirildi, PKK umudunu yitirme yoluna sokulmuştu…
Ancak son 10 yılda, AKP iktidara geldiği 2002 yılından bu yana, gözlerimizin önünde terör her yıl güçlendi, çoğaldı, etki alanını artırdı. Her yıl şehit sayımız da artmaya başladı ve bir gün bir baktık ki, terör örgütü Hükümeti, Anayasa’yı değiştirmek üzere masaya oturtabilecek seviyeye gelmiş.
AKP iktidara geldiği 2002 yılında 10’a / 7’ye düşmüş olan şehit sayımız, takip eden yıllarda son derece istikrarlı ve hızlı bir şekilde yeniden artmaya başladı.
- 2003 yılında 21/31 şehit verdik,
- 2004’de 73,
- 2005’de 105,
- 2006’da 111,
- 2007’de 146,
- 2008’de 171,
- 2009’da 135/80,
- 2010’da 106,
- 2011’de 137,
- 2012’de 150’den fazla şehit verdik…
2009 Temmuz’unda Hükümetin ortaya attığı Demokratik Açılım ve Habur’da PKK’lıların davullu zurnalı şovlarını yaparak, pişman değiliz diyerek güya teslim olma rezaletlerinden itibaren, PKK tekrar coştu, yol kesmeler, mayınlar, saldırılar ve şehit sayılarımız giderek artmaya başladı. 1 Ocak 2010 – 16 Temmuz 2012 tarihleri arasında 233 şehit verdik. BDP ise TBMM’de ve her yerde aşırı küstah ve uzlaşmaz tavırlarıyla, süreci hedefleri doğrultusunda yönlendirmeye devam etti.
Güvenlik güçlerimizin kararlı ve tavizsiz tutumuyla, 1999 – 2002 yılları arasında, neredeyse bitme noktasına getirilen PKK terör örgütü, AKP’nin iktidarıyla birlikte bir palazlandı, bir coştu ki sormayın gitsin. Vurdukça vurdu, çoluk, çocuk, kadın demeden, herkesi hedef alarak katlettikçe katletti ve birdenbire, Analar Ağlamasın gibi çok etkileyici bir sloganın gölgesinde, kendimizi Güneydoğu’da bölge meclisleri ve bölge başkanlıklarını, egemenlik haklarımızdan taviz vermeleri, hatta özerkliği konuşurken bulduk…
Ben kendi adıma bu işten hiçbir şey anlamadım. Anlayan varsa beri gelsin. Biz 12 yıl önce bu terör belasını iyice sınırlamış, daraltmış ve neredeyse savuşturmak üzereyken, liderini de ele geçirip hapse atmışken, bugün nasıl oluyor da birdenbire özerklikten bahsettiğimizi, Güneydoğumuzdaki egemenlik haklarımızdan taviz verme noktasına geldiğimizi anlamakta zorlanıyorum. Biz savaş mı kaybettik ki bugün bunları konuşuyoruz. Sanki Türk Ordusu, Türk Milleti, PKK’nın profesyonel katilleri karşısında yenilmiş, yenilgi almış da anlaşma şartlarını dayatıyorlar Türkiye’ye…
Şehit sayılarımız, çeşitli kaynaklarda +/- 10 bazen 20 şehit kadar farklı görülebiliyor. Sizlerle paylaşmak üzere aldığım sayılarda düşük olanları seçerek aldım. Çok fark varsa iki rakamı da yazdım. Yine de rakamlar ortada, bu rakamları nasıl yorumlarsanız yorumlayın, içindeki açık gerçeği görmezden gelemezsiniz. Bütün bunların sorumlularının kimler olduğunu, elinizi vicdanınıza koyup kendinize sormanızı dilerim…
BU KİRLİ OYUNU BOZMAMIZ ŞARTTIR
Bütün bunlar dururken ve işleyen bir demokraside, siyaset mekanizmasından gerçek sorunlarımızın çözümünü beklememiz gerekirken, bugün ülkemizin Güneydoğu’sunda başka bir egemenliği ve Federasyon benzeri, özerk bölgelerden oluşan bir yapıyı konuşuyor olmamızı, hepimizin aklının tutulmasından başka türlü açıklayamıyorum ben. Hepimizden gizli, aslında neyin pazarlığının yapıldığının farkında mısınız siz?
Atatürk; Türk Milleti, kendinin ve memleketinin yüksek menfaatleri aleyhine çalışmak isteyen bozguncu alçak, vatansız, milliyetsiz, beyinsizlerin saçmalamalarındaki gizli ve kirli emelleri anlamayacak ve onlara müsamaha edecek bir heyet değildir. Türk Milletinin sosyal düzenini bozmaya yönelen didinmeler, boğulmaya mahkumdur, der.
ATA’mızın dediği gibi; boğulacaklardır, kazanamayacaklardır, Türk Milleti bu oyunların arkasını görecektir. Bizlere düşen en önemli sorumluluk, her bir yurttaşımıza bunları anlatmak, göstermek, bilmeyenlere, inanmayanlara bıkmadan, usanmadan öğretmektir…
Türkiye’nin bugün gelmiş olduğu aşamada, yeni bir Anayasa ihtiyacı olduğu açıktır. Türkiye’de yaşayan herkes elbette ki çağdaş, yenilikçi, demokratik bir Anayasa özlemi içindedir, barış da elbette ki herkesin özlemidir. Ancak bu özlemleri karşılamanın aracı, milli kimliği bozarak, egemenliğin etnisitelere dayalı olarak paylaşıldığı yeni bir Anayasa asla değildir. Bu, Türkiye’yi çok daha derin çatışmalara ve parçalanmaya sürükleyecektir. Türkiye’nin istikrarını teminat altına alacak olan yeni Anayasa, egemenliğin etnisitelerde değil vatandaşlarda olduğu, vatandaşlar arasında eşit paylaşıldığı, bireyin, hangi etnik veya mezhepsel kökenden gelirse gelsin hiçbir ayrımcılık gözetilmeksizin insan hak ve özgürlüklerinin sağlandığı ve korunduğu, yurttaş egemenliğine dayanan laik bir Anayasa olmalıdır.
ULUSAL EGEMENLİKTEN TAVİZ VERİLEMEZ
Atatürk; 1 Kasım 1922’de, TBMM açılış konuşmasında; Huzurlu toplum, güvenli toplum, insan kişiliğine saygılı toplum, tam ulusal egemenlikle sağlanır. Toplumda en yüksek hürriyetin, en yüksek eşitlik ve adaletin sağlanması, istikrarı ve korunması, ancak ve ancak tam ve kesin anlamı ile ulusal egemenliğin sağlanması ile devamlılık kazanır. Bundan dolayı, hürriyetin de, eşitliğin de, adaletin de dayanak noktası ulusal egemenliktir, der.
Ulusal egemenlikten tam da bu yüzden asla taviz verilemez. Burada göz yumulacak en küçük bir gedik, arkasından başka açıklar vermemize yol açacaktır. Çünkü ulusal egemenlik, tam bağımsız, tam egemen, ortak kabul etmeyen bir erktir. Egemenlik kimseyle paylaşılmaz, paylaşılırsa egemenlik olmaz. Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir bölgede, TBMM’nin, yani Türk Milleti’nin bir takım yetkilerinin kısıtlanacağı hiçbir sistem ülkeye barış ve demokrasi getiremez. Burada verilecek en küçük bir taviz, sistemin diğer unsurlarında da çeşitli ölçülerde zafiyetlere ve kırılmalara yol açacaktır. 77 milyonluk Türk Milleti’ni bağlayacak, milli bütünlüğümüzü bozacak bir egemenlik paylaşımı sürecinin sonunda varacağımız yer, kaçınılmaz olarak çatışma olacaktır. Ve sonunda da ülkede ne hürriyet, ne eşitlik, ne de adalet kalacaktır.
Ulusal egemenliğimizi ve milli birlik ve beraberliğimizi bir daha asla tamir edilemeyecek şekilde bozacak, Ana dilde eğitim ve Ana dilde savunma hakkı lafları, tıpkı Analar ağlamasın sözündeki gibi, güzel cümlelerle arkasındaki bölücülüğü ve gizli niyeti saklayan bir tuzaktır. Ana dilde eğitim ve Ana dilde savunma, belki ilk bakışta bazılarınıza demokratik bir hakmış gibi gelebilir, ama bu ülke Türkiye Cumhuriyetidir, burada doğan her yurttaş, etnik kökenine bakılmaksızın Türk Milleti’nin asli bir unsurudur. Ülkenin eşit, özgür ve egemen tam yetkili sahibidir ve resmi dili de Türkçedir. Ana dilde eğitimi ve savunma hakkını, resmi dili bozmak amacıyla konuşmak, Türkiye Cumhuriyeti’nden vaz geçmek demektir. Etnik dillerin ve yerel lehçelerin kullanılmasında, öğretilmesinde, şarkılar, türküler söylenmesinde, sanatını, edebiyatını, kültürünü yaşatmasında hiçbir sorun olamaz. Bunlar en temel insan haklarıdır ve Türkiye bunları, geçmişteki büyük hatalarına rağmen Allah’a şükür, çoktan aşmıştır. Ancak bu temel insan hakkı, aramıza nifak tohumları sokarak milli bütünlüğümüzü bozacak şekilde kullanılamaz. Özel okullarda etnik dillerin öğretilmesi hakkı veya kendisini daha iyi ifade edebileceğini düşündüğü etnik dilinde tercüman yardımıyla savunma yapma hakkı başkadır ki ülkemizde zaten vardır, resmi dile alternatif getirmek ve çok dilliliği resmi olarak hedeflemek çok başkadır ve asla kabul edilemez. Atatürk; Milliyetin çok belirgin niteliklerinden biri de dildir. Türk milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve kesinlikle Türkçe konuşmalıdır. Türkçe konuşmayan bir insan Türk kültürüne, topluluğuna bağlılığını iddia ederse buna inanmak doğru olmaz, der.
Biraz aklı başında olan her bir yurttaşım, Atalarının kahramanca fedakarlıkları sayesinde, doğduğu an itibariyle, tüm milli servetimizde, memleketin her bir karış toprağında, toprağın altındaki ve üstündeki, suyundaki, gölündeki, deresindeki hatta gökyüzündeki, kıta sahanlığındaki, her şeyinde, her türlü zenginliğinde doğal olarak sahip olduğu tam yetkili egemenlik haklarından, hiçbir şart altında taviz vermemelidir ve gerekirse bunlar için mücadele etmeye de hazır olmalıdır. Atatürk; 1 Mart 1932 günü TBMM açılış konuşmasında; Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri öğrenimin sınırı ne olursa olsun, ilk önce ve her şeyden önce Türkiye’nin bağımsızlığına, kendi benliğine, milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek gereği öğretilmelidir, der.
Egemenlik haklarından taviz vermek, kapitülasyonlardan beterdir ve mutlaka arkası gelir. Bir kez o yolu açtık mı, Sarı Öküzü verdik demektir. Sarı Öküzünü veren, bir zaman sonra başka şeylerini de vermekten kurtulamaz. Çünkü taviz tavizi doğurur, hele silahlı bir terör örgütüne taviz vermek demek, bu sarmaldan bir daha asla kendinizi kurtaramazsınız demektir. Atatürk bu konudaki tavizsizliğini, 1923’te şöyle ifade eder; Ulusal egemenliğimizin bir zerresini dahi vermeye yeltenenlerin kafalarını koparacağınızdan eminim…
ELİNDE SİLAH OLANLA MÜZAKERE EDİLEMEZ
Bu dünyada iki tür insanla hiçbir şekilde sağlıklı bir müzakere edilemez ve hiçbir şart altında edilmeye de kalkışılmamalıdır. Birincisi sosyopatlar, diğeri de elinde silah olanlardır. Çünkü her ikisi de yalan söyler ve verdiği sözleri tutmaz. Biri aklının oynaklığından, öbürü silahtan aldığı güçten…
Hükümet, silahlı bir terör örgütüyle, dünyanın hiçbir egemen devletinde görülmemiş bir şekilde ve kamuoyunun büyük çoğunluğunu derin endişe ve korkulara sürükleyerek masaya oturdu ve kırmızı çizgilerimizin bir çoğunun alt üst edilmesini hiç umursamadan, herkesin gözü önünde tavizler verdi, veriyor ve görünen o ki, bu gördüklerimiz daha arkasından gelebileceklerin ancak bir bölümü. Ne kadar allayıp, pullasanız da, egemen bir devletin, amacına ulaşmak için sivilleri hedef gözetmekten, çoluk, çocuk katletmekten bile çekinmeyen silahlı bir terör örgütüyle bu şekilde masaya oturması ve taviz üstüne taviz vermesi büyük bir hatadır. Ne verseniz bir fazlasını isteyecek bir katil sürüsüyle böyle başa çıkılamaz. Buradan 77 milyonun hayrına bir sonuç çıkamaz, kimse bu umuda kapılmamalıdır…
77 milyonluk nüfusuyla, her yurttaşı eşit, özgür ve egemen olan, eşitliği ve özgürlüğü bireysel olarak dilediği gibi yaşayan ve egemenliği de seçtiği parti ve milletvekilleri eliyle TBMM üzerinden kullanan her bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı üzerinde, eşit olduğumuz her şeyde, böyle bir ikilik, iki hukukluluk yaratılması kabul edilemez. Bunu aklı başında hiç kimse kabul edemez, etmemelidir. Kendi toprakların üzerinde herhangi bir bölgede, herhangi bir gruba, herhangi bir ayrıcalık vermek, sana ait olan topraklardan bir bölgedeki egemenlik haklarının bir kısmından durduk yerde feragat etmek demektir. Hem Atalarına hem çocuklarına ihanet etmektir. Hepimizin ortak olarak sahip olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne ait olan, dolayısıyla ülkemizin her bir yurttaşına ayrı ayrı ve % 100 ait olan memleketimizin bir bölümünü gözden çıkarmak demektir. Kendi topraklarında bir başka egemenliği kabul etmek, durduk yerde milli gücünden taviz vermek demektir. Yenilgi almadan yenilmiş durumuna düşmek demektir ve artık daha zayıf bir ülke olacaksın demektir…
MİLLİ GÜÇ HER ŞEYDİR
Atatürk; Vatan hiçbir kayıt ve şart altında ayrılık kabul etmez ve bütündür, der. Çünkü devletler, coğrafi çevrelerinin eseri olarak kabul edilir. Coğrafi çevre, ülkelerin milli menfaat ve milli hedeflerinin tespitinde temel dayanaktır. Devletin coğrafyasına ait tüm unsurlar Coğrafi Gücü oluşturur. Devletlerin, ülkelerine güvenlik ve refah sağlamak ve bu unsurları geliştirmek olan değişmeyen görevlerini yerine getirmek için kullandıkları güç ve imkanların tümü Milli Gücü oluşturur. İnsan gücü, coğrafi güç, askeri güç, ekonomik güç, siyasi güç, sosyo – kültürel güç ve bilimsel – teknolojik güç olarak sınıflandırılabileceğimiz Milli Güç unsurları ayrılamaz bir biçimde birbiri ile ilişkili ve karşılıklı olarak da bağlı ve bağımlıdır. Birinde meydana gelecek bir zayıflık diğerlerini de etkileyecektir ve Türkiye’nin dünya devletleriyle rekabet ettiği ligi düşürecektir. En güçlü devletlerin bile gelmekte olan değişimlere ve geleceğin belirsizliğine karşı daha dayanıklı olabilmek için birlikler kurduğu bir çağda, bölünen devletler kaybetmeye mahkumdur. Bölünmenin sonucunda herkes kaybeder. Güçlü, büyük ve tek bir ulusal güç olmanın avantajları, kapasitesi, çevresindeki etki alanı, dünya üzerindeki ağırlığı ve geleceğin belirsizliklerine karşı dayanıklılığı bambaşkadır. Bölünüp bir şey olacağını zannedenler de, kısa süre sonra, kendilerine verilen sözlerin hiçbir zaman tutulmayacağını görmek zorunda kalırlar ve kendilerini kullanan devletlerin dönemsel menfaatlerine göre oyuncağı olmaktan başka bir şey de olamazlar…
Bu tür bir bölgesel ayrımcılığa gidilirse, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ve her bir yurttaşının kaybedeceklerinin yanı sıra, en ağır bedelleri Kürt kökenli yurttaşlarımızın ödeyeceği unutulmamalıdır. Atatürk’ün ve kahraman silah arkadaşlarının hepimize armağan ettiği Cumhuriyet ve Cumhuriyet’in çağdaş kazanımlarını yavaş yavaş kaybedeceklerdir. Her meselesini silahla ve güçle çözmeye meyilli, çoğu toprak ağası bölgesel derebeyleri, Türkiye Cumhuriyeti’nden kopartmaya çalıştıkları bölgesel yasama ve yürütme ayrıcalıklarıyla, Kürtleri daha ırkçı, daha bağnaz ve daha cahil, içine kapalı bir toplum haline dönüştüreceklerdir. Türkiye’mizi bölmek için yıllardır yabancı istihbarat örgütleriyle işbirliği yapan, bölgesel yönetimin en tepesine kurulacak silahlı derebeyleriyle de, bölge insanını ve haklarını giderek artan bir şekilde sömürecekler ve dahası, kendilerine bu ayrıcalığı kopartmak için destek veren yabancı güçlere sömürteceklerdir. Kürt kardeşim, hepimiz gibi her şeyiyle kendisine ait olan topraklarında, tüm sorunlarına ve eksiklerine rağmen, bugüne dek eşit, egemen ve özgür yaşarken, ırkçılığa, dinciliğe, bağnazlığa ve cahilliğe mahkum edilecek ve sömürülecektir. Burada kullanılacak Kürt milliyetçiliği de yakıtını, kaçınılmaz olarak Türk düşmanlığından alacaktır. Türkiye’nin doğusunda da, batısında da bizi birbirimize düşman edecek böyle bir senaryoya asla razı olamayız, olmamalıyız…
Türkiye’nin demokrasisi ne yazık ki pek çok açıdan sakattır ve sorunludur ama sonuçta Türkiye yüzünü Batı’ya, çağdaş dünyaya dönmüş bir ülkedir ve çok uzun yıllardır her türlü engellemeye, her türlü dalavereye, her türlü ihanete ve her türlü bedele rağmen ağır ağır da olsa, çağdaş medeniyetler içinde layık olduğu yere ulaşmaya çalışmaktadır. Bu yolda kalmak herkesin menfaatinedir. Bu yoldan çıkılırsa, gidilecek yer Radikal İslam ve Irkçılıkolacaktır. Çağdaş dünyada da bunun hiç kimseye bir faydası olamaz…
Varoluşun en temel dinamikleri değişim, dönüşüm, gelişim ve rekabettir. Her şey değişir ve dönüşür, buna bağlı olarak da gelişir. Evrimin işleyişini kavrayanlar bu gelişim sürecini hızlandırabilirler. Yaşam oyununda tekamül etmek yani gelişmek, evrilmek birinci kuraldır. Bu tekamül, adil ve eşitlikçi olmayan yaşam denilen sonsuz etkileşimli bir rekabet ortamı içinde yaşanır. İnsan türü ve toplulukları, diğer tüm türlerde ve topluluklarda olduğu gibi, evrim sürecinin her aşamasında çatışarak, dövüşerek, zayıfları yok ederek, en iyi uyum sağlayabilenlerle, güçlülerle ve ayakta kalmayı başaranlarla yoluna devam etmiş ve bugünlere gelmiştir. Bundan sonrası da aynı böyle devam edecektir. Mücadele etmenin araçları, yöntemleri ve içerdiği şiddetin biçimi çağına göre değişkenlik gösterse de özü aynıdır…
Bu nedenle, coğrafi gücümüzden, insani gücümüzden, milli gücümüzden zayıflıklara yol açacak her şeye karşı tüm varlığımızla mücadele etmeliyiz ve hiçbir şart altında taviz vermemeliyiz. Atatürk; Türk vatandaşı kesin olarak bilmelidir ki, bir milletin insanlık ve uygarlık âleminde yükselmesi ve başarılı olması, yalnız ve ancak kendi kuvvetine dayanarak, özgürlük ve bağımsızlığını dokunulmaz bulundurmasıyla mümkündür. Bunun başka çare ve yolu yoktur, der. Ordu istemeyen ve ordunun yüklediği maddî, manevî özveriyi göze aldırmayan bir millet, tutsaklık zincirini kendi eliyle boynuna geçirir, der.
Atatürk; Bir millet, varlığı ve hukuku için bütün kuvvetiyle, bütün fikrî ve maddî güçleriyle alâkadar olmazsa, bir millet, kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını temin etmezse, şunun, bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz. Millî hayatımız, tarihimiz ve son devirde idare tarzımız, buna pek güzel delildir. Bu sebeple teşkilâtımızda millî güçlerin etken ve millî iradenin hâkim olması esası kabul edilmiştir. Bugün bütün cihanın milletleri yalnız bir egemenlik tanırlar: Milli Egemenlik..., der.
Atatürk; Milli benliğini yitirmiş uluslar başka milletlerin avıdır, der. Hangi istiklal vardır ki, yabancıların nasihatleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilsin. Tarih böyle bir olay kaydetmemiştir. Türkiye bu yanlış zihniyetle malul olan bazı yöneticiler yüzünden her saat, her gün, her yüzyıl biraz daha çok gerilemiş, daha çok düşmüştür. Bu düşüş, yalnız maddi şeylerde olsaydı, hiç bir önemi yoktu. Ne yazık ki, Türkiye ve Türkiye halkı ahlak bakımından da düşüyor, diyerek sanki bugünlerimizi anlatmış. Ama onun da çözümünü vermiştir; Bir ulus kendi gücüne, yalnız kendi gücüne dayanmazsa, şunun bunun oyuncağı olur, der. Türk milleti, milli birlik ve beraberlikle güçlükleri yenmesini bilmiştir, der. Bugün ihtiyaç duyduğumuz tek şey, milli birlik, beraberlik ve dayanışmadır, 77 milyonluk Türk Milleti’nin enerjisini sinerjiye dönüştürebilmektir. Atatürk’ün gösterdiği yolun tam tersini işaret eden ve milletimizi bu tehlikeli sulara yönlendirmeye çalışanlara gereken cevabı bugün hep birlikte vermek zorundayız…
Değerli yurttaşım, son yıllarda giderek artan bir şekilde senin üzerinde oynanan oyunlar, senin en büyük gücünü, Milli Benliğini ortadan kaldırmaya yöneliktir. Türklüğünü ve birliğini, bütünlüğünü koruduğun ve unutmadığın sürece seni yenmelerinin imkansız olduğunu bilenler, seni çökertebilmek ve diğer tüm yurttaşlarınla birlikte sadece sana ait olan yurdunu ve kaynaklarını ele geçirebilmek için seni milli duygularından uzaklaştırmaya ve milliyetçiliği utanılacak, ilkel ve kaba bir duygu haline getirmeye çalışıyorlar, tehlikeli bir biçimde yine senin algılarınla oynuyorlar. Bu alçakça bir yalandır güzel kardeşim. Bu adice oyunlara kanarsan ve tuzaklarına düşersen çok acı çekersin ve hepimize de çektirirsin…
ANDIMIZIN KALDIRILMASI KABUL EDİLEMEZ
Andımızın kaldırılması, Türküm ve Türk varlığı ifadelerinden dolayıdır ve Milli Benliğimize açık ve cüretkar bir saldırıdır. Burası Türkiye Cumhuriyeti Devletidir, buradaki her şey Türkiye’dir, Türk Milleti’dir, Türk’ün bir parçasıdır. Doğal olarak adında, içinde, konusunda Türkiye, Türk Milleti ve Türklük vardır. Anadolu’da Türklük, bir ırka aidiyet ve bir kan meselesi değildir, bir millete mensubiyet ve bir kültür meselesidir…
Andımızın kaldırılmasıyla ilgili daha önceden de, bölücü zihniyettekiler tarafından çeşitli başvurular yapılmıştı. 2009 yılında, bu konuda yapılan bir başvuruya karşı, Milli Eğitim Bakanlığı yaptığı savunmada; “Öğrenci Andının geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza okutulmasının ayrımcılık, ırkçılık, eşitsizlikle bir ilgisinin olduğu söylenemez” demişti. “Öğrenci Andı, ırk, renk, cinsiyet, dil, siyasal ya da başka düşünceler, ulusal, etnik ve sosyal köken temelinde hiçbir ayrım gözetmemektedir” demişti. Bakanlık, davacının yaklaşımının ideolojik olduğu gerekçesiyle davanın reddini talep etmişti. Eski Milli Eğitim Bakanı Nimet Baş’ın onayıyla yazılan savunmada şu ifadeler yer alıyordu: “Öğrenci Andında yer alan ifadeler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına aykırılık taşımamaktadır. Atatürk’ün ‘Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir’ ifadesi bunun en belirgin ifadesidir. Tüm bunlar göz önünde bulundurulduğunda, öğrenci andında geçen her ‘Türk, Türküm’ vb gibi kelimelerin yalnız bir ırka özgü, ırkçı söylemler olmadığı açık ve net olarak anlaşılmaktadır. … kastedilen yalnızca Türk ırkına mensup insanlar değil, Türkiye Cumhuriyeti içerisinde yaşayan halkımızdır. Öğrenci Andı bir bütün olarak değerlendirilmelidir. Ne mutlu Türküm diyene ifadesi ve buna benzer ifadeler, Türk ırkından başka ırkları yok sayan, bir ırkı yüceltmeye yarayan, ırk ayrımcılığına dayalı söylemler değil, tam tersine ülkede yaşayan herkesi eşit oranda kapsayan ve herkesin mutluluğunu amaçlayan ifadelerdir.”
Danıştay’ın da yine benzer şekilde, 18 Şubat 2011 tarihli kararı: “Türk kelimesi bir ırkın değil, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşayan; dili, ırkı, rengi, cinsiyeti, siyasi düşüncesi, felsefi inancı, dini, mezhebi ne olursa olsun, tüm vatandaşların bir araya gelerek oluşturdukları ve herkesi kucaklayan milletin ortak adı olup, aksi yöndeki davacı iddialarına itibar edilmemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk’tür.”
Bütün bunlara rağmen, AKP’nin güya Demokrasi Paketi’yle ve Başbakan’ın “her tür milliyetçiliği ayaklarımızın altına aldık” söylemiyle, ırkçı ve kafatasçı olarak nitelendirdiği ve bir katakulliyle kaldırdığı Andımız, bundan sonrası için çok tehlikeli bir sürecin de fitilini ateşlemiştir. Hükümet pek çok icraatında yaptığı gibi, burada da Türk Milleti’nin algılarıyla tehlikeli bir biçimde oynamaktadır…
Cumhuriyet’in 90. yılında böyle bir taviz vermek kabul edilemez. Bu tavizin arkasından aynı konuda başka tavizler istendiğinde hangi gerekçeyle taviz vermemeyi becereceksiniz? Bu nerede duracak peki? Andımızı kaldıran zihniyete, yarın bölücü hainler, İstiklal Marşı’nda da; … kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celal … diyor, Türkleri ifade eden bu lafların geçtiği İstiklal Marşı’nı da biz istemiyoruz dese ne olacak? Türk Silahlı Kuvvetleri’nin adındaki Türk’ü çıkartmazsanız biz askere de gitmeyeceğiz dese ne diyeceksiniz? Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Türk ifadesini de ayrılıkçı buluyoruz deseler ne yapacağız, adını mı değiştireceğiz ülkemizin?
Ülkenin resmi kurumlarının başındaki T.C. ibaresi kaldırılıyor, ATA’mızın en güzel sözlerinden; Ne Mutlu Türküm Diyene dağlardan, anıtlardan, her yerden siliniyor, Türkiye’den, Türklerin vatanından Türkün adı siliniyor. Bu ne kepazeliktir, bu ne cürettir anlamak mümkün değil. Bunu görmeyen herkes ya gaflet ya dalalet ya da hıyanet içindedir. Bunun gideceği tek yer, kendi vatanında aşağılandıkça aşağılanan Türk’ün silkinip ayağa kalkarak, Türklüğüne, Türk Milletine bütün gücüyle sahip çıkması ve bu sefil oyunu kuranların hepsine hak ettiği dersi vermesidir. Atatürk; Türk, büyük gücünü yalnız haklarına saldırı olduğu zaman kullanır, der. Hain PKK’nın katil sürüsünden, dinci diktatörlüğün zorba baskısından korkup sinenlerin, Türk’ün büyük gücünden çok daha fazla korkmasını öneririm…
Cumhuriyet’in 90. yılında bu bölücülüğü kabul edersek, Türkiye’de içinde Türk geçen uygun bulmadıkları her yerin ve her şeyin de değiştirileceğini kabul etmek zorunda kalacağız demektir. Türk Milleti’ni, 90 yıl boyunca kullanıldığı anlamından ve içinde taşıdığı derin felsefeden, inanılmaz mücadeleleri beraberce kazanmışlıktan gelen ve fedakarlıklarla dolu birlikte yaşama kültürümüzden çıkarıp, ırkçı bir bakış açısıyla etnisite olarak yeniden tanımlarsak, Türk ve Türk Milleti, birleştirici bütünleştirici değil ayrıştırıcı olarak görülecektir. Halbuki Türkiye’de Türk demek, bu topraklarda doğmuş, bu topraklarda yaşayan ve Türkçe konuşan demektir, daha azı ya da daha fazlası değil. Burası Anadolu, bizim yurdumuz, kahraman Atalarımızdan hepimize birden miras kalan hepimizin yurdu. Burada yaşayan herkes, hangi etnik kökenden, dinden, mezhepten gelirse gelsin, 29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğundan beri, Türk Milleti’nin asli bir parçası ve Türkiye’nin eşit ve egemen, tam yetkili sahibidir…
Türk kelimesinin, Türkiye’deki tarihsel ve sosyal anlamını sulandırıp, bunu bir ırkçı baskı olarak algılatma dayatmalarına asla müsaade etmemeliyiz. Bunlar düpedüz yalan söylüyorlar. Bu topraklarda doğan ve yaşayan herkes, etnik kökenine, yerel diline, dinine, mezhebine veya Tanrı’ya inanıp inanmamasına bakılmaksızın, Türk Milleti’nin eşit ve egemen bir yurttaşı olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin tam yetkili sahibidir ve zor zamanlarında Cumhuriyet’ine sahip çıkması gerekir. Atalarımız bu Cumhuriyeti çok büyük fedakarlıklarla, çok ağır bedeller ödeyerek kurmuşlar ve bizlere bırakmışlar. Devletler öyle kolay kurulmuyor, kolay da kaybedilmemelidir. Atatürk’ün silah arkadaşları, askerleri, kahraman dedelerimiz, ninelerimiz, bütün Anadolu Halkı, buradan hiçbir yere kıpırdamamaya kararlı; Vatanın her karış toprağı vatandaşın kanıyla ıslanmadıkça, terk olunamaz, direktifiyle bu toprakları savunmuşlar ve bize, hepimize vatan yapmışlar. Bu Vatan bize bütün teslim edildi ve bütünlüğünü bozmaya kalkacak her tür iç ve dış düşmanla mücadele etmemiz gerektiği öğretildi. Atalarımızın birlikte verdikleri bu büyük mücadeleyi, yaptıkları fedakarlıkları, ödedikleri bedelleri yok sayamayız, yokmuş gibi hayatımızı sürdüremeyiz…
Türk Milleti’nin bir parçası olmanın kime ne zararı var? Bugüne dek kime ne zararı olmuş? Bu ülkede Türkler ve Kürtlerden başka, Lazlar, Çerkesler, Abazalar, Arnavutlar, Gürcüler, Ermeniler, Azeriler, Süryaniler, Zazalar, Araplar, Boşnaklar, Rumlar, Yahudiler ve daha başka bir çok Anadolu’da yaşayan farklı etnisitelerden ve mezheplerden insanlar var. Biz, hepimiz Türk Milleti’yiz, hep birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin her şeyiyle birlikte sahibiyiz. Bu ülkede hiçbirimize karşı, hiçbir konuda hiçbir ayrımcılık yapılmaz, yapılamaz, hiçbir zaman yapılmadı. Buna Türk Milleti’nin kendisi müsaade etmez en başta. Türklerde ırkçılık yoktur, tarihsel olarak yoktur, kültürel olarak yoktur, hiçbir zaman da olmamıştır. Türkler yalnız bugün değil geçmişte de, Osmanlı’da, Selçuklu’da hatta Hunlar’da da, hep çok kültürlü coğrafyalarda başat kavim olarak yaşamışlardır. O yüzden Türkler, kimseye hiçbir ayrımcılık yapmadan, sen – ben demeden başka milletten, etnisiteden, dinden veya mezhepten insanlarla, azınlık da olsa, çoğunluk da olsa her zaman barış, huzur, güven ve uyum içinde yaşamayı bilmişlerdir. Bugün yaşanan Alevi – Sünni, Türk – Kürt, Laik – Dindar, Gezici, öteki, sen – ben, bitaraf olan bertaraf olur, benim Sünni vatandaşım, benim polisim, benim savcım gibi ayrımcı ifadeler son 10 yıldır ülkemizde en tepeden konuşuluyor. Daha öncesinde bizim böyle bir bakış açımız, böyle bir sorunumuz yoktu. Hangimiz İlkokuldaki sınıf arkadaşımızın Yahudi, Kürt, Alevi veya başka bir şey olduğunu bildik, bilerek O’na karşı bir pozisyon aldık. Anadolu tarih boyunca çok kültürlü olmuştur ve her zaman çok kültürlülüğünü bir zenginlik olarak algılamış ve herkes hep birlikte uzun barış zamanları içinde yaşamasını bilmiştir. Darbe zamanlarında ülkede büyük zulümler yapıldı diye, geçmişte bir takım büyük yanlışlar yapıldı diye veya ırkçı, mezhepçi hükümetler çok kötü şeyler yaptı diye, bunlara karşı ulusal bütünlüğümüzün, milli birliğimizin bozulması istenemez. Birileri çok istiyor diye, Vatanın bütünlüğünden vaz geçilemez…
ATATÜRK VE TÜRKLÜK
Atatürk, katıksız bir Türk Milliyetçisidir ama onun çağdaş ve akılcı milliyetçiliği ırkçılığa değil, Misak-ı Milli sınırları içinde yaşayan Türkiye halkına dayalıdır. Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi, hangi etnik kökenden hangi mezhepten gelirse gelsin, Türk Milleti’nin asli bir unsuru olarak benimser. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir, der. Ne mutlu Türküm diyene, der.
Atatürk; Biz doğrudan doğruya millet severiz ve Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk topluluğudur. Bu topluluğun fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o topluluğa dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur, der.
Türk, Türk olduğu için asildir. Çoğumuz, büyükbabamızın babasını hatırlamayız. Bütün soy gururumuzu, Türk olmanın içinde buluruz, der.
Beni olağanüstü bir kişi olarak yorumlamayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdir,der.
Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağımdır, der.
Türk Milletinin karakteri yüksektir, Türk Milleti çalışkandır, Türk Milleti zekidir, der.
Türk çocuğu ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak için kendinde kuvvet bulacaktır, der.
Biz Türkler tarih boyunca hürriyet ve istiklale timsal olmuş bir milletiz, der.
Türk Milleti bağımsız yaşamış ve bağımsızlığı var olmalarının yegane koşulu olarak kabul etmiş cesur insanların torunlarıdır. Bu millet hiçbir zaman hür olmadan yaşamamıştır, yaşayamaz ve yaşamayacaktır, der.
Yurttaşlarım! Az zamanda çok ve büyük işler yaptık. Bu işlerin en büyüğü, temeli Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan Türkiye Cumhuriyeti’dir, der.
Bu dünyadan göçerek Türk Milleti’ne veda edeceklerin çocuklarına, kendinden sonra yaşayacaklara son sözü bu olmalıdır: Benim Türk Milletine, Türk Cumhuriyetine, Türklüğün istikbâline ait ödevlerim bitmemiştir. Siz onları tamamlayacaksınız. Siz de sizden sonrakilere benim sözümü tekrar edersiniz. Bu sözler bir ferdin değil, bir Türk Milleti duygusunun ifadesidir. Bunu, her Türk bir parola gibi kendinden sonrakilere durmadan tekrar etmekle son nefesini verecektir. Her Türk ferdinin son nefesi, Türk Milletinin nefesinin sönmeyeceğini, onun ebedî olduğunu göstermelidir. Yüksek Türk… Senin için yüksekliğin hududu yoktur. İşte parola budur, der.
Daha ne desin? Atatürk, kendini Türk oğlu Türk hisseder ve bundan büyük bir gurur duyar. Tüm başarısını, tüm gücünü, tüm doğal üstünlüğünü Türklüğüne bağlamıştır. Ama bunun içinde ırkçılık ve diğer etnik unsurları aşağılamak yoktur sadece kendi tarihinin ve kültürünün bilinci ve bundan duyduğu derin hoşnutluk ve gurur vardır. Atatürk’ün Türkçülüğü ve milliyetçiliği de, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir ve Ne Mutlu Türküm Diyene anlayışı üzerine kurulmuştur. Dayandığı yer de, etnik veya mezhepsel milliyetçilik değil Anayasal vatandaşlıktır…
VATAN TOPRAĞI KUTSALDIR, KADERİNE TERK EDİLEMEZ – ATATÜRK
Size ayrıca bir de, nüfus ve toprak üzerine bir kaç söz söylemek istiyorum. Bu söylediklerimin temelini ve nedenini daha iyi anlamak için, Dünyamızın nüfus artış hızını da mutlaka çok iyi anlamamız gerekmektedir. 200.000 yıl önce Doğu Afrika’da evrimleşen türümüzün nüfusunun, 125.000 yıl önce 10.000 ila 100.000 arasında olduğu tahmin ediliyor. Modern insan, doğaya karşı mücadeleye başlamasından bu yana, küresel iklim değişikliklerinin de etkisiyle dünyanın dört bir yanına dağılmaya başlıyor. Yakın Doğu’ya 125.000 yıl önce, Güney Asya’ya 50.000 yıl önce, Avrupa’ya 43.000 yıl önce, Avustralya’ya 40.000 yıl önce ve Amerika kıtalarına da 30.000 ila 15.000 yıl önce yerleşiyor.
Araştırmacılar milattan önce 6000 yılında, yani günümüzden 8000 yıl önce, dünyada 5 milyon insan yaşadığını tahmin ediyorlar. Sümerlerin yazıyı bulduğu yaklaşık 5500 yıl öncesinde toplam insan nüfusunun 20 milyonu aştığı düşünülüyor. 1000 yıllarında 300 milyon olan gezegendeki insan nüfusu, 1800’lerde 1 milyara ulaşır. 130 yıl kadar sonra 1930’larda 2 milyarı aşar. Bundan 30 yıl kadar sonra ise, 1960’ta artık 3 milyar insan dünya gezegenini paylaşıyoruzdur. Baby boom – bebek patlaması dedikleri bundan sonraki 40 yılla 2000’lerin başına geldiğimizde ise 6 milyarı geçeriz ve bugün 7 milyarı aşmış durumdayız. Bugün yaşayanların çoğunun görebileceği bir gelecekte belki de 10 milyarı aşacağız. Oysa gezegendeki toprak hep aynı miktarda kalacak. Gezegenimizin çapı bellidir, üzerindeki zenginliklerden faydalanarak insanların yaşayabileceği ve çoğalabileceği toprak kütlesi de bellidir. Sınırlı olan bir alan üzerinde giderek artan bir nüfusla yaşamak, tüm toplumlar üzerinde büyük bir baskı yaratmaktadır. Bu baskının zaman zaman yerel ve bölgesel hatta küresel anlaşmazlıklara, çıkar çatışmalarına, savaşlara yol açması kaçınılmazdır. Dünya tarihi, kaynaklar üzerinde savaşlar ve mücadelelerle doludur. Bundan sonrası için öngörebildiğimiz tüm gelecekte de öyle olmaya devam edecektir. Bu dünyadaki en değerli şey topraktır, toprağın sunduğu kaynaklardır. Küresel nüfusun sürekli ve çok hızlı artışına rağmen gezegendeki toprak miktarı sabittir. Bugün 7.2 milyar insan paylaştığımız gezegenimizi yarın, 10 milyar – 12 milyar – 15 milyar ve kim bilir nereye kadar artarsa nüfus, o kadar insan paylaşacak ama toprak hep aynı miktarda kalacaktır. O yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin her bir karış toprağının ve üzerindeki tüm egemenlik haklarının sahibi olan yurttaşım, çocuklarına, torunlarına, soyuna kalması gereken toprağın, bir tek karışı üzerindeki en küçük bir hakkından bile hiçbir şart altında taviz vermemelidir. Vatan demek olan toprağına göz diken, egemenliğini ve haklarını elinden almaya kalkacak, karşısına çıkacak tüm düşmanlarla dövüşmeye de her zaman hazır olmalıdır.
DİNİ REFERANSLA DEVLET YÖNETİLEMEZ
Bugün dünya nüfusunun % 78’inin, 5.6 milyarının kabul etmediği bir inanç sistematiğini, çocuklarımızın eğitim sisteminin göbeğine yerleştirilmesinden de rahatsızım. 10 – 12 yaşında, 13 – 14 yaşında, daha zihinsel gelişimini, analitik düşünme yeteneğini, şüphe etme, sorgulama yeteneğini tamamlayamamış, bir yaşam boyu kullanacağı kalıcı değerler kültürünü daha yeni içselleştiren tazecik beyinlere, insanların vicdanlarında, iç dünyalarında yaşaması gereken bir inanç ve ibadet sistemini eğitimin merkezine yerleştirilerek öğretilmesini, belletilmesini doğru bulamıyorum. Din, insanla yaratıcısının arasında yaşanması gereken özel ve kişisel bir alandır. Din çocuk işi değildir. Din, yetişkin insanların bu yaşamdaki varlık sebeplerini, hayatlarını, sorumluluklarını, geleceklerini, gözümüzün önündeki bütün alemi, ölüm sonrasında ne olacağını düşünerek, sorgulayarak, araştırarak kabul edecekleri veya reddedecekleri bir inanç ve ibadet sistematiğidir ve dünya üzerinde de bir 10 kadarı geniş kitlelere hitap etmek üzere, onlarca, yüzlerce çeşidi vardır…
Bugün Dünya nüfusu 7.2 milyardır. Bunların içinde en büyük kitle, 2.2 milyarla Hristiyanlardır, arkasından 1.6 milyarla Müslümanlar gelir, onu 1.1 milyarla Ateistler yani hiçbir dine ve Tanrıya inanmayanlar izler, Hindular da yine 1.1 milyara yakındır. Bu 4 büyük gruptan sonra sayılar düşer. 600 milyon kadar Budist, 500 milyon kadar yüzlerce yerel – kabile dinlerini izleyenler, 70 milyon kadar Baha’i, Taoizm, Jainism, Shintoism, Zerdüşt dini gibi daha az izleyicisi olan çeşitli sofistike dinler ve 15 milyonla da Yahudiler gelir. Sonuçta gezegenimizde yaşayan her 10 kişiden 8’i Müslüman değildir, bizim inandığımız Allah’a, Muhammed’in O’nun Elçisi ve Kuran’ın da O’nun Kitabı olduğuna inanmamaktadır, inansalar Müslüman olurlardı. Onlarda da kendilerine göre tanrı inancı var demeyin. İnsanın evrim sürecinde, farklı coğrafi ve iklimsel koşullarda, farklı yaşam deneyimleriyle evrilen ve kendi yerel kültürlerini geliştiren insan toplulukları, yazı bulunmadan çok öncelerinden beri, binlerce yıl içinde 30.000’den fazla tanrı icat etmiştir…
Hıristiyanlar, Allah’a değil, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adını verdikleri garip bir üçlemeye, bir de insanın doğuştan günahkar olduğuna inanırlar. İsa onların gözünde Tanrı’nın oğlu ve bu vesileyle de Tanrıdır. Tümel güçlerini, Kutsal Ruh adını verdikleri bir başka güçle paylaşırlar. İsa, insanın günahlarının kefareti olarak çarmıha gerilmiştir. Hıristiyan inancındaki Tanrı üçlemesi, bizim Allah’ımızdan çok farklıdır. Yahudiler de, sadece kendilerini kavim olarak seçtiğine inandıkları Rab’a inanırlar. O Rab da bizim Allah’ımızdan çok farklıdır. Rab sadece Yahudilerin Tanrısıdır, diğer insanlarla ilgilenmez, hatta Tevrat’a göre, kendi kavmini korumak için diğer insanlarla bazen savaşır ve onları öldürür.
Bugün dünyadaki her üç kişiden biri ya Çinli ya Hintlidir. Çin’de zaten Mezopotamya kültürlerinin devamı olarak evrilen tek Tanrı fikri yoktur. 2500 – 2600 yıl önce, Konfüçyus gibi, Lao Tse gibi ermişlerin öğretileriyle, insanı merkeze alan ve bireyin topluma karşı sorumluluklarını yücelten bir anlayış geliştirmişlerdir. Ayrıca Budizm’in de etkisi bazı bölgelerde güçlüdür. Hindular’da ise binlerce tanrı ve tanrı karşılığı kutsal varlık vardır. Her iki kültürün de inanç ve düşünce yapısı Allah’ı, Muhammed’i ve Kuran’ı reddeder. Budizm’de ise zaten bir tanrı kavramı hiç yoktur. Dünyayı küresel bir köy olarak kabul ederseniz, bu köyde sokağa çıktığınızda karşılaşacağınız 10 kişiden 8’inin inanmadığı ve benimsemediği bir inanç sistematiğini, kişinin aklı ve vicdanıyla iç dünyasında yaşadığı ve bunda tamamen özgür olduğu alandan çıkarıp, eğitim sisteminizde ve dolayısıyla hayatınızın içinde giderek güçlendirmek, her geçen gün dünyadan biraz daha fazla kopacaksınız demektir. Zaten geriden gelen gençleriniz, artık dünyanın gelişmiş ülkeleriyle hiç rekabet edemeyecek hale gelecek demektir. Bugün İslam ülkelerinden çıkan kaç tane dünya şampiyonu, Olimpiyat şampiyonu, dünya rekortmeni, dünyanın en iyisi ayarında performans sporcusu çıkabildiğini veya uluslararası rekabetin diğer tüm alanlarında, İslam ülkelerinin hangi sıralarda yer aldığını düşünürseniz, ne demek istediğimi daha iyi anlayabilirsiniz.
Hükümet’in Bakanının, medya mensubuyla yaptığı rezil konuşmada, her Cuma sallıyorum bir ayet, bu Bakara çok Makara gibi ne bizim dinimiz için ne de başka bir din için asla kabul edilemeyecek seviyesizliklerini görünce ve bunu da diğer tüm yolsuzluklarıyla, paraları sıfırlalarıyla, rüşvet yediği gün gibi aşikar olan Bakan çocuklarını hapisten çıkarılmalarıyla birleştirince, bunların aslında müslüman gözüküp dinimizi ve dindar insanlarımızı nasıl sorumsuzca istismar ettiklerini ve aldattıklarını çok daha iyi anlıyoruz. Yaşar Nuri Öztürk, Allah ile Aldatmak kitabında işte tam bu din bezirganlarının ne kadar arsız ve ne kadar tehlikeli olduklarını anlatmaya çalışıyor hepimize…
Laiklik ilkesi gereği din, devlet işlerinde egemen ve etkili olamaz ve dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkilemesine izin verilemez. Bugün eğitim sistemimizde, TBMM’de ciddi muhalefete rağmen, kavga dövüş, kafa göz kırarak yapılan radikal değişimlerle, 4+4+4 sistemiyle ve tüm okulların İmam Hatip Liselerine çevrilmeye çalışılmasıyla, demokrasinin bu en temel kuralı ve en temel insan hakkı yerle bir edilmiştir. Bu durum geri çevrilmezse, Atatürk’ün kurduğu güzelim Cumhuriyetimizin Ilımlı İslam’dan Radikal İslam’a savrulacağını öngörmek için falcı olmaya gerek yok…
GEZİ OLAYI ASLINDA NEYDİ?
Gezi Parkı sürecinden de bahsetmek gerekirse, olay sadece Gezi Parkı’ndaki ağaçlar değildi elbette. Olay; Türkiye’de son 10 yılda, hiçbir uzlaşma aralığı aranmadan her konunun, baskı ve dayatmayla, “Biz % 50 oy aldık, biz ne dersek o olur, halk da böyle istiyor, karar verildi, biz onu yapacağız zaten” zihniyetiyle gidiyor olmasıydı. Bu yolda en insani, en iyi niyetli uyarıların bile hiçbirini dikkate almadan yoluna devam eden ve demokrasi ve uzlaşma kültürünün en temel kurallarını bile hiçe sayan bu baskıcı ve zorba zihniyetin, bir de üzerine, saldırganlık, şiddet ve hakaret içermeyen yöntemlerle, demokrasi kültüründe önemli bir yeri olan protesto hakkını kullanan gencecik insanlara, orantısız ve aşırı şiddet uygulatarak, türlü tehditler ederek bastırmaya kalkması sonucunda, Türk Milleti’nin, “Yeter, biz kendi vatanımızda daha fazla bunu çekmek zorunda değiliz” deyip, kendi bireysel hak ve özgürlükleri için, demokrasi için hep birlikte mücadele etmeye karar vermesidir. Şöyle de diyebiliriz; Türk Milleti’nin, ortak bilinciyle, kendisini bugüne dek rahatsız eden tüm bu olan bitene daha fazla sessiz kalırsa, giderek daha az özgür, daha az kendisi ve daha az mutlu olacağının farkına varması, uzun zamandır görevini düzgün yapamayan kurumlara güvenmektense, kendi geleceği için mücadele etmekten ve direnmekten başka hiçbir seçeneğinin kalmadığını sonunda görmesi ve en önemlisi, bu mücadeleyi de ancak kendisi gibi bu farkındalığa ulaşanlarla kazanabileceğini, bu yüzden de dayanışmak, birleşmek, birlikte hareket etmek gerektiğini kavramasıdır.
Her geçen gün, her birimizin birey hak ve özgürlüklerinin budandığı, ne kadar çocuk yapacağımıza, ne zaman yapacağımıza, bankta nasıl oturacağımıza, nerede öpüşeceğimize, ne zaman içeceğimize, vs her şeye karışma hakkını kendinde gören, kızlarla erkeklerin birlikte görünmesinden bile rahatsız olan, tüm okulları İmam Hatip Lisesine çevirmeye çalışan, dindar nesil yetiştirince tüm sorunlarımızın çözüleceğini zanneden, ülkede demokrasi ve hukukun giderek erozyona uğratıldığı, demokrasi denen şeyin tamamen seçim sandıklarından çıkan oy oranına indirgenerek “Biz bu oyu aldık, dolayısıyla bundan sonra ne yaparsak yapalım oy çokluğumuzdan dolayı zaten haklıyız demokratik olarak, halk da bu oyu verdi ya, bizim bu yaptıklarımızı istiyor işte” gibi son derece yanlış ve hastalıklı bir mantıkla yürüyen sisteme, artık gençlerin, “buraya kadar” demesidir aslında GEZİ. Ve bunun yansıması da, kendi gelecekleri için her tür ağır muameleye, dayağa, şiddete, hukuksal tehditlere bile direnmeyi göze almaları ve birlikte eşsiz bir mücadeleyi başlatmalarıdır…
GEZİ’de ayağa kalkan ve hepimizde hayranlık uyandıran gençlik, dünyanın geri kalanıyla iletişimde ve etkileşimde, bireyselliğinin de toplumsallığının da daha fazla farkında bir gençlik. Bireyselliği de, toplumsallığı da değerli görüyor ve dengeli tutmaya daha fazla özen gösteriyor. Birey hak ve özgürlükleri konusunda gayet kıskanç ama bu bencilliğinden değil, insanın buna layık olduğuna inanmasından geliyor. Kendisi için istediği hak ve özgürlükleri, tüm insanlar ve insanlık için isteyecek kadar da demokrat ve eşitlikçi. En önemlisi de, artık bu uğurda amansız ve tavizsiz mücadele etmek zorunda olduğunu bilecek kadar farkında ve gereğini yapacak kadar da cesur. Bütün dünyanın bu harekete saygı duymasının ve kalben desteklemesinin en önemli sebebi de bunlar zaten.
Hükümet, Halkın neden isyan ettiğini ve yaşanan bu korkunç süreçte kendi payına düşen hataları kabul edip özeleştiri yapabilmeliydi ve göstericilere karşı pozisyonunu da bu özeleştiriye göre belirlemeliydi. Başbakan Afrika gezisindeyken, buradaki hükümet yetkilileri, olayların ciddiyetini kavramışlar ve özür bile dilemişler, mesaj alındı diyerek süreci yumuşatmaya çalışmışlardı. Ancak Başbakan gelir gelmez, mesaj alındıları, özürleri elinin tersiyle itip, tüm bu yaşanan hak arama mücadelesini ve haklı isyanı, dış mihrakların, faiz lobisinin, uluslararası medyanın, Türkiye’nin son yıllardaki başarısını kıskanan dış güçlerin ülkemizdeki oyunlarına bağlayınca, Gezi Parkı direnişçileri, sokaktaki halk bir anda terörist haline geliverdi. Başbakan Kuzey Afrika seyahatine giderken tüm bu protestolar için CHP’yi suçluyordu. Hatırlarsanız, Reuters muhabiri, Gezi Parkı için 40 tane şehirde protestolar yapılıyor diye sorduğunda, CHP’nin var o illerde örgütlenmesi, onlar yaptırıyorlar demişti ama gelince bir anda Faiz Lobisi’ne, dış mihraklara, Türkiye’nin gelişimini durdurmak isteyen uluslararası güçlere, uluslararası medyaya, provokasyonlara attı suçu. Provokatörler için, Gezi Parkı direnişinde yanlış üstüne yanlış yapan Hükümet ve Polisin şiddeti ve acımasızlığından daha iyi ortam mı olur. Böyle bir kaos ortamı yaratılırsa, buna müsaade edilirse mutlaka provokasyonlar da olacaktır. Ama bu olayların nereden kaynaklandığını, nasıl başladığını, neden buralara evrildiğini yok sayarak, Gezi Parkı sürecinde ilk baştan itibaren Başbakan’ın, Hükümet’in, Polisin yaptığı stratejik ve taktik hataları görmezden gelerek işi provokasyona indirgemek, en başta 78 ilde demokrasi için, birey hak ve özgürlükleri için ayağa kalkan ve yaratıcılıklarıyla, dayanışmalarıyla, birlikteliklerinin her aşamasındaki yüksek insani değerleriyle, orantısız şiddete karşı orantısız zekalarıyla bütün dünyanın takdirini kazanan, başta Türk gençleri olarak milyonlarca insanımıza ve bu asil mücadeleye hakarettir. Gezi Parkı direnişi halkın % 100 haklı direnişidir. Provokasyonlar bu asil mücadelenin değerini azaltamaz…
Ben her zaman Türk Milleti’nin sağduyusuna ve potansiyeline sonsuz güvenen ve inanan biri oldum. Seminerlerim ve söyleşilerim için veya AKUT Ekiplerini ziyaret etmek için sürekli Türkiye’yi dolaşıyorum ve her kesimden insanla temaslarım oluyor. Ülkenin gidişiyle ilgili endişeleri olanlara, gözlemlerim ve deneyimlerimle her zaman şunu söylerdim; Tüm bu olan bitende unutmamamız gereken en önemli şey şu, “Biz çoğunluğuz, haklıyız ve güçlüyüz, tek sorunumuz örgütlü değiliz ve bu büyük potansiyeli örgütlü toplum dinamikleriyle harekete geçiremiyoruz, enerjimizi birleştiremiyoruz, sinerji yaratamıyoruz ve atıl bir kapasite olarak kalmasını engelleyemiyoruz.” GEZİ, aynı çağdaş değerlere inanan ve tüm sistemin, insanın temel hak ve özgürlükleri üzerine kurulması gerektiğini düşünen, çağdışı tüm yasakları ve baskıcı zihniyeti reddeden, kimseyi ötekileştirmeyen ancak bugüne dek örgütlenme ihtiyacı hissetmemiş veya bunu nasıl yapacağını bilmeyen milyonlara örgütlü mücadelenin gücünü gösterdi. Türk Milleti’nin bütün bu olaylardan çıkardığı en önemli ders bu oldu; Örgütlü toplum güçlü toplumdur…
Dünyanın en gelişmiş demokrasileri, insan haklarında en ileri yerlere ulaşmış ülkelerin siyasi partileri, muhalefetleri, iktidarları, seçimlerde birbirlerine karşı avantaj elde etmek için hala; “nasıl daha fazla demokrasiye ulaşabiliriz, birey hak ve özgürlüklerini nasıl daha fazla genişletebiliriz” diye mücadele veriyor, demokrasisini geliştirmeye çalışıyor. Çünkü artık dünyadaki en değerli şeyin ‘birey’ olduğunu herkes biliyor. Toplum bireylerden oluşur. Sağlıklı bir toplum ancak sağlıklı bireylerle oluşur. Bu dünyadaki en değerli şey; bireydir, insandır, insanın yaşamıdır. Hepimiz bu dünyaya sadece bir kez geliyoruz, yaşam denilen mucizeyi bir kez deneyimliyoruz. Tüm sistem bireyin hak ve özgürlükleri etrafında kurulmalıdır. Gerçek ve sürdürülebilir bir demokrasiye ancak merkeze birey yerleştirilirse ulaşılabilir. Gerçek eşitliğe ancak, herkesin tüm kimliklerinden sıyrıldığı, diğer herkesle eşit bir insan, bir birey olarak kabul edildiği sistemlerde ulaşılabilir. Elinde terazi ve kılıç tutan Adalet Tanrıçası Themis’in gözleri o yüzden bağlıdır. Adalet Tanrıçası, birey – insan olma kimliğinin dışındaki diğer tüm kimliklere karşı kördür. Türkiye’de şu anda yapılmaya çalışıldığı gibi etnisite veya mezhepleri sistemin merkezine alan tüm sistemler demokrasiden uzaklaşmaktan kurtulamaz. Çünkü etnisite ve mezhepler arasında doğal olarak meydana gelebilecek çatışan menfaatler, merkezinde bireyin olmadığı ve demokrasi ve hukukun üstünlüğünün tam olarak oluşmadığı tüm sistemlerde kayırmacılığa, ırkçılaşmaya, ötekileştirmeye, ayrışmaya, çatışmaya ve bölünmeye yol açar. Bunu hiçbir normal ve sağlıklı insan isteyemez…
ÇÖZÜM ATATÜRK’ÜN İLERİCİ VİZYONUNDA
Aziz ve Yüce Türk Milleti, senin yenilmen, sadece ve sadece Atatürk’ün yolundan ayrılmanla mümkün olur. Bunu çok iyi bilenler, seni O büyük adamdan uzaklaştırmak için her tür alavereyi, dalavereyi yıllardır yapmaktadır. Milli Bayramlarını kutlamanı engelleyen zihniyet bu zihniyettir. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesini, Devlet kurumlarının başındaki T.C. ibarelerini, Andımızı kaldıran zihniyet bu zihniyettir. Analar ağlamasın diye seni en hassas yerinden vurup, bölücü terör örgütüyle, eli kanlı teröristlerle seni masaya oturmaya zorlayan zihniyet bu zihniyettir. Abuk sabuk, ilkel yasaklarıyla, kendi bağnaz ve çağdışı, daracık dünyasını senin yaşamına da zorla dayatmaya çalışan zihniyet bu zihniyettir. Senin özgürlüğünü, Cumhuriyet’in kazanımlarını ve ulusal egemenliğini elinden almaya çalışan zihniyet bu zihniyettir. Bu zihniyet senin dostun değildir ve senin iyiliğin için değil senin haklarını ve sana ait olanı elinden almak ve başkalarına peşkeş çekmek için çalışmaktadır. Atatürk’ü senin yüreğinden silmeye, seni ondan uzaklaştırmaya çalışan bir zihniyet ancak karanlık bir zihniyet olabilir çünkü Atatürk aydınlığın ta kendisidir. Atatürk, sürekli öğrenmeyi ve bilimden başka hiçbir öğretici tanımamayı öğütler. Hayatta en hakiki mürşit ilimdir,der. Atatürk, öğretmenlerden fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmelerini ister çünkü O’nun için, özgür düşünebilmek de en az özgür olabilmek kadar değerli ve taviz verilmezdir.
Büyük Önderimiz, tarihin gördüğü en değerli insanlardan biri olan Gazi Mustafa Kemal Atatürk, yazılarıyla, söylevleriyle, davranışlarıyla sana her zaman doğruları göstermeye çalışmış ve yapmıştır. Onun yolunu ve yaptıklarını izlemek senin bütün zorluklarını ve sorunlarını giderebilecektir. Onun yolundan ayrılmak ise sana sadece kayıp, acı, gözyaşı ve ölüm getirecektir ve daha da kötüsü sevdiklerini ve çocuklarını da korkunç bir geleceğe mahkum edecektir.
O yüzden uyanık olmalısın, olmak zorundasın. Senin, sevdiklerinin ve tüm ülkenin geleceği söz konusu. Geldiğimiz yer, ülkemize, vatanımıza, milletimize geri döndürülemez zararların verilebileceği bir yerdir. Yapacağımız şey, öncelikle içinde bulunduğumuz durumun ciddiyetinin ve aciliyetinin farkına varmaktır. Daha sonra da en işe yarar yolu seçerek, Atatürk’te birleşmek ve tüm bu oyunları bozup tekrar milli birlik ve beraberliğimizi, eğrisiyle doğrusuyla ama hep ileriye doğru, dayanışma duygumuzu ve birlikte yaşama irademizi ortaya çıkarmaktır. Biz bunu daha önce çok başardık, yine başarırız. Atatürk bizi her zaman bu tehlikelere karşı uyarmıştır ve yol göstermiştir. O’nun yazılarını ve yaptıklarını tekrar hatırlamak, her şeyin çözüm yoluna girmesi için yeterli olacaktır.
Atatürk; Tarihimizi tetkik ediniz. Türk’ün çektiği bütün felâketler, maruz kaldığı tehlikeler ve musibetler hep kendi öz benliğini, millî varlığını ihmâl ederek nereden geldikleri ve ne oldukları, hangi nesle mensup bulundukları belirsiz bir takım kimseleri kendilerine reis tanıyarak onların şuursuz bir vasıtası olmak mevkiine düşmüş olmasındandır, der. Türklerin artık silkinip kendine gelmesinin zamanı gelmiştir. Bizler binlerce yıllık şanlı geçmişimizle, kimsenin oyuncağı olacak, kimseye boyun eğecek bir millet olamayız, olmadık, olmayacağız…
Atatürk; Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni özelliği ve büyük medeni kabiliyeti, bundan sonraki gelişmesi ile geleceğin yüksek medeniyet ufkunda yeni bir güneş gibi doğacaktır, der. Buna tüm kalbinle, beyninle, ruhunla inandığın gün kurtuluşumuzun başladığı gün olacaktır. Bu yol Atatürkçülükten ve Atatürk milliyetçiliğinden geçer. Atatürkçülük, Türkiye’yi çağdaş dünyanın bir parçası yapmayı hedefleyen, kaynağını Atatürk’ün ilericiliğinden ve devrimciliğinden alan fikirler ve eylemler bütünüdür. İçinde Ne Mutlu Türküm Diyene’yi, Türkiye Cumhuriyetini Kuran Türkiye Halkına Türk Milleti Denir’i, Türkiye Devleti, Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez bir Bütündür’ü, Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkesi, hangi etnik veya mezhepsel kökenden gelirse gelsin, Türk Milleti’nin asli bir unsuru olarak benimsemeyi ve daha başka bir çok birleştirici ve bütünleştirici, eşitlikçi ve adil unsuru barındıran, özgürlük ve bağımsızlık karakteri olan ve Türkiye’mizin, çağdaş medeniyetler içinde layık olduğu yere ulaştırılmasını hedefleyen, bütün bu uzun ve meşakkatli yolu da Atatürk İlke ve Devrimleri ve Atatürk Milliyetçiliği çerçevesinde, Cumhuriyetin kazanımlarıyla birlikte, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti olarak, sürekli ve düzenli iyileştirme, geliştirmeyle ileriye, çağdaşlığa, daha fazla demokrasiye, daha fazla birey hak ve özgürlüklerine ulaştırmaya çalışan, yurtta ve dünyada barışı hedefleyen, insan merkezli bir fikirler ve eylemler bütünüdür. İçinde çağdaşlığa, bilime, insana, doğaya, varoluşa aykırı bir tek satır, bir tek fikir bile yoktur. Her şeyi, her düşüncesi, her uygulaması yaşamla, yaşamın doğasıyla uyum içindedir.
Atatürk’ü sözcüklere sığdırmak çok zordur. O, tanımak için yakınında olunması gereken insanlardandır. Atatürkçülük de siyaset değildir. Bu ülkede yaşayan herkesin, her şeyini borçlu olduğu Cumhuriyeti kuran, kahraman, çağdaş, akılcı ve ilerici iradedir. Her zaman akıl, bilim ve çağdaşlığı hedefleyen, bunu yaparken de özgürlükçülüğü ve eşitlikçiliği benimseyen, yüksek insani ve ahlaki değerlere sahip, gerçek demokratlığıyla, sürdürülebilir sosyal demokrasisiyle yaşamın her anına, her alanına nüfuz eden, gurur duyulası bir duruş, anlayış ve eylem biçimidir. Kendi kaderini kendi ellerine almak ve muhtaç olduğun kudreti kendi damarlarında bulmaktır…
TÜRK GENCİ, GELECEĞİNE SAHİP ÇIKMAK İÇİN OY VERMELİSİN
Bu yaşadığımız korkunç süreci tersine çevirmenin en az sıkıntılı yolu, önümüzdeki yaşamsal derecede önemli seçimlerde mutlaka oy vermek, oylarımıza sahip çıkmak ve Türk düşmanı, dinci ve bölücü, dahası yolsuzluklara gırtlağına kadar batmış bu zihniyetleri, bir daha çıkmamak üzere sandığa gömmektir. Dinci ve bölücü siyasetin ve buna göz yummanın Türkiye’yi ne kadar gerdiğini, 12 Eylül’den bu yana hayatımızda olmayan sokak olaylarını, polisle halkın amansız çatışmasını, sokaklarda gencecik yaşta ölenleri, kör, sakat kalanları ve bu sürecin bize daha ne kadar zarar verebileceğini umarım herkes görmüştür, görüyordur. Toplumsal barışımız artık büyük tehdit altındadır. Bu durum bu şekilde sürdürülemez. Bu yolun sonunda özgürlüklerimizi yitirmek, toprak kaybetmek, 1000 yıldır kardeşçe yaşadığımız halklarla birbirimize girmek ve ortaçağın bağnaz karanlığına savrulmak da var. Bu yol, yol değildir, bunun sonu karanlık, acı, kayıp, gözyaşı ve daha kim bilir ne korkunç şeylerle doludur…
Hepimiz çağdaş ülkelerin yurttaşları gibi, barış, huzur ve karşılıklı anlayış içinde, bireysel tercihlere, hukukun üstünlüğüne ve etik sınırlara saygı duyulan bir ülkede yaşamak istiyoruz. Bireyin temel hak ve özgürlüklerinin en üst düzeyde korunduğu, ülke kaynaklarının ulusal menfaatler için seferber edildiği, hiçbir ayrımcılığın yapılmadığı, fırsat eşitliğinin ve adil rekabetin geçerli olduğu, eğitimin kalitesinin sürekli yükseltildiği, ehliyetin ve liyakatin yükselmenin tek şartı olduğu, hiç kimsenin suç işleme özgürlüğüne sahip olmadığı ve milletvekillerinin kürsü dokunulmazlığı hariç hiçbir dokunulmazlığın olmadığı, bir suçluyu yargılayabilmek için amirinden onay alınmasının gerekmediği, şeffaf ve hesap verebilir bir devlet yönetiminde, eşit ve özgür yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz…
Ülkenin siyasi, ekonomik, kültürel hatta askeri olarak ne yöne evrileceğini belirleyen şey seçimdir, sandıktır. Vatandaşların tercihlerinin ortalamasının sandığa yansımasıdır, neticede sandıktaki oyların dağılımıdır. Sandığa gidip oy vermek, her yurttaşın en önemli görevleri ve sorumlulukları arasındadır. Ülkeyi, ülkenin en akıllıları, en namusluları, en sağduyuluları ve en yiğitleri yönetmelidir. Oylarımızla, seçimlerimizle bu insanları bulup çıkarmalı, seçmeli, ve başımızın üstüne taşımalıyız. 2400 yıl geriden seslenen Platon; Siyasetle ilgilenmeyen aydınları bekleyen kaçınılmaz sonuç, cahiller tarafından yönetilmeye razı olmaktır, diye bizi uyarır…
Artık iyice zararlı ve tehlikeli hale gelen bu kabustan çıkmamızın tek yolu var değerli kardeşim, sevgili yurttaşım. Sizlere bu kadar şeyi aslında bunun için anlattım. Daha güzel bir Türkiye için, demokratik hakkını eline almalısın ve 30 Mart’ta ve sonrasındakilerde seçime, sandığa mutlaka gitmelisin. Tüm bu rezil kepaze hatta çok tehlikeli durumun sorumlularını aklından çıkarmadan ve bizi, Türk Milleti’ni, en geniş aileni bu zorlu yerlerden çıkaracağına inandığın kim varsa, kimler varsa, onlara değerli oyunu vermelisin. Hem kendin ve sevdiklerin için hem de hepimiz için…
Her şeyin çözümü oylarınızda…
Asil Milletime en derin sevgi ve saygılarımla…
Ali Nasuh Mahruki
Sorumlu Yurttaş
Dip Not: Bu yazdıklarım benim şahsi görüşlerimdir ve 46 yıl boyunca bana tarifsiz mutluluklar, başarılar, güzellikler, sevgiler, coşkular, aşklar yaşatmış olan güzel Türkiye’me, asil Milletime ve biricik Devletime olan sorumluluğumdan dolayı kaleme alınmıştır. Üyesi, kurucusu, yöneticisi veya başkanı olduğum sivil toplum kuruluşlarının ve oluşumların bu yazdıklarımla hiçbir ilgisi ve sorumluluğu yoktur…