Türkiye’nin 3 Büyük Sorunu

Ali Nasuh Mahruki’ye göre ; Türkiye’nin üç büyük sorunu?

HUKUK – EĞİTİM – ÜLKENİN POTANSİYELİNİ KULLANAMAMAMIZ.

HUKUK

Hukuk konusundaki sorun olarak gözüken en büyük yanlış bence adaletin yavaş, gecikmeli, buna bağlı olarak da eksik bir şekilde devreye girmesi. İnsanlar, adaletin yerini bulduğu, herkesin hakkını aradığı ve bulduğu mahkemeleri sürünmek olarak nitelendirdiği sürece, hukuka güvenini yitirecek ve herkes kendi adalet sistemini geliştirmeye ve uygulamaya çalışacaktır. Hukukun en önemli gücü caydırıcılığındadır. Hukukun bence en önemli vasfı, suç işleyeni cezalandırmanın ötesinde, başkalarının da benzer yollara girmesini önlemeyi sağlamaktır. Yani kişiselliğe dönük bir eylem gibi görünse de aslında toplumsal hedefleri ve sonuçları olan bir yaptırım biçimidir. Ancak çoğu zaman eksik, zayıf, yetesiz kalarak anlaşmazlıklar daha ortaya çıkmadan devreye giremediği için, sorunlar büyüyerek anlaşmazlıklar çatışmalara bile dönüşebilmiştir.  İnsanların hukuk konusundaki güvensizliği ve bilgi eksikliği, çoğu zaman zaten yavaş ve verimsiz işleyen hukuk sürecini oldukça geç kalınarak devreye sokmaktadır.

Ülkemizde adaletin yerini bulması için, bütün zorluklara ve sorunlara rağmen, büyük bir özveriyle çalışan sayısız hukukçumuz olduğunu ve herşeye rağmen bu cesur ve yurtsever insanların emeği ve fedakarlığı sayesinde, sürecin daha da kötüye gitmediğinin farkındayım. Dolayısıyla bu söylediklerimle kıymetli hukukçularımızı üzmekten çekinirim, ancak Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyetimiz çok daha iyisine layık. Bu yüzden bir takım saptamalat yapmak istiyorum.

Bu olaya kendi yaşadığım bir hukuk süreciyle devam edelim.

En basitinden Sabah  gazetesiyle sürdürdüğümüz yıllardır süren bir mahkememiz var. Olay şöyle gelişti; Sabah gazetesi köşe yazarı Hıncal Uluç 2000 yılı baharında benim hakkımda son derece sert ve gerçeği yansıtmayan ifadelerle dolu arka arkaya üç tane yazı yazdı. Bende her ne olursa olsun, hukukun üstünlüğüne inanan bir vatandaş olarak hakkımı kanuni yollarla aramak amacıyla, bu eylemin planlı ve bilinçli bir karalama amacıyla yapıldığını belgeleyen üç yazıyı da mahkemeye verdim. Çünkü kişilik haklarıma saldırıda bunmuşlardı. Dava ile tam 2 yıl sabırla uğraştım ve doğal olarak sonuçta kazandım. Sabah Gazetesi Hıncal Uluç’un yazıları sebebiyle bana 14 380 000 000 tazminat ödedi. Ancak  mahkemenin sonuçlanması ile birlikte, o mahkemeye sebep olan hakaretlerinin on mislini yapmaya başladılar. Bu sefer yazıların altında üç tane gazeteci adı geçiyordu. Elbette sabrımızdan bir şey kaybetmeden onu da mahkemeye verdik. Basın konseyi Sabah Gazetesine kınama verdi. Yazılan haberin düzeltilmesi için iki kez mahkeme kararı çıkarttık. Ama çıkan kararlara rağmen düzeltme yazısını yayınlamadıkları için devlet bu kuruma 55 000 000 000 para cezası verdi.

Hıncal Uluç’un 4 sene önce kendi kişisel hırsıyla yazdığı 3 tane yazının sonucunda biz halen Sabah Gazetesi ile mahkemelerde uğraşıyoruz.

Benim örneğim çok basit ve önemsiz bir örnek, benden çok daha ağır sorunlar yaşayan sayısız insan var Türkiye’de.

Çoğu insan bu kadar zamana, sabıra ve en önemlisi ekonomik olarak bu süreçleri takip etme imkanına sahip değil. Dolayısıyla pek çok konuda, pek çok kişi aslında ciddi bir ceza alması gerekirken, süreçler takip edilmediği için, hayatını aynı rahatlık ve sorumsuzlukla sürdürüyor, hatta bundan cesaret alarak başkalarına daha da beterini yapabiliyor.

İşte bu yüzden, “Adalet mülkün temelidir” sözüyle, yani Adalet Devletin temelidir” anlamıyla en üst düzeyde kendini ifade eden hukuk, Türkiye’de insanların anlaşmazlıklarını çözmekten ve haklı ile haksızı ayırmaktan ne yazık ki uzağa düşüyor.

Bu durumun daha vahim bir sonucu olarak da, sadece haklıların hakkının yenmesi değil, daha da üzücü ve tehlikeli olarak, bu durumun bir alışkanlık haline gelmesi ve bu zaafiyetten güç alan bir takım hukuk dışı yapılanmalaıın türemesini söyleyebilirim. Bu gün her insan yargı sisteminin yavaşlığına ve böyle uzun süren mahkemelere sabredemediği için, bazıları kendi adalet sistemlerini kurmakta. Ve sonuç adaletsiz yasa dışı bir topluma yol açmakta. Hukuktan korkmayana daha cüretkar olması için bir kapı açan bu zaafiyet, hukuka inanmakta ve güvenmekte hiçbir sorunu olmayan namuslu vatandaşı da hem ezmekte hem de zamanla yoldan çıkarabilmekte.

Tekrar kendimden örnek verecek olursam; bundan dört sene önce Ağrı Dağı kış tırmanışında bir dağ kazası geçirdik ve İskender Iğdır’ı kaybettik. Daha İskender‘in cenazesini İstanbul’a getiremeden Hürriyet gazetesi köşe yazarı Fatih Altaylı benim hakkımda, yazının içinde cinayet kelimesinin bile geçtiği anlamsız bir uslupla kaleme alınmış, belli ki bir fırsat olarak gördüğü bir yazı yazdı. O süreç içinde Fatih Altaylı’yla da bir sürtüşmemiz oldu. Yine mahkeme süreçleri yıllar sürdü ve 5 yıldır hala kesin sonuca ulaşmadan devam ediyor. Arkasından da 1.5 saatlik bir programda, bu arada programın adı da “Teketek”, benden nefret eden 5 kişiyi çıkartıp hakkımda haksız, yalan ve bana cevap hakkı verilmeyen eleştirilerde bulundular. Ben ve arkadaşlarım seyrettiğimiz programa telefonla bağlanmak ve doğruları anlatmak istememize rağmen bizi bağlamadılar. Oysa ki yayın sırasında cevap hakkını verebilmemiz için telefon numaralarını veriyorlardı. Ama bizi bir türlü bağlamamışlardı. İşte Türkiye’de insanların adaletli olmak konusundaki duyarlılığı ve bence bunun tek sebebi de yaptıklarının yanına kar kalmaması konusunda caydırıcılığın çok alt seviyede olması. Biz de kendimizi hukuk devleti sayıyoruz. Oysa bence hukuk Türkiye’de ne yazık ki en üzücü duruma düşürülmüş konulardan biri.

Hepimizi yakından ilgilendiren bir örnek olarak , şehirde her köşe başını tutmuş, hatta mülki idarelerin yetersiz mücadelesi sonucunda artık kendi ölçeğinde bir mafya haline dönüşmüş, parkeden araçlardan haraç alan değnekçileri de eklemek isterim. Bu da bence çok önemli bir zaafiyet göstergesi. Devletine her konuda güvenmek isteyen vatandaşlar olarak, arabamızı bir yere park ettiğimizde, sokaktaki değnekçiyle karşı karşıya kalırsak, ya kendi başımızın çaresine hukuk dışı yollar deneyerek bakmaya çalışırız, ya da o değnekçiye talep ettiği haracı ödemek zorunda kalırız. Her iki durum da neresinden bakarsanız bakın hukuk dışıdır. Bu durum namuslu vatandaşların zorla hukukun dışına itilmesine verebileceğim pek çok örnekten sadece biri.

Son günlerde büyük şehirlerde, özellikle İstanbul’da artık kontrolden çıkan kapkaç, trafikteki otomobillerin camını güpegündüz içinde sürücü varken kırıp, bayan sürücülerin çantasını kapıp kaçanlar ve ev hırsızlığı olayları, bir başka açıdan da hukuk ve güvenlikle ilgili konularda toplumsal yapı olarak  ne kadar zayıfladığımızın tehlikeli bir göstergesi.

Burada iki tane yol çıkıyor. Ya benim gibi, ben hiçbir zaman hukuktan ayrılmam deyip yıllarca mahkemelerde koşturacaksınız. Ya da  kendi hukuk düzeninizi kuracaksınız. İşte Anadolu’da insanlar mahkeme kapıları yerine kendi yargı sistemini bunun için uyguluyorlar. “Bir dokun bin ah işit” gibi oldu ama bu ülkede benden bin kat daha fazla zarar gören insanlar var. Bu insanlar haklı veya haksız  olduklarını ne yazık ki yargı sistemi yerine kişisel güçleriyle çözmeyi denemeye mecbur bırakılmaktalar. Eğer güçlüyseniz kendi adalet sisteminizle ceza ve uygulamasını yapıyorsunuz. Maalesef mafya bile, bu zaafiyetin doğrudan bir ürünü olmasa da, buna bağlı olarak güçleniyor ve yayılıyor. Yargı sürecinin bu zaafiyetleri insanları korkuttuğu sürece ve adaletin her ne olursa olsun tarafsız olduğu herkesin gözünde ispat edilinceye kadar galiba bu düzen böyle devam edecek.

Ancak bu konuda umutlu olduğumu eklemek isterim. Bu çarpık yapının devam etmemesi için mücadele eden kendisini son derece iyi yetiştirmiş hukukçularımızın olduğunu ve kararlılıklarının bu süreci çözmeye yeteceğine inanıyorum.

Atatürk sonrası süreçte yaşadığımız ve halen de süregiden, bazı aydınlarımızın tanımladığı gibi; “karşı devrim” süreci, ülkemizi ne yazık ki, bir kısmı olumsuz olan bu hızlı değişime karşı kendi doğal önlemlerini alamadan, büyük ve köklü değişimler yaşamak zorunda bırakıyor. Kendi adıma daha kontrollü ve Türk toplumunun doğal içdinamikleri ile daha  kolay sindirebileceği ve sağlıklı bir şekilde uyum sağlayabileceği bir değişim – dönüşüm sürecinin yaşanmasını daha doğru bulduğumu söyleyebilirim.

Her toplumda, tarihten getirdiği  kendine özgü bir dinamizm ve kurgu vardır. Çağın gereklerine göre bunlar elbette ki, sürekli olarak yenilenir, güncellenir. Kültür kendisini daha iyiye ve verimliye doğru taşımaya çalışır. Ancak bu sürecin çok ani ve hızlı olması, gerekli savunma mekanizmalarının kurulmadan ortaya dökülüp, kaostan düzene çıkmasını beklemek, toplumlarda büyük sıkıntılara yol açabilir. Burada demek istediğim değişime direnmek değil ama bunu ciddiye alınması gereken bir konu olarak ele alıp, profesyonelce yönetmek gerekliliği. Değişim Yönetimi, bugün büyük şirketlerde bile, konunun uzmanları tarafından, büyük maaliyetlerine rağmen, hiçbir fedakarlıktan kaçınılmadan dikkatle yönetilen ve sürdürülen bir süreçtir.

Binlerce yılda, yaşadıklarımızdan edindiğimiz deneyimlerle varettiğimiz ahlaklı, kontrollü, sosyal sorumluluk duygusu en üst düzeyde gelişmiş, birbirine bağlı insanlardan oluşan milli şuurumuz yerine, son 20 – 25 yılda, kendi menfaati için yasaları hiçe sayarak bireyciliğe, adam sendeciliğe, bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasıncılığa geçen duyarsız bir toplum haline bizi dönüştürmeye çalışan bu süreci, son derece tehlikeli bulduğumu vurgulamak isterim.

Yolsuzluk, rüşvet, kaçakçılık ve benzeri  hukuk tanımaz uygulamaların gündelik hayatımızın her anına işlemeye başlaması, en büyük tehlike olarak, namuslu insanlarımızın da çaresizlik içinde zamanla bu yapıya ayak uydurmak zorunda kalmasını getirebilecektir.

Bu cümleyi daha açık ifade etmek gerekirse, herkesin kaçak elektirik kullandığı bir sitede, bu duruma ortak olmayan en namuslu vatandaş bile çevresine karşı, sosyal baskılar nedeniyle zor durumda kalabilir. Veya trafik cezalarının düzenli olarak affedildiği bir sistemde, bir süre sonra en namuslularımız bile, nasıl olsa silinecek bu cezaları ödememe ve zamana bırakmayı tercih edebilir.

Güncel

Geçtiğimiz dönemde Türkiye’de 22 banka hortumcusunun, 77 milyar dolar para hortumladığı açıklandı.   Ve Adalet Bakanımız  geçmiş dönemdeki yetkililere, “Bu paralar giderken sizler bostan korkuluğu muydunuz” diye bir soru sordu. Ben bu soruyu cevaplayacak bir babayiğit göremiyorum.  Neden mi? Çünkü bu çirkin, utanç verici fotoğrafı biz yarattık. Ya bu olay bundan sonra da böyle gidecek ya da her şeyi ters döndürüp yeniden yapılanacağız. Bu ülkede Atatürk’ün yolundan ayrılmamış vatanını ve milletini gerçek anlamda seven sayısız insan var.   Ama sistem öyle bir kurulmuş ki bu insanlar bir türlü yanyana gelemiyor, birlikte duramıyor. İşte bunları değiştirebilirsek, yanyana durabilirsek bir şeyler değişebilir. Ülkemize sahip çıkıp içeriden ya da dışarıdan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı birlikte mücadele etmeliyiz.

Devlet gerektiğinde güç kullanabilen bir yapıdır, bu güç anayasal çerçevede tanımlandığı için hiçkimse de bu güç kullanma yetkisine itiraz etmez. Devlete bu gücü veren temel model, yasama yürütme ve yargı güçlerinden oluşur. Bu  üç gücün nasıl kullanılacağı anayasada belirtilmiş ve sınırlandırılmıştır. Öyle ki bu organlar bile keyfi hareket edemezler, keyfi güç kullanamazlar. Normal şartlarda, işleyen bir demokraside ki aslında demokrasi modelinde her şey düşünülmüş ve zayıf yanlarına karşı güvenlik önlemleri alınmıştır, herhangi bir kişi ya da kurum, kendi menfaatleri doğrultusunda bir hamle yapmaya çalışırsa onu durduracak bir kuvvetler ayrılığı ve denetleme modeli her zaman mevcuttur. Demokrasinin bütün kırılganlığına rağmen tartışılmaz gücü de, bu karşılıklı denetleme ve güç ve yetki sınırlama yapısının varlığı sebebiyledir. Yasama, yürütme ve yargı her durumda ve koşulda tam bağımsız olmak zorunda, hatta birbirlerinden bile bağımsız olmak zorunda. Ancak bugünün Türkiye’sinde hepsinin iç içe girdiği, birbirini doğrudan ve dolaylı etkilediği ve bütün anayasal önlemlere rağmen bu durumun önüne geçilemediğini üzülerek görüyoru ve yaşıyoruz.

Yasama yetkisi, TBMM, yürütme yetkisi hükümet ve yargı yetkisi de bağımsız mahkemeler eliyle işletiliyor. Demokratik düzenin tam anlamıyla işleyebilmesi için bu üç güç odağının birbirinden bağımsız olarak çalışması gerekir. Bu üçü birbirlerini denetleme yetkilerini yitirerek çalışmak durumunda kalırlarsa, konu demokratik işleyişten çıkar ve siyasi, ekonomik veya sosyal olarak daha güçlü olan yapının diğerlerini de etkisi altına alması sonucunu doğurur. Bu durumda da demokrasi tehlikeye girer. Demokraswi adı altında demokrasi ile hiç alakası olmayan tam anlamıyla baskıcı, hukuk ve ahlak dışı bir kırma bir model işler ki, toplumsal kayıpların ne kadar üst düzeyde olabileceğini siz düşünün.

Atalarımız; “Adalet mülkün (devletin) temelidir” derken, ne kadar haklıymış. Hukukun üstünlüğü toplumları ayakta tutan temel güçlerden biri. Bütün çağdaş ülkeler bunun farkında olduğu için, büyük bir kıskançlıkla bu konuyu korumaya çalışıyorlar ve ala taviz vermiyorlar. En küçük bir taviz bile, yenilerine yol açacağı ve bu sürecin sonunun felaket olması kaçınılmaz olduğu için bu konuyu en üst düzey öncelikli olarak ele alıyorlar. Türkiye’nin de bir an evvel silkinip bu son derece tehlikeli durumdan kendisini kurtarması gerekiyor.

Vatandaşlarını eşit koşullar altında, hukukun üztün olduğu bir devlet düzeninde yaşatamayan devlet, sonunda vatandaşının saygısını ve güvenini kaybeder ki, bu sürecin geri dönüşü çok ama çok pahalıya patlar.

EĞİTİM

Türkiye Cumhuriyeti büyük savaşlar, eşsiz fedakarlıklardan sonra kurulduğunda nüfus olarak 12-13 milyon insandan oluşan, halkın büyük bir çoğunluğunun okuma yazma bilmediği bir dönemde yolculuğuna başlamıştır. Üniversite mezunu insanların yüzlerle ifade edildiği bir dönem içerisinde ülke on beş yıl gibi kısa bir dönem içerisinde yapılan devrimleri hazmetmiş ve olumlu bir gelişme göstermiştir. Bu gelişme ülkeyi savaştan çıkmış olmasına rağmen hızlı bir gelişim evresine sürüklemiş her anlamda gelişen bir Türkiye yaratmıştır.  Bu gelişmeler bugünün Türkiye sinin temel taşları olarak kabul edilmesine rağmen ilerleyen zaman içerisinde karşı devrim yaşayan Türkiye önce duraklama daha sonrasında ise gerileyen bir anlayış içerisinde uygar devletler arasındaki yerinden uzaklaşmıştır. Günümüz eğitim anlayışı içerisinde eğitim ve öğretim denilen kavramlar, çağın gereklerine göre toplumun ihtiyaçlarını karşılamaktan uzaklaşmış durumdadır. Milyonlarca okuyan gencin okuma amacı netliği ve geleceği dışında devletin tek isteği girişimci öğrenci adı altında kağıt üzerinde eğitimli insanlar yetiştirmek. Bu amacın altında yüzlerce aranacak ve çıkacak cevap olmasına rağmen bu gün bunların tek cevabı ülkenin ekonomik yapısında her geçen gün artan işsizlik ve dışa bağımlı, üretmeyen yaşam biçimi. Geleceği öngörmeyen ve kurgulamayan siyasi bir program içerisinde bulunan bir yönetim anlayışı ile, geleceğe uygun insan yetiştirmek yerine, girişimci adı altında üniversiteleri de sadece bir bölüm bitirmiş olmak için gören ama sonucunda iş bulma imkanlarının son derece belirsiz olduğu, dolayısıyla geleceği güvence altında olamayan ve bundan da haklı olarak büyük bir endişe duyan bir gençlik yetiştirmeyi seçmiştir.

Üniversitelerde aldığı eğitime rağmen, geleceği düşünülmeden yapılmış bu hamleler, okul sonrasında gençlerde ancak sosyal bir travmaya yol açabilir. 22-23 yaşlarında okuduğu bölümlerden mezun olmuş gencecik insanlar, aldıkları diplomalarla kendilerine kazandırdıklarını düşündükleri rekabet avantajını mezuniyet sonrası karşılarına çıkan yüzlerce beklenmedik durum karşısında anlamsız bularak alanları dışında bir hayat için tekrar çabalamaya başlıyor. Bu çabalama karşısında ise tek kaybeden bireyler veya okumuş gençlik değil Türkiye oluyor.  Milyonlarca okumuş insan, eğitimini aldığı, kendisini geliştirdiği meslek eğitimi dışında kalarak    işsiz damgasını yiyerek etkisiz hale düşmektedir.

Doğal olarak örgün eğitimle, çocuklarımıza verdiğimiz eğitim ve öğretim sisteminde, iyi vatandaş olmak, sorumluluk sahibi olmak, dürüst olmak, vergi, askerlik gibi yurttaşlık sorumluluklarını yerine getirmek gibi pek çok sosyal konuda da yönlendiriyor ve bilinçlendiriyoruz. Ancak bütün bo olumlu şartlanmalara rağmen, çocuk dış dünya ile ilk iletişim kurduğunda, kendisine öğretilen teorik bilgilerin pratik hayatta geçersiz olduğunu yaşamanın verdiği büyük hayal kırıklığını yaşıyor. Bunun da önemsenmesi gereken bir sorun olduğunu düşünüyorum.

Bir diğer vurgu olarak da, 21. yüzyılın ilk yarısında Türkiye için öngörülen nüfus değişimlerine göre, bizi bekleyen fırsatları ve tehditleri de değerlendirmek isterim.

Devletlerin gücü, onları var etme ve yüceltme konusunda kararlı olan vatandaşlarından gelir, Devlet vatandaşıyla varolur. Buradan hareketle, 21. yüzyılın ilk 25 – 40 yıllık süreci itibariyle, Türkiye’nin genç nüfusu üzerine, değerli dostum Can F. Gürlesel’in büyük bir özveri ile hazırladığı; Türkiye’nin Kapısındaki Fırsat, 2025’e Doğru Nüfus, Eğitim ve Yeni Açılımlar adlı çalışmasından derlediğim bir takım bilgilerle konuyu dikkatinize sunacağım.

Türkiye, nüfus yapısının iç dinamiklerine bağlı olarak önümüzdeki 25 – 40 yıllık süre içerisinde çok önemli bir fırsat penceresi içine girmekte, hatta son bir kaç yıldır girmiş bulunmaktadır. Bu konuyu biraz daha açarak neden elimizi çabuk tutmamız gerektiğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Tüm toplumlar, 100 – 200 yıl arasında değişen aralıklarla demografik dönüşümler geçirir. Nüfus biliminde “demografik geçiş süreci” olarak adlandırılan bu dönüşümler üç evrede gerçekleşir ve her evrede farklı nüfus özellikleri gözlenir. Birinci dönemin en temel özelliği; hızlı nüfus artış oranlarıdır. Buna bağlı olarak 0 – 24 yaş gurubun, yani eğitim çağı nüfusunun toplam nüfus içindeki oranı yüksektir. İkinci dönemde, nüfus artış hızı yavaşlama eğilimine girer. Bu aşamada çalışabilir nüfusun (15 – 64 veya 24 – 55 arası) toplam nüfus içindeki payı en yüksek seviyededir. Üçüncü dönemde ise, nüfus artış hızı sıfırlanır ve gerileme başlar. Bir diğer deyişle nüfus azalmaya ve yaşlanmaya başlar.

Türkiye bir süredir, demografik geçiş sürecinin toplumlar icin “Fırsat Penceresi” olarak nitelendirilen ikinci evresinde bulunmaktadır ve bu süreç en az 25 yıl daha sürecektir. Türkiye’de nüfus artış hızı

beklenenin üzerinde yavaşlamış durumdadır ve bu sayede eğitimde ilk kez niceliği değil niteliği ön plana çıkartmak ülkemiz için artık mümkün hale gelmektedir. Nüfus artış hızının yavaşlaması, nüfusun azaldığı anlamına gelmiyor. Türkiye nüfusu 1970 yılında 35.6 milyon iken, 2000 yılında 67.8 milyona ulaştı. Nüfusumuz elbette artmaya devam ediyor ancak eskisi kadar hızlı değil. Buna bağlı olarak nüfus içerisindeki farklı yaş guruplarının toplam nüfusa olan oranı da değişiyor ve bize fırsat

penceresini açan olgu da bu durumdan kaynaklanıyor. Türkiye’de çocukların toplam nüfusa oranı azalıyor ve 2000 yılından bu yana ülkemiz hızla artan bir genç ve yetişkin nüfusa sahip oluyor.

Türkiye, çalışabilir nüfusun toplam nüfus içindeki payının en üst noktaya ulaşacağı 2000 – 2025 yılları arasında “Fırsat Penceresi” adı verilen bu demografik süreci yaşayacaktır. Yaratacağı çalışan nüfus potansiyeli nedeniyle, bu dönem ekonomik büyüme için en uygun koşulları taşıyor, ve bu yüzden toplumların hayatında “Fırsat Penceresi” olarak adlandırılıyor.

Ülkemizde 2000 – 2025 yılları arasında nüfus artış hızı yavaşlamaya devam edecek. Demografik öngörüler, Türkiye’de nüfusun 2025 yılında 90 milyona, 2050 yılında 98 milyona ulaşacağına işaret ediyor. Türkiye’de 2000 – 2025 yılları arasında genç nüfusun mutlak olarak artışı önce duruyor. Bir dönem sonra ise genç nüfus, hem mutlak hem de toplam nüfus içindeki pay olarak azalıyor. Türkiye 2025 yılından sonra genç nüfuslu bir ülke olmaktan çıkmaya başlayacak. Dolayısıyla, genç nüfus politikalarının yerini yetişkin nüfus politikalarına bırakması gerekecek.

Uzunca bir süredir Türkiye’deki iç dinamiklerin ve yönelimlerin hemen hemen tamamı Avrupa Birliği üyelik süreci çerçevesinde şekilleniyor. Bu nedenle, Avrupa Kıtasının bu süreç içerisinde nasıl bir demografik süreç yaşadığına da bakmamız, kendimizi ona göre konumlandırmamız ve planlarımızı bu bilgiler ışığında yapmamız gerekmektedir. Avrupa kıtası, Türkiye’den farklı bir değişim süreci yaşıyor. Avrupa ülkeleri demografik süreçlerinin üçüncü ve son aşamalarını yaşıyorlar. Yani Avrupa’nın nüfusunun artması durduğu gibi artık nüfusun yenilenmesi için ihtiyaç duyulan, “net yenilenme oranı” da kritik eşiğin altına düşmüş durumda ve artık Avrupa’da nüfus gerileme sürecine girdi. Bu süreç en az 100 yıl devam edecek. Tüm Avrupa ülkelerinde, genç ve yetişkin nüfusun toplam nüfus içindeki payı giderek azalırken, yaşlı nüfusun payı artıyor. 2002 yılında 25 Avrupa Birligi ülkesinin toplam nüfusu 453.4 milyon iken, demografik öngörülere göre 2025 yılında 456 milyon olucak ve 2050 yılında 400 milyona düşecek. Avrupa kıtası, nüfusunda mutlak azalma ve yaşlanma sürecini önümüzdeki 50 yılda yaşayacak. Bu demografik süreç, Birliğin siyasetini, ekonomisini, sosyal yapısını ve güvenliğini etkileyecek. Türkiye, demografik süreç olarak Avrupa’nın 50 yıl gerisinden gelmekte ve üzerinde dikkatle durmamız gereken Türkiye’nin büyük fırsatı da buradan kaynaklanmakta. Nüfus artış hızının yavaşlamasına karşın, Türkiye genç ve yetişkin nüfusa, yani “çalışabilir” nüfusa sahip olacak. Bu potansiyeliyle Türkiye, Avrupa’nın nüfus süreçlerinin yaratacağı gereksinimleri 50 yıl boyunca, iyi eğitimli, katma değer yaratma gücü yüksek, birikimli nüfusu ile karşılayabilecek durumda olacak.

Sonuç olarak 21. yüzyılın ilk yarısı, nüfusunun demografik yapısı itibariyle, Türkiye ve Türk Gençliği için büyük fırsatların ve daha parlak bir geleceğin kapısını açmaktadır. Avrupa’da hüküm süren nüfus eğilimleri, bu fırsatları daha da yüksek seviyeye taşımaktadır. Ancak önünde açılan bu fırsat penceresini en iyi şekilde değerlendirebilmesi ve her toplumun demografik geçiş süreci içerisinde ancak bir kez yakalayabildiği bu hızlı büyüme sürecini en verimli şekilde yönetebilmesi için, Türkiye’nin dikkatle takip etmesi gereken konular vardır. Bunların başında da yurttaşlarına kaliteli ve rekabet gücü yüksek bir eğitim sunmak gelmektedir. Doğal olarak 21. yüzyılda Türk gençliğinin en çok ihtiyaç duyduğu ve beklediği şey, yüksek kaliteli ve yaygın eğitim politikaları ve doğru yatırım ve istihdam olanaklarıyla, güvenli bir geleceğe ulaşabilmek arzusu olacaktır.

Sahip olduğumuz bu genç ve çalışabilir nüfusun, hayalimizdeki büyük, aydınlık ve güçlü Türkiye özlemi doğrultusunda büyük bir fırsat olduğu gibi, çağdaş ölçülerde, rekabet gücü yüksek, kaliteli ve yaygın eğitim politikaları ile destekleyemezsek, bir diğer deyişle eğitim sistemimizi bu ihtiyaçlarımıza göre yeniden ve süratle tasarlayamazsak, bu fırsat rahatlıkla bir tehdite dönüşebilir ve doğal olarak sunduğu fırsatlar ölçüsünde, geleceğimiz için büyük bir tehlike olabilir.

Bu konuyu daha iyi anlamak için özellikle, yakın zamanda büyük şehirlerde hepimizin gündelik hayatına yerleşmiş durumda olan, korku ve endişe ile izlediğimiz tinerci, kapkaççı, ev hırsızları ve güpegündüz herkesin ortasında bayan sürücülerin otomobillerinin arka camını elindeki buji ile kıran ve göz açıp kapayana kadar arka koltuğa dalıp çantasını kapıp kaçan hırsızlık için özel olarak eğitilmiş ve yönlendirilmiş 16 – 17 yaşlarındaki doğudaki köylerden getirilmiş çocukları aklınıza getirin. Her biri bizim vatandaşımız olan ve en az bizler kadar bu coğrafyada insanca yaşama hakkına sahip olan bu çocuklar, devletin şefkatli, güvenli ve eğitici ellerine ulaşamadıkları için, hırsızlık ve gasp olaylarına karıştırılmakta, örgütlü suç çetelerine çaresizce ve zorla sokulmakta, hatta bir sonraki süreçte şehir terör eylemleri ile karşımıza dikilebilecek bir potansiyel tehditle çoğalmaktadırlar.

Bütün devletlerin özellikle yakalamaya ve en verimli şekilde yaşamaya çalıştığı bu fırsat penceresi, basiretsiz, sorumsuz ve beceriksiz davranmaya devam edersek, tehdit penceresi haline dönüşecek ve dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan İstanbul’umuzda hepimiz, 3 – 4 metrelik üzeri dikenli tellerle çevrili duvarlar içine hapsolarak, bireysel güvenliğimiz için devlet dışı alternatiflere yönelmek zorunda kalarak, şehir hayatının her türlü güzelliğini tüketen bir paranoya içinde sürekli arkamızı kollayarak ve birbirinden şüphelenen ve korkan, mutsuz, umutsuz, endişeli ve en tehlikelisi, bir diğerinin acısı ve sorunlarını hiç umursamayan ilgisiz ve bencil şehir insanları olarak hayatımızı sürdürmek zorunda kalacağız. Tıpkı yolsuzluklar ve gelir dağılımındaki uçurumdan dolayı, Latin Amerika ülkelerinin uzun bir süredir yaşamak zorunda kaldığı ve artık bu yaşam biçiminin gündelik ve sıradan hale dönüştüğü gibi.

Anadolumuzun öz değerleri, yüzyıllardır süregelen komşuluk kültürümüz, insan ilişkilerimiz ve geleneksel paylaşımcı sosyal hayatımızla büyük bir çelişki gösteren bu birbirinden kopuk, güvensiz ve kapalı süreci ve geri döndürülemez üzücü sonuçlarını bu asil millete yaşatmaya hiçkimsenin hakkı yok…

Aklımızdan çıkarmamamız gereken en önemli şey, geçmişimiz gibi geleceğimizin de ortak olacağı düşüncesi olmalı. Gündelik süreçlerde nasıl görünürse görünsün, uzun dönemde ya hepimiz kazanacağız, ya hep birlikte kaybedeceğiz.

5000 MESAJIN %99’u BOŞŞŞ…

Hayatımızın her anında çeşitli mesajlar ile beyinlerimizi bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde meşgul ediyoruz. İşte bu mesajlar ile genel bir dünya görüşü ediniyor hayatı bu şekilde algılıyoruz. İnsan kavramının sosyalliğini kazanmasında  çevremizden gelen tüm mesajlar bizim benliklerimizde yer ediniyor ve bizi bu şekilde düşünen insanlar haline getiriyor. Normal kariyeri olan bir insana günde 5000 yakın mesaj gelmekte. Bu mesajların %99 ise günümüz şartlarında anlamsız ve boş içerik taşımaktalar. İşte burada bu mesajları seçerek kendimizi iyi bir şekilde donatabilir veya seçmeden her şeyi kendimize katarak karışık bir anlayış içinde olabiliriz. Bugün bizlere çeşitli kanallarla gelen bir çok mesajı seçmeden ona zaman ayırarak yozlaşma  diye öne çıkan oluşumu benliklerimizde yapılandırıyor ve bir çok boş içeriğin depo görevini kafalarımızda üstleniyoruz. Bu şekilde sağladığımız bir donanım ise bizleri bireysel düşüncenin ötesine götüremediği gibi kültür anlamında bir deformasyonu tetikliyor. Tetikleme noktasında başlayan bireysel kahraman yaratma düşüncesi bugün bizlerin sahte kahramanlar içinde yaşaması olayında büyük etki sağlamıştır. Aldığımız mesajların büyük bir çoğunluğunun arkasındaki imzanın medyaya ait olması ve devamında toplumsal ilişkilerimizde devam etmesi etkileşimin gücünü anlatmaktadır. Eğitim anlayışında medyanın etkisi gelişim çağında olan çocukları,gençleri ve televizyon karşısında vakit geçirmeyi seven halkın büyük bir çoğunluğunu boş zaman değerlendirme adı altında kafalarını boşaltmaktadır.  Bu etkiyi sağlayan ana unsur ise vasıfsız bir çok insanın  medyanın şişirmesiyle ekranlarda bizlere seslenmesi olmuştur.

Yapılan programlar ,yarışmalar,haberler ve diziler toplum bilincinin akışında yanlış yolları tarif etmiş özentili bakışlar arasında halkın belli bir kesmini bu yollarda gelecek aramasına sebep olmuştur. Seçmediğimiz bir çok mesaj bizleri dolu dolu boş vakit geçiren bir toplum etiketiyle bugün tanıştırmakta. Onun için olmalı ki bilinçli ve yayın ilkeleri olan bazı kanallar bu etiketi tarif edip yozlaştığımızı ve gerekli tedbirleri almamızın zorunluluğunu anlatıyorlar. Etrafımızdaki her şeyi boşaltan sohbetlerimizi kısır anlamsız kelimelerle donatan mesajlar bugün bizleri ciddi anlamda rahatsız ediyor ama halk olarak ortak bir tepki sergileyemedikten sonra bizler hep rahatsız insanlar olarak kalıyoruz.

Bu anlamda, çevremizi her yönden kuşatan bu televole zihniyetine neden dur demek zorunda olduğumuzu anlatmaya çalışacağım,

Her demokratik devlet düzeninde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de ulusal menfaatlerine ulaşabilmesi için, üzerinde kurulduğu ilkeler temel alınmak koşuluyla öncelikle devletin bekası ve güvenliği ve milletin refahı tesis edilmelidir. Devletin bekası ve güvenliği ve milletin refahı her durumda birinci önceliklidir ve devlet organizmasının varlık sebebidir. Yaşayan organizmalarda uzuvların, organların ve hücrelerin yerini, devletlerde kurumlar, sivil ve asker bürokrasi, medya, özel sektör ve sivil toplum gibi örgütlü yapılar üstlenir. Her organizma varlığını sürdürmek amacıyla doğası gereği, çeşitli sebeplerle uzuvlarında başlayan hastalıklarla, yaralanmalarla ve rahatsızlıklarla mücadele eder. Bu mücadele doğal olarak ana organizmayı korumaya programlı bütün hücreler ve yapılar tarafından gerçekleştirilir. Devletlerde de aynı şekilde oluşturulmuş savunma mekanizmaları vardır ve gerektiği yerde devreye girerek, birinci öncelik olan devletin bekası ve güvenliği ve milletin refahının tesis edilmesi amacıyla, kanunlarla kendilerine verilen yetki ve sorumluluklar çerçevesinde, devletin bekası ve güvenliğini ve milletin refahını tehdit eden unsurlarla mücadele eder. Demokratik devlet düzenlerinde yasama, yürütme ve yargı erklerine ilave olarak, 4. güç olarak anılan medya ve 5. güç diyebileceğimiz sivil toplum örgütleri de pozisyonları ve demokrasi ortamında kendilerine tanınan yaşam alanlarında, varoldukları devlet düzeninin bekasına ve güvenliğine ve milletin refahına hizmet etmekle yükümlüdür. Bu yükümlülük Anayasa’mızda ve kanunlarımızda da açıkça belirtilmiştir.

Bu girişten sonra, Türkiye Cumhuriyeti devletini de yaşayan bir organizma olarak değerlendirirsek, kurucu irade olan Atatürk’ün bugünkü varoluşumuzun sebebi olan misyonunu tamamlayarak aramızdan ayrılmasından sonraki süreçte, devletimiz uzunca bir süredir, yine Atatürk’ün bizlere armağan ettiği demokrasi ortamında varolma imkanı bulan kendi organları tarafından, büyük bir aymazlık hatta ihanet süreci içerisinde yavaş yavaş kemirilmiş ve giderek iyileştirmesi daha zor bir hastalık sürecine sokulmuştur. Aymazlıktır, çünkü bu süreç en hafif ifade ile kendi bindiği dalı kesmektir, ihanettir çünkü kendi varlığını armağan eden kurucu iradeye karşı hareket etmektir, ve yine her ikisi de kanunlarla yasaklanmıştır.

Bugün içinde bulunduğumuz sürecin nasıl bu noktaya kadar geldiğini anlayabilmemiz için, öncelikle baktığımız yeri ve ölçeği değiştirmemiz gerekmektedir. Devletlerin hayatı, insan ömrüne kıyasla çok daha uzundur, dolayısıyla etki – tepki süreçleri de bu oranda farklıdır. Bazen 10 yıl, 50 yıl hatta yüzlerce yılda yaşanan olaylar, tarih kitaplarında sadece bir kaç satır içinde ifade edilerek geçilir. Bugün için, geleceği öngöremeden kendi insansal ölçeğimiz ve vizyonumuzla bakarak, son derece masumane olarak algılama ve değerlendirme yanılsamasına düşebileceğimiz, magazin ve televole kültürü – kültürsüzlüğü bu söylediğim açılım içinde değerlendirirsek, ne yazık ki bizim düşündüğümüzden çok daha büyük bir tehdittir.

Türkiye’de son 10 yılda yazılı, görsel ve işitsel medyanın uygulama konusunda geldiği nokta ve kaçınılmaz olarak birinci derecede etkileme gücüne sahip olduğu Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarında yavaş yavaş ama planlı ve kısa dönemde bilinçli, ancak yukarıda değindiğim gibi uzun dönem için aymazlık içerisinde yarattığı değişim, kurucu iradenin kimliğine, ahlakına ve vizyonuna aykırı bir toplumun şekillendirildiği bir tezgah haline dönüşmüştür. Kişisel kanaatim olarak, uygulayıcılarına çok hızlı bir sosyo-kültürel ve ekonomik gelişim fırsatı veren bu tezgahta, kısa dönem menfaatleri uğruna buna içeriden alet olanların ihanet değil ama aymazlık içerisinde olduğunu düşünüyorum. Bütün bu gelişmelerin, kendi kafamda yapmaya çalıştığım uzun döneme dönük projeksiyonlarda, büyük bedeller ödenerek ve yokolmanın eşiğindeyken belki de son bir şans olarak, Mustafa Kemal gibi tarihte eşi görülmemiş bir liderin bize nasip edilmesi sayesinde kazandığımız Türkiye Cumhuriyeti devletinin bekasına, güvenliğine ve milletimizin refahına çok önemli bir tehdit olduğunu düşünüyorum.

Devletleri var eden unsur, onun kucağında birlikte yaşama isteğinde bulunan ve bunu koruma azmi ve kararlılığında olan milletidir. Devletin görevlerinden biri de, kendi bekasını ve güvenliğini sağlayan milletini oluşturan her bir yurttaşı doğduğu günden itibaren, en iyi şekilde yetiştirilmesi, eğitilmesi, yetenekleri ve seçimleri doğrultusunda en uygun fırsatların yaratılması ve elbette yaşamı boyunca daha pek çok sosyal imkanın sunulmasıdır. Sözün özü, herşeyin başı insandır. Devlet, insanına yatırım yaptığı ölçüde güçlenir ve yeni kuşaklara o oranda daha büyük hizmet eder. Bu hizmet anlayışı karşılıklıdır ve birlikte ilerlemeyi ve büyümeyi getirir. Karşılıklı güven ilişkisinin sağlandığı ortamlarda devlet kazanır, vatandaş kazanır, herkes kazanır.

Bu sinerjiyi yaratabilmek için devletin resmi güçlerinin yanısıra, en az onlar kadar etkin olabilecek 4. ve 5. güçlere de büyük görev ve sorumluluk düşer. Bu açıdan bakıldığında, medyanın, geleceğin beyinlerine, üretken akıl ve ellerine, yani bugünün tertemiz ve saf çocuklarının zihin haritalarına televole ve magazin kültürsüzlüğünü ekmesi, uzun dönemde bizim için büyük bir tehdittir. Çünkü bugünün çocukları geleceğin üreticileri, işadamları, sanayicileri, sanatçıları, edebiyatçıları, sporcuları ve askerleri olacaktır. Gelecekteki insan kaynağımızın bu tezgahın elinden geçmesi, geleceğimiz için büyük bir tehdittir. Bu konuda; “beğenmeyen seyretmesin”, “bilmem kaç tane televizyon kanalı var, isteyen istediğini seyreder”, veya “en çok ‘rating’i alan programlar bunlar, dolayısıyla insanlar bunu istiyor, biz de onlara istediklerini veriyoruz”, “bütün dünyada benzeri programlar var” gibi bir savunma yapmak ve bu savunma karşısında eli kolu bağlı durmak, en azından aymazlıktır. Bugün en çok sunulan ve dolayısıyla takip edilen haberler, cinayet, şantaj, kavga, seks, magazin, özel hayat, futbol konularındadır. Bugün cinayet haberleri ve özel hayata ait konular bile insanlara ucuz bir fotoroman şeklinde canlandırmalarla veya gerçek karakterlerin katılımıyla sunulmaktadır, bir satırla ifade edilecek haber dakikalarca sanki ödüllük bir film prodüksiyonu yapılıyormuş edasıyla hazırlanmakta ve bu hazırlığın bedeli de bu ülkenin özkaynaklarından ödenmektedir.

Büyük Atatürk’ün dediği gibi; “Yalnızca ufku görmek yetmez, ufkun ötesini de görmek ve bilmek gerekir” sözünden, bu topraklarda yaşayan her kişi ve kurum vazife çıkarmalıdır. Bu konuda elbette ki birinci sorumlu devletin ta kendisidir. Bu devlet, medya ile ilgili gerekli düzenlemeleri sağlayacak ve uygulayacak her türlü kuruma sahiptir. Eksik olan, belki de son elli yılda her alanda bize büyük bedel ödeten zihniyet sorunudur. Ancak ufkun ötesini göremeyen ve kısa dönem menfaatleri uğruna, güzelim ülkemizin geleceğine dinamit yerleştiren, medya ile kirli bir işbirliğine girerek yapılan siyaset etme anlayışı devam ettiği sürece gelecekte deTürkiye kaybetmeye devam edecektir.

Yapılması gereken biran önce bu anlamsız haber üretme zihniyetine kanun gücüyle son vermek, en azından tertemiz ve her uyarana açık beyinleriyle çocukların ulaşamayacakları saatlere ve koşullara taşımak olmalıdır. Bir diğer önemli konu da, ulusal birliğimizi arttırmaya dönük bütünleştirici ve birleştirici programların yapılması gerekliliğidir. Batının kendine özgü sosyo-kültürel yapısı içinde, zararlarını kontrol edebilme mekanizmalarını onyılların tecrübesi ile en iyi şekilde tesis ettiği “bireyciliği”, gençlerimize rol model olarak sunarken, bireyciliğin doğurabileceği olumsuz sonuçlara karşı en önemli savunma kalkanları olan hukukun üstünlüğü, kamuya ait olanın hem birey hem devlet eliyle en üst seviyede korunması, sosyal sorumluluk, toplumsal aidiyet, eğitim sistemi, karşılıklılık ilkesi ve vergi gibi yükümlülüklerin en sıkı şekilde takip edilmesi konularını oturtamamış sosyo-kültürel yapımıza, batı ölçeğinde bireycilik bir numara büyük gelmektedir. Buna hazır olmayan toplumumuza etkisi ise, hukuki ve operasyonel hazırlıksızlıktan ve haksız rekabetten dolayı insanlar arasındaki fırsat eşitliğinin ortadan kalkması ve devlet eliyle çözülmesi gereken toplumsal sorunlara, bizim sosyo-kültürel yapımıza özgü bir duyarlılıkla yüzlerce yıldır çözümler üreten yapımızın, bu değişim sürecine ayak uyduramamasından dolayı başka komplikasyonların ortaya çıkması şeklinde kendini göstermektedir.

Bugün için kendisini ulusal medya olarak tanımlayan medya kuruluşlarının pek azı, üzerinde yaşadığımız coğrafyanın tamamını kapsayan ve aynı yurdun insanı olarak geleceği ve menfaatleri birbirine doğrudan bağlı olan 70 milyona yakın nüfusumuzun, birbirini fiziki olarak göremese de, birbirlerini tanımalarına ve birbirlerinin sorunlarına, yaşam koşullarına, önceliklerine, kültürlerine, ihtiyaçlarına, beklentilerine karşı duyarlılıklarını arttırma ve ulusal birliği tesis etmeye dönük programlar hazırlamaktadır. Hele bugün için medyamızda büyük bir yayın zamanına sahip olan televole ve magazin dünyası, toplasanız 1000 kişilik ayrıcalıklı bir kitleye odaklanmış ve bütün haber üretme anlayışını kendi yarattığı bu yapay kitle üzerinden sürdürmekte ve yukarıda bahsettiğim gelecekte karşılaşacağımız sorunların tohumlarını fütursuzca ekmektedir.

POTANSİYEL KAYNAKLARI KULLANAMAMIZ?

Türkiye cumhuriyeti her konuda büyük bir insan havuzuna sahip olan bir ülke. Genç  insan havuzunun  hacmi ülkenin yer altı ve yer üstü kaynakları ve jeopolitik durumu bugün farkında olmamıza rağmen sistem yanlışlığı ve teknolojik olarak eksik olmamızdan dolayı layığıyla değerlendirilebilmiş değildir. Öncelikle güçlü insan potansiyelimizin düşüncesizce tüketilmesi  ülkenin tüm fırsat avantajlarını son derece olumsuz olarak etkilemektedir. Yetmiş milyonluk bir ülkede güçlü genç nüfusun öne çıkıp bir çok şeyi sırtlanması beklenirken insanlar bu ülke için yük olarak bile değerlendirilmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarında 12-13 milyon olan nüfusumuz savaştan çıkmış olmasına ve Osmanlı imparatorluğunun  borçlarının ödenmesine  rağmen büyük bir yeniden yapılanma ve kalkınma göstermiştir. Bunda göze çarpan etkenlerden bir tanesi kaynaklarımızın doğru ve iyi kullanılmış olmasıdır. Bir diğeri ise toplum bilincinin duyarlı bir şekilde ortak olarak hareket etmesi ve yapılan uygulamaların takipçisi olmasıdır.  Bugün insanımızın mevcut potansiyeli eldeki imkanlar çerçevesinde eğitilmesi ve şekillendirilmesine rağmen sistem anlayışının yanlışlığını yenememektedir.

İnsan potansiyelinin ülkeye olan yansıması bir çok Avrupa ülkesinde net bir şekilde gözükmekte ve bizleri bile etkisi altına almaktadır.  Ülkemizde olan insan potansiyeli çeşitli konularda irdeleyecek olursak ortaya çıkan tablonun şeklini hepimiz tahmin edebiliyoruz. İlk önce genç havuzu bu kadar geniş olan bir ülkede gençlerin ülke potansiyelinde neyi ifade ettiğini görelim.

Genç havuzu:

Türkiye nüfusunun büyük bir bölümünün genç olmasına rağmen ülkede gençlik hep kısa vadeli çözümlerle kandırılmıştır. Eğitim anlayışından sosyal alandaki yaşamına kadar gençler kağıt üzerinde değerlendirilmiş popüler anlayış içerisinde oyalanmıştır.

Sosyal alanda gençliğin yönelimi ve etkileşimi dar bir pencerede popüler kültürün eline geçmiş. Bu  dar pencerede ise başarılar zaman zaman kendini göstermiş ama devamlılığını sürdürememiştir. Devamı olmayan bir şey başarımıdır işte bunu da kendimize sormalıyız. Ülkemizde futbola yapılan yatırımın ve vitrinin onda biri diğer spor alanlarına yapılsa futboldaki başarılardan daha fazlasını elde edip ülkemize iyi bir şekilde yansımasını görebiliriz. Halkın  çözdüğü gençlik denkleminde genç nesil ya popçu yada topçu olmak istiyor diye bir kanı var.  Buna katılmamak elde değil çünkü bu denklemi bize bu şekilde çözdürdüler. Tek bir gidiş yolunu defalarca anlatıp ülke potansiyelinin büyük çoğunluğunu bir topun peşinde veya eline verdiği mikrofonla oyaladılar. Sonuçta ise bir fanusun içine milyonları sıkıştırarak onları etkisiz bıraktılar. Elbette ki bu ülkenin futbolcuya ve sanatçıya ihtiyacı var. Ama hayatının birinci önceliğini bunlara göre ayarlayan top peşinde koşan ve kendi kendi mırıldanan bir gençliğe ihtiyacı yok.

İnsanların en az bir şeyi profesyonel anlamda yapabildiği toplumlar bu gün  bizim girmek istediğimiz birliğe üye ülkeler. Hepsi olmasa bile büyük bir çoğunluğu insan potansiyelini sistemlerinde oturtmuş görev adamı yetiştirerek sistemin devamlılığını kalıcı kılmışlardır. Oysa bu gün ülkemizde bir çok yerde o iş için yetiştirilmiş insanlar değil bireysel güçleriyle kendilerini yetiştirmiş insanlar bulunmakta. Bu anlayışta hareket eden sistem ise bu insanların her hangi bir sebeple işlerini bırakmalarıyla büyük karmaşıklar ve yolsuzluklara sebep olmakta. Peki insan gücü nasıl bir şey ki uygulaması bir ülkeyi geliştirip refah içinde yaşatırken diğerini geri bırakıp tehlikeli bir hal içerisine sokuyor.

İnsan Gücü”, diğer bütün unsurlarının planlanması ve uygulanması söz konusu olduğu andan itibaren en önemli faktör olarak karşımıza çıkar. Çünkü doğal bir zorunluluk olarak insanların hayatına ait olan her şey insanla başlar ve yine insanla biter. Diğer güç unsurlarının tamamı insan gücü faktörünün çarpan etkisiyle büyük bir atlama ile son derece etkin pozitif bir bileşen haline dönüşebilirler, yeter ki bu unsurları doğru değerlendirip uygulama aşamasında doğru hamleler yapabilecek kapasitede insan gücümüz olsun. Elbette ki bu denklem tersine de işler, yetersiz veya yanlış insan gücü ile, doğal olarak sahip olduğunuz coğrafi güç bile milli güce negatif bir faktör olarak etki edebilir.

Herhangi bir alanda “İnsan” faktörünü değerlendirebilmek için,

öncelikle insanın ne olduğunu, nasıl tanımlanabileceğini kabaca da olsa anlamamız gerekir. Sürekli değişim ve gelişim içinde bulunan, yapıcı – yıkıcı ve yaratıcı – yok edici özellikleri, biyolojik ve kültürel öğeleri, her bireyinde kendine özgülük nitelikleri ile insan, yapısı itibarıyla oldukça karmaşıktır. Doğal olarak yaşamını sürdürme ve diğer canlılara göre önemli bir üstünlük olarak yaşamını geliştirme arzusu ve potansiyeli ile dünyaya gelen insan, bu amacına ulaşabilmek için, kurduğu toplumsal düzenlerde hep bu yönde çalışmak zorunda olmuştur. Aksi taktirde kendilerini bu konuda daha çok geliştiren ve hazırlıklı olan toplumların, tarih boyunca daha az gelişmiş diğerlerine yaptığı gibi yok olmaya veya ezilen, kullanılan toplumlar olmaya mahkum olurlar.

Bu kadar etkili bir silaha sahip olmamıza rağmen ne yazıktır ki elimizdeki silahı kullanmayı halen öğrenebilmiş değiliz. Pozitif güç olarak değerlendirilen insan kavramını negatif olarak kendimize çevirerek kendimizi sorunlu bir hal içerisine atıyoruz.   Sonuç olarak ise karşımıza  sadece  bugünün Türkiye manzarası çıkıyor.