Türkiye’nin AB üyeliği; Akademik Çevrenin ve Sivil Toplumun Rolü
AB uyumu çerçevesinde üç boyutlu bir süreç var.
Birincisi; hukuki uyumlama; AB müktesebatı, AB hukuku ve Türk hukuku arasındaki uyumu sağlamak.
İkincisi; kamu otoriteleri arası ilişkiler; AB başkentlerindeki kamu kurumlarının çalışma sistemi ve idari anlayışın, Türkiye’deki kamu kurumları arasındaki uyumunu sağlamak.
Üçüncüsü de; STK’lar arası ilişkiler; halklar ve kültürler arası anlayış ve felsefe uyumunu sağlamak.
Hukuki uyumlama ve kamu otoriteleri arasındaki uyum teknik konular olurken, STK’lara düşen görev, halklar arası karşılıklı anlayışı sağlamayı üstlendikleri için çok önemli. Sonuçta halklar birbirini kabul etmeden bu proje gerçekleşemez.
STK’lar aslında medeni dünyada, yasama, yürütme ve yargıya ilave olarak 4. güç sayılan medyanın arkasından gelen 5. güç olarak kabul edilir. Türkiye’de STK’lar henüz bu noktada değil, bu anlamda bize biraz anlaması zor gelebilir ama çok etkili bir görevleri olduğunu kabul etmek gerekir. Aynı şekilde üniversiteler de, akademik kapasitelerini, toplumdaki bilgi eksikliğini sağlıklı bir şekilde gidermek üzere kullanabilirler. AB uyumu süreci çerçevesinde düzenli olarak yaptıkları güvenilir ve tarafsız araştırmalarla çeşitli sektörlerdeki ihtiyaçları, beklentileri ve değişimleri belgeleyip, toplumun daha doğru ve sağlıklı bir temel üzerine bu konuları yorumlamalarını sağlayabilirler.
Bildiğiniz gibi STK’larla ilgili çok sayıda program var. Burada amaç, öncelikle denk STK’lar arası işbirliğini sağlamak ve STK’ların AB’yi ve avrupalıları halka doğru olarak anlatmasını sağlamak.
STK’lar siyasileşmeden, menfaat hesabı yapmadan Türkiye’yi AB’ye anlatmak ve AB’yi de Türk insanına anlatmak görevine sahipler.
Ancak AB konusu ne yazık ki Türkiye’de fazlasıyla politize olmuş durumda. Şiddetli bir AB karşıtlığı veya şiddetli bir AB taraftarlığı arasında geniş bir yelpazede doğru yanlış pek çok bilgiye dayalı pek çok yaklaşım dolaşıyor ortada ve bunda ne yazık ki hem bizim hem de AB yetkililerinin payı var. Bu anlamda gerçekten de AB üyeliği konusunda üzerinde geniş bir fikir birliğine ulaşılmış konular ne yazık ki olması gerekenden daha az.
AB, Türkiye’de STK’larla işbirliği konusunda insan hakları ve kadın hakları olarak iki temel konuya ağırlık verdi. Aslında AB ile uyum ve sosyal yaşamdaki eksikler ve sıkıntılar olarak baktığımızda pek çok başka sıkıntılı konumuzun da olduğu bir gerçek. Bunlara belki de yeteri kadar önem verilmedi.
Bu durum ne yazık ki iki toplumun birbirini doğru tanımasında bir takım engeller çıkardı.
2004 – 2005 yıllarında AB desteği Türkiye’de % 70’lerdeyken, bugün % 40 – 45’lere inmiş durumda. Açık olarak her iki tarafın da bazı hatalar yaptığı ortada. Bence bu durumun da ayrıca sorgulanması ve nedenlerinin bulunarak önlemlerinin alınması gerekmektedir.
Bu anlamda beklentiyi yüksek tutmanın bir hayal kırıklığı yarattığını kabul etmemiz gerekir.
STK’lar ve üniversiteler bence, AB üyeliği konusunu siyasileştirmeden sağduyulu bir şekilde yorumlayacak ve sürdürebilecek kapasiteye sahipler ve eğer bu kapasiteleri sağlıklı kullanılabilirse, sonucu değiştirebilecek ciddi ve verimli bir güç olabileceklerdir.
Türkiye’de Gençlik ve AB Üyelik Süreci
AB projesi bence, çatışma ve rekabet üzerine kurulu dünyada, insanoğlunun bugüne dek oluşturduğu en büyük medeniyet projesi. Farklı dilleri konuşan, farklı kültürleri olan hatta tarih boyunca birbirleriyle sayısız savaşlar yaşamış olan Avrupa milletlerinin bu farkları bir renklilik olarak kabul edip, aralarındaki benzerlikler ve ortak gelecek anlayışı üzerine inşa ettikleri, gerçekten de her tür övgüyü hak eden bir proje.
20. yüzyılda iki defa çok ağır bedellerin ödendiği, çok ağır yıkımların yaşandığı iki dünya savaşından sonra bu coğrafyadaki devletler, bir daha aralarında savaşmamak ve birlikte ortak ve daha çağdaş, daha güçlü, daha müreffeh bir gelecek yaratmak için bir birlik kuruyorlar. İşte AB bu anlamda gerçekten de çok etkileyici ve özgün bir medeniyet projesi.
Bu özgün ve çağdaş medeniyet projesini yani AB’yi hedeflemek, çağdaş bir dünyanın çağdaş bir üyesi olmayı istemek elbette ki gayet anlaşılabilir ve doğru bir seçenek olarak karşımızda duruyor.
AB sonuçta taraflarına karşılıklı bir güven, huzur, başarı ve refah getirmeyi amaçlayan bir karşılıklı işbirliği ve ortaklık projesidir diyebiliriz.
Ancak AB konusunu saplantı haline getirmemek gerekir, AB iyi ve doğru bir hedeftir ama Türkiye için, Türk gençliği için tek çıkış yolu değildir. Bu anlayıştan kurtulmamız lazım.
Türk gençliğinin AB ile ilişkileri konusunda bence şu noktalara vurgu yapmak gerekir.
Öncelikle Türkiye’nin kendi sorunlarını tam olarak anlamadan, Türkiye’nin içinde bulunduğu şartları, küreselleşen dünyadaki dengeleri, tarihsel süreç içerisindeki ilişkileri doğru bir şekilde anlamadan AB’yi özümsemek, hedeflemek çok zor olacaktır. Bu anlamda hepimizin bu konuları mümkün olduğu kadar iyi öğrenmesi gerektiğini söyleyebilirim.
Bunları doğru olarak okuyamazsak bu sefer yorumlarımızı da yanlış yapabiliriz. AB projesi, düzenli gelişme, ekonomik ve sosyal gelişme konularında denenmiş ve çağdaşlığı temsil eden kurallardan oluşan bir proje. Ancak bunu doğru olarak anlamalı ve kendi vatandaşımızla da doğru olarak paylaşmalıyız.
Gençlik mutlaka bu konuları okumalı, öğrenmeli ve her ne konuda çalışıyorsa çok çalışmalı. Türkiye’nin kuruluş sürecini, Türk devrimlerini çok iyi anlamalı, Atatürkçü düşünceyi mutlaka ama mutlaka içselleştirmeli.
AB elbette ki bunların karşıtı bir proje değil ve içerideki yorumu da bu şekilde olmamalı.
Gençlik AB konusunda fazlasıyla politize durumda. Bir kısmı aşırı hayranlık duyuyor ki bu sonuçta gençliği ülkenin geleceğinden soğutuyor, bir kısmı da aşırı karşıt ki bu da sağlıklı adım atabilmeyi zorlaştırıyor. Her iki durum da bence sağlıksız.
Gençler bu tür pazarlamalardan uzak durmalılar.
AB hayranlığını bir yabancılaşma projesi haline dönüştürmemek lazım, ki bu tehlikeli açılımlara yol açar.
AB tam tersine kendi ülkemize daha fazla sahip çıkma projesi olmalı.
AB gerçekte kendi ülkemizi geliştirme projesidir ve bu çerçevede kurgulanmalıdır.
Şiddetli bir AB hayranlığı yanlış olacaktır, çünkü bilgisizlik ve kirli bilgiyle birleşirse kendi ülkemizden soğutabilir bizi, ki bu tehlike bence mevcut.
Şiddetli bir AB karşıtlığı da tehlikeli olacaktır. Batı dünyasına sırtımızı çevirip içe kapanmamız da elbette ki kabul edilemez. Bu durum Atatürk’ün gösterdiği yoldan uzaklaşmak olur. Çağdaşlığı yakalama hedefinde olan bir Türkiye için akılcı bir seçenektir AB. Ancak bunu hem AB’nin, hem de Türkiye’nin kazanacağı bir ilişki haline dönüştürebilmek için uzun ve zorlu bir süreç olan bu süreci akıllı, sağduyulu ve ciddiyetle takip etmek gerekir.
Bu konuda da doğal olarak her birimize görev düşmektedir.
Türkiye, nüfus yapısının iç dinamiklerine bağlı olarak önümüzdeki 25 – 40 yıllık süre içerisinde çok önemli bir fırsat penceresi içine girmekte, hatta son bir kaç yıldır girmiş bulunmaktadır. Bu konuyu biraz daha açarak neden elimizi çabuk tutmamız gerektiğini sizlerle paylaşmak istiyorum.
Tüm toplumlar, 100 – 200 yıl arasında değişen aralıklarla demografik dönüşümler geçirir. Nüfus biliminde “demografik geçiş süreci” olarak adlandırılan bu dönüşümler üç evrede gerçekleşir ve her evrede farklı nüfus özellikleri gözlenir. Birinci dönemin en temel özelliği; hızlı nüfus artış oranlarıdır. Buna bağlı olarak 0 – 24 yaş gurubun, yani eğitim çağı nüfusunun toplam nüfus içindeki oranı yüksektir. İkinci dönemde, nüfus artış hızı yavaşlama eğilimine girer. Bu aşamada çalışabilir nüfusun (18 – 65) toplam nüfus içindeki payı en yüksek seviyededir. Üçüncü dönemde ise, nüfus artış hızı sıfırlanır ve gerileme başlar. Bir diğer deyişle nüfus azalmaya ve yaşlanmaya başlar.
Türkiye bir süredir, demografik geçiş sürecinin toplumlar icin “Fırsat Penceresi” olarak nitelendirilen ikinci evresinde bulunmaktadır ve bu süreç en az 25 yıl daha sürecektir. Türkiye’de nüfus artış hızı
beklenenin üzerinde yavaşlamış durumdadır ve bu sayede eğitimde ilk kez niceliği değil niteliği ön plana çıkartmak ülkemiz için artık mümkün hale gelmektedir. Nüfus artış hızının yavaşlaması, nüfusun azaldığı anlamına gelmiyor. Türkiye nüfusu 1970 yılında 35.6 milyon iken, 2000 yılında 67.8 milyona ulaştı. Nüfusumuz elbette artmaya devam ediyor ancak eskisi kadar hızlı değil. Buna bağlı olarak nüfus içerisindeki farklı yaş guruplarının toplam nüfusa olan oranı da değişiyor ve bize fırsat
penceresini açan olgu da bu durumdan kaynaklanıyor. Türkiye’de çocukların toplam nüfusa oranı azalıyor ve 2000 yılından bu yana ülkemiz hızla artan bir genç ve yetişkin nüfusa sahip oluyor.
Türkiye, çalışabilir nüfusun toplam nüfus içindeki payının en üst noktaya ulaşacağı 2000 – 2025 yılları arasında “Fırsat Penceresi” adı verilen bu demografik süreci yaşayacaktır. Yaratacağı çalışan nüfus potansiyeli nedeniyle, bu dönem ekonomik büyüme için en uygun koşulları taşıyor, ve bu yüzden toplumların hayatında “Fırsat Penceresi” olarak adlandırılıyor.
Ülkemizde 2000 – 2025 yılları arasında nüfus artış hızı yavaşlamaya devam edecek. Demografik öngörüler, Türkiye’de nüfusun 2025 yılında 90 milyona, 2050 yılında 98 milyona ulaşacağına işaret ediyor. Türkiye’de 2000 – 2025 yılları arasında genç nüfusun mutlak olarak artışı önce duruyor. Bir dönem sonra ise genç nüfus, hem mutlak hem de toplam nüfus içindeki pay olarak azalıyor. Türkiye 2025 yılından sonra genç nüfuslu bir ülke olmaktan çıkmaya başlayacak. Dolayısıyla, genç nüfus politikalarının yerini yetişkin nüfus politikalarına bırakması gerekecek.
Uzunca bir süredir Türkiye’deki iç dinamiklerin ve yönelimlerin hemen hemen tamamı Avrupa Birliği üyelik süreci çerçevesinde şekilleniyor. Bu nedenle, Avrupa Kıtasının bu süreç içerisinde nasıl bir demografik süreç yaşadığına da bakmamız, kendimizi ona göre konumlandırmamız ve planlarımızı bu bilgiler ışığında yapmamız gerekmektedir. Avrupa kıtası, Türkiye’den farklı bir değişim süreci yaşıyor. Avrupa ülkeleri demografik süreçlerinin üçüncü ve son aşamalarını yaşıyorlar. Yani Avrupa’nın nüfusunun artması durduğu gibi artık nüfusun yenilenmesi için ihtiyaç duyulan, “net yenilenme oranı” da kritik eşiğin altına düşmüş durumda ve artık Avrupa’da nüfus gerileme sürecine girdi. Bu süreç en az 100 yıl devam edecek. Tüm Avrupa ülkelerinde, genç ve yetişkin nüfusun toplam nüfus içindeki payı giderek azalırken, yaşlı nüfusun payı artıyor. 2002 yılında 25 Avrupa Birligi ülkesinin toplam nüfusu 453.4 milyon iken, demografik öngörülere göre 2025 yılında 456 milyon olucak ve 2050 yılında 400 milyona düşecek. Avrupa kıtası, nüfusunda mutlak azalma ve yaşlanma sürecini önümüzdeki 50 yılda yaşayacak. Bu demografik süreç, Birliğin siyasetini, ekonomisini, sosyal yapısını ve güvenliğini etkileyecek. Türkiye, demografik süreç olarak Avrupa’nın 50 yıl gerisinden gelmekte ve üzerinde dikkatle durmamız gereken Türkiye’nin büyük fırsatı da buradan kaynaklanmakta. Nüfus artış hızının yavaşlamasına karşın, Türkiye genç ve yetişkin nüfusa, yani “çalışabilir” nüfusa sahip olacak. Bu potansiyeliyle Türkiye, Avrupa’nın nüfus süreçlerinin yaratacağı gereksinimleri 50 yıl boyunca, iyi eğitimli, katma değer yaratma gücü yüksek, birikimli nüfusu ile karşılayabilecek durumda olacak.
Ancak bu süreçteki ihtiyaç 1960’lardaki gibi ucuz işçi talebinden ziyade yetişmiş insan gücü olacak.
Sonuç olarak 21. yüzyılın ilk yarısı, nüfusunun demografik yapısı itibariyle, Türkiye ve Türk Gençliği için büyük fırsatların ve daha parlak bir geleceğin kapısını açmaktadır. Avrupa’da hüküm süren nüfus eğilimleri, bu fırsatları daha da yüksek seviyeye taşımaktadır. Ancak önünde açılan bu fırsat penceresini en iyi şekilde değerlendirebilmesi ve her toplumun demografik geçiş süreci içerisinde ancak bir kez yakalayabildiği bu hızlı büyüme sürecini en verimli şekilde yönetebilmesi için, Türkiye’nin dikkatle takip etmesi gereken konular vardır. Bunların başında da yurttaşlarına kaliteli ve rekabet gücü yüksek bir eğitim sunmak gelmektedir. Doğal olarak 21. yüzyılda Türk gençliğinin en çok ihtiyaç duyduğu ve beklediği şey, yüksek kaliteli ve yaygın eğitim politikaları ve doğru yatırım ve istihdam olanaklarıyla, güvenli bir geleceğe ulaşabilmek arzusu olacaktır.
Sahip olduğumuz bu genç ve çalışabilir nüfusun, hayalimizdeki büyük, aydınlık ve güçlü Türkiye özlemi doğrultusunda büyük bir fırsat olduğu gibi, çağdaş ölçülerde, rekabet gücü yüksek, kaliteli ve yaygın eğitim politikaları ile destekleyemezsek, bir diğer deyişle eğitim sistemimizi bu ihtiyaçlarımıza göre yeniden ve süratle tasarlayamazsak, bu fırsat rahatlıkla bir tehdite dönüşebilir ve doğal olarak sunduğu fırsatlar ölçüsünde, geleceğimiz için büyük bir tehlike olabilir.