Türkiye’nin Karagün Dostluğu

Bundan 52 yıl önce dün, (20 Ocak 1942) güvertesi ve ambarları yiyecek dolu olarak İstanbul’dan Yunanistan’ın Pire Limanına doğru 6. kez hareket eden Kurtuluş gemisi, iki ülke arasında iki yüzyıla yakın bir süredir yaşanan bütün tarihsel çekişmelere ve yaşanan çatışmalara inat, kim olursa olsun yardıma ihtiyacı olana elini uzatmaktan geri durmayacak milletimizin yüceliğini de taşıyordu.

Çılgınlığın had safhada yaşandığı İkinci Dünya Savaşı günleri, Avrupa’nın pek çok ülkesinde olduğu gibi Yunanistan için de çok acı bir süreç oldu. 1940 yılının Ekim ayında başlayan İtalyan işgalini, topyekün ve kararlı bir direnişle püskürten Yunanlılar, arkasından gelen güçlü ve acımasız Alman ordularının kuzeyden işgaline direnemezler ve 3 hafta gibi bir sürede Alman ordusu Atina’ya girer. Bundan sonrasında Yunanlılar için “Büyük Açlık” günleri başlar.

Yunanistan’da yaşanan büyük açlığın başlıca sebebi, önce İtalyanlarla, ardından da Almanlarla savaş sırasında, tarım rekoltesinin düşmesi ve Almanların işe yarar herşeyi ordusunu beslemek üzere alıkoymasıdır. Almanların bu tutumu, ülkedeki bütün fabrikaların hammadde sıkıntısından kapanmasını ve ciddi bir işsizliği de getirir. Gıda stokları kısa sürede tükenir ve özellikle kentlerde büyük açlık sıkıntısı yaşanır. İkinci Dünya Savaşında Yunanistan 570.000 vatandaşını, nüfusunun % 7’sinden fazlasını yititir. Bu ölümlerin yarıdan fazlası doğrudan veya dolaylı olarak yetersiz beslenme sonucu olur.

Bu zor günlerde, Ekim 1941 – Ocak 1942 tarihleri arasında toplam beş sefer yapan ve 8000 tona yaklaşan miktarda yiyecek yardımını ülkemizden Yunanistan’a götüren Kurtuluş gemisi, 6. seferinde Marmara Adasında yaşadığı talihsiz bir kaza ile, bütün yiyecek yardımlarıyla birlikte sulara gömülür. Kurtuluş’un taşıdığı 39 kişilik mürettebat ve Kızılay görevlileri güç şartlar altında karaya çıkmayı başarır ve kurtulurlar. Ardından görevi Dumlupınar vapuru alır. Dumlupınar üzerinde yine tonlarca gıda yardımı ile 1942 Mart’ında Atina’a doğru yola çıkar. Yardımlar yerine ulaştırılır ve dönüşte bu kez 13 – 16 yaş arasında 1000 kadar çocuk, savaşın ve açlığın korkunçluğundan kurtarılıp İstanbul’a getirilir. Bu çocuklar İstanbul’un çeşitli hastenelerinde tedavi altına alınırlar. Türkiye’nin Yunanistan’a yardımları Kızılay’ımızın önderliğinde “Tunç”, “Konya”, “Güneysu” ve “Aksu” gemileriyle devam eder.

Yunanistan’da 1941- 1942 kışında yaşanan büyük açlığa, Türk milleti büyük bir hassasiyetle yaklaşmış. İstanbullu Rumların yanısıra İstanbul Belediyesi, İstanbul müzeleri çalışanları, avukatlar, Basın Konseyi gibi sivil toplum örgütleri de, Yunanlı meslektaşları için hazırladıkları yardımları yollamışlar. O günlerde dünya kamuoyu da bu yardım çalışmasını büyük bir ilgiyle takip eder. Bu yardımların dağıtımını organize etmek için 1941 Ekiminde Atina’da uluslararası bir Kızılhaç bürosu açılır.

Aynı günlerde Türkiye, sınırlarına dayanan Nazi tehditi yüzünden savaş stoku yapmaya başlamış ve ülkede ekmek karneye bağlanmıştı. Büyük kentlerin yüyecek ihtiyacı Türkiye için de sıkıntı yaratmıştı. Savaşa girmemekle birlikte savaştan kaçınılmaz olarak etkilenen Türkiye ve Türk insanı, bütün sıkıntılı günlerine rağmen Yunanistan için elinden geleni yapmaktan geri durmaz. İlerleyen günlerde yardım yapan ülkeler arasına Kanada ve İsveç’in de özellikle buğday yardımı katılımıyla açlık sorunu çözülür.

Bu süreç tarihe, Türk ve Yunan halkları arasında sıcak ve dostça bir yardım olarak geçer. Benzer şekilde ilerleyen zamanlarda da, aradaki bütün tarihsel politik sürtüşmelere rağmen, bir tarafın başı sıkıştığında Türk ve Yunan halkları karşılıklı olarak birbirlerine yardım ellerini uzatmaktan hiçbir zaman geri durmamışlardır. Her iki millet te akdenizliliğiyle, sıcak kanıyla ve komşuluk yaklaşımıyla, komşusu zorda kaldığında insan olmanın sorumluluklarını yerine getirmek için elinden geleni yapmıştır.

Yakın tarihimizin en acı olaylarından biri olan Marmara Depremi sonrasında, Türkiye’ye 70’e yakın ülkeden yardım yollanmıştır. Ülkemiz de dünya kamuoyunda kendisine duyulan sempati ve ilginin bir sonucu olarak, sıkıntılı ve acı günlerinde, yabancı devletlerin desteğini alabilmiş ve bu sayede acılarını ve sıkıntılarını azaltabilmiştir. Yunanistan o zor günlerimizde bize destek yollayan ülkelerin başında gelmişti. Ardından Atina’da yaşanan deprem de ise, bu kez görev sırası Türklere düşmüştü. Bu günlere başından sonuna kadar tanıklık eden biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim; Sivil Savunma Ekipleri ve AKUT’un büyük bir çalışkanlık ve fedakarlıkla enkazlara koşması, Yunan kamuoyu tarafından büyük bir saygıyla karşılanmış, hatta Yunanistan Cumhurbaşkanı bizi kabul edip övgü dolu sözler söyleyerek her iki millet arasında yeni bir sıcak yakınlaşmanın başlaması gerektiğini işaret etmişti. Depremlerde karşılıklı olarak yapılan yardımlar iki ülkenin genelde sorunlu yürüyen ilişkisini beklenmedik bir şekilde yumuşatmış ve gelecek için geçmişe göre daha umutlu olmamızı sağlamıştı.

Şurası muhakkak ki, Türkiye ve Yunanistan her zaman dostluk ilişkisi içinde olmalıdır. Öncelikle, istesek te istemesek te, dünyanın bu coğrafyasında yaşamak durumunda olan ve bunun sonucunda komşu olarak yaşamak zorunda olan iki halk olarak, her iki tarafın da kabul edeceği bir denge kurmanın, her iki halk için en doğru çözüm olduğu gerçeğini akıldan çıkartmamalıyız. Kontrollü gerilim siyaseti sadece ekonomik ve sosyo – kültürel kayıplar yaratır. Oysa dostluk ve güven ilişkisi her iki ülkenin de hiçbir zaman kullanamayacakları, anlamsız silah yığınakları yapmasının önüne geçerek, bu kaynakların milletin refahına, eğitimine, sağlığına, kültürüne aktarılmasını sağlar.

Uzun vadede, gerilim siyasetinden vazgeçmek her iki tarafın da kazanmasını sağlayacaktır. Bunun söylendiği kadar kolay uygulanamayacağının elbette ki farkındayım. Bu konularla ilgili sorumlu kişi ve kurumlar, hesaplarını verilen ve çok kolay unutulabilecek sözler ve sözde güven ilişkisi üzerine kuramaz. Mevcut durumu ve eldeki analitik verileri değerlendirerek karar alırlar. Bu çerçevede fazla detaya girmeden şunu da vurgulamak isterim; Bu açıdan bakıldığında söylemler ne olursa olsun fiili durum farklı gelişmekle birlikte, özellikle Marmara depremi sonrasında görev alan karar vericilerimizin, Yunanistan’ın gösterdiği söylem değişikliğine kolay inanan bir siyasi tutum içinde olduğunu ve gözden kaçırılan hamleler nedeniyle bunun bize maliyet yarattığını düşündüğümü vurgulamak isterim. Her iki taraf ta tam olarak üzerine düşeni yaparsa, sonucun uzun vadede her iki millet için çok daha iyi olacağına inanıyorum. Ancak bütün herşey iyi gidiyor, dostluk çanları çalıyor derken, 1994 yılında mecliste kabul edilen “Pontus Soykırımı” günü kararnamesinin 2001 yılında Cumhurbaşkanı tarafından onaylanması veya 14 Eylül tarihini “Küçük Asya Soykırımı” günü ilan etmelerini ve daha başka pek çok gelişmeyi de bu iyiye giden ilişkiler kavramında değerlendirirken zorlandığımı da eklemek isterim.

Küreselleşme olgusu ile ifade edilen içinde bulunduğumuz süreçte, iletişim ve ulaşım imkanları tarihin bugüne dek kayıt ettiğinden çok daha süratli ve etkin bir biçimde kullanılabilmekte ve bu sayede dünyanın çok uzak bir köşesinde yaşanan olay anında kitle iletişim araçları ile takip edilebilmekte ve eğer herhangi bir tepki gerekiyorsa, bu tepki de neredeyse eş zamanlı olarak verilebilmektedir.

Geleneksel Türk kültüründe “aç budunu doyurmak, çıplak budunu giydirmek” büyük bir erdemdir. Benzer şekilde yardıma ihtiyacı olana el uzatmak ta öyle. Bu görgü ve kültür ile yetişen milletimiz tarih boyunca başı sıkışan pek çok millete ve devlete yardım elini uzatmıştır. Bunun bir örneği olarak son yaşanan İran depremine Türk ekipleri süratle müdahale etmiştir. Daha öncesinde, Atina, Tayvan, Hindistan depremlerinde ve Mozambik selinde aktif olarak görev alan ve çok başarılı çalışmalar yapan, aralarında AKUT’un da bulunduğu Türk ekipleri dünya kamuoyunda son derece olumlu izler bırakmıştır.

Bu sürat çağının dezavantajlarından biri olarak, herşeyin çok çabuk olarak tüketilmesi ve unutulmasını söyleyebiliriz. Ancak gelecek kuşakları yetiştirirken elimizdeki en önemli veri kaynağı geçmişimizdir. Yeni nesillere geleneksel bakış açılarımızı, atalarımızın yaptıkları ve onlara karşı yapılan her türlü hareketi ve olumlu – olumsuz ders çıkarılması gereken herşeyi doğru olarak aktarmak, tarihten ders almak çok önemlidir. Aksi taktirde geçmişinden ders alamayan, geçmişi ile arasındaki köprüyü kaybeden milletler, bugünü de sağlıklı yaşayamayacakları için, geleceklerini de sağlıklı yaratamazlar. Geleceği, zamana bağlı olarak ileride karşılaşacağımız bir süreç olarak değil de, yönü, yeri ve hedefi çok net olarak tanımlanmış, belirli bir vizyona doğru ilerleyen ve nasıl şekilleneceği bizim bugünkü hareketlerimize bağlı olan bir yansıma olarak değerlendirmeliyiz. Ancak o zaman geleceğimiz bizim aklımızın, çalışkanlığımızın ve kararlılığımızın ürünü olabilir.

www.nasuhmahruki.com
[email protected]