Yazının Gücü – Sefername
“Yazman, en üst yapmandır – belki de bu yüzden ancak öteki – daha alt yapmaların tükenince ancak da o zaman, yol açılır ona. Çünkü yazman bütün öteki yaşama ve yapma basamaklarını gerektirir – ancak onları gerçekleştire gerçekleştire; basamakları adım adım, (neşeyle, sevinçle, hüzünle, acıyla) tırmana tırmana ulaşabilirsin en üst basamağa: yazmaya…”
Oruç Aruoba, De ki İşte’sinde böyle diyor. Bu paragrafı 10 yıl önce okumuştum ve ilk andan itibaren kendime çok yakın buldum. İyi bir okuyucu olarak artık yazmaya başlama kararı vermem 1992 yılındaki Khan Tengri dağı ekspedisyonu sırasında oldu. O gün bugündür de yazmak, kendimi ifade ederken en az dağcılık kadar önemli oldu hayatımda.
YAZI BİR RESİMDİR
Yazı ilk ortaya çıktığı Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarından günümüze insanoğlunun hayatında çok önemli bir yer edinmiş. Kökenine inecek olursak yazı bir tür resimdir. İlk yazılar, somut nesneleri ifade etmek için benzerlik ilişkisi üzerine kurulmuştu. Böylece değişik sözlerle yorumlayan, bir diğer deyişle farklı şekilde okuyan kimseler tarafından anlaşılabiliyordu.
Başlangıçta insan duygularını yalnız ses ve hareketle dışa vurabiliyordu. Oysa ses gibi hareket de havada kaybolup gidiyordu. Zaman içinde bunları elle tutulur, kalıcı birer belge halinde saklama ihtiyacı doğdu. Uygarlığın başlangıcındaki, yerleşik düzene geçmiş en basit toplumlarda bile, iş anlaşmaları, alınan – verilenler, malların sayımı, yönetim ve otoriteyi ellerinde tutanların buyruklarının kaydedilmesi ihtiyacı vardı. İnkaların delinmiş kabuklardan oluşan Vampum’ları veya Azteklerin düğümlü kurdeleleri Kipu’ları gibi hatırlatıcı nesneler bir ölçüde bu ihtiyacı karşılıyordu. Ancak daha karmaşık, soyut konuları ifade etmekten çok uzaktı. Aynı şekilde resim yazısı ya da ideografik yazı dediğimiz, somut nesnelere benzeşim ilkesi üzerine kurulu yazı biçimi de, soyut kavramları ifade etme konusunda yetersiz kalıyordu. Bu ihtiyaçlar zaman içinde bugün de kullandığımız ve her tür duygu ve düşüncemizi ifade edebildiğimiz fonetik yazının oluşmasını sağladı.
SÖZ UÇAR YAZI KALIR
O gün bugündür de, “söz uçar yazı kalır” atasözüyle ifade edildiği gibi, sadece yazanlardan, geriye kalıcı bir şeyler bırakanlardan bugün söz edebiliyoruz, diğerleri tarihin bilinmeyen sayfalarında silinip gitmiş. Dünyada iz bırakmak deyince, aklımıza sadece yaptıklarını ya kendileri yazanlar ya da hakkında başkalarının yazdığı insanlar geliyor. Bunların dışındakiler, ne kadar büyük işler başarmış olurlarsa olsunlar bizim için tamamen bir bilinmez, hatta hiç varolmamışlar…
Bu yüzden yazmak çok ama çok önemli. Bugün Türkiye’de de, dünyanın her yerinde olduğu gibi pek çok üretken ve yetenekli insan var. Ancak çoğu deneyimlerini, anılarını kendilerine sakladıkları ve sadece yakın çevrelerindeki bir kaç kişiyle paylaştıkları için, bür süre sonra unutulmaya mahkumlar. Oysa yazanlar, yazmayanlardan daha az dahi yapmış olsalar gelecek kuşaklara onlardan bir hoş seda kalacak. Yazılı, görsel veya işitsel belgeler sayesinde, eskilerle aynı yollardan gitmek isteyenler, öncüllerinin neler yaşadığını, onların sıkıntılarını, tecrübelerini, önerilerini birinci ağızdan öğrenebilirler ve kendileri aynı hedefte bir kaç adım daha önceden başlayabilirler.
Benim yazmaya başlamam da bu düşünceden çıktı. Benden sonra, Kar Leoparı ünvanının peşinden koşturacak olanlara, Everest dağına tırmanmak isteyenlere, motosikletle Katmandu’ya gitme hayaliyle yanıp tutuşanlara bir nebze olsun bir ışık tutabilmek düşüncesi ile kaleme aldım ekspedisyonlarda yaşadığım her şeyi. Ve bugüne dek de kitaplarımdan faydalanarak benim gittiğim yollardan gidenlerin bir telefon ya da bir mektupla teşekkürlerini iletmesi anlatamayacağım kadar büyük bir manevi tatmin yaşattı bana. Yazmayı hep en üst yapma olarak algıladım ve onu hep hayatımın en saygın köşesine koydum. Öyle ki, hayatımda yaptığım en önemli şeyler sorulduğunda, tereddütsüz mütevazı kitaplarımı koyarım öne.
SEFERNAME
Benzer düşünce yapısına sahip değerli bilim insanı, gezgin, yazar ve çevreci Orhan Kural da, bir adım daha ileriye giderek, günümüz Türkiye’sinin 49 gezi-yazarını biraraya getirmiş ve onların kaleminden çıkan öyküleri “Sefername” adlı 516 sayfalık hoş bir kitapta toplamış. Orhan Kural; “Gezmek yürek ister, fedakarlık ister! Gezgin barışçıdır, doğayı sever, insanı sever, yaratıcıdır, biraz yalnızdır, biraz tutkulu ve biraz da çılgındır” diyor. Bu tanımlamaya uyan 49 değerli kalemi biraraya getirmek, her şeyden önce büyük bir çaba ve özveri gerektiriyor. Orhan Kural’ın bu özverili çabası sayesinde, aynı zamanda kurucusu ve başkanı da olduğu Gezginler Kulübü derneği bu değerli kitaba evsahipliği yaptı.
Cebelitarık’tan Mısır’a, Filipinler’den Kudüs’e, Saraybosna’dan Japonya’ya, Malta’dan Kaşgar’a dek ihtiyar dünyamızın uzak coğrafyalarından birbirinden ilginç gezi-yazılarından oluşan Sefername, dünyamızı farklı gözlerin kılavuzluğunda başka perspektiflerden de görmek isteyen meraklı okuyucular için biçilmiş bir kaftan.
Kimbilir belki bir sonraki seyahatinizin rotası Sefername’de gizlidir…